Mihrap, minare ve pencere...

Her yeri insanoğluyla kirlenmiş bu yeryüzündeki biricik temiz köşe olan mihrabı severim, yeryüzünde hayatın gündelik işlerinin ve pisliklerinin yol bulamadığı tek yeri. Orada pazar yoktur, oysa onun ötesinde her yer pazar, herkes pazarcıdır, tacirdir. Mihrap tacirlerin ve halifelerin elinde olsa bile yine de mihraptır! Bir de minareyi... Şehirlerin ve başları daima midelerinin üstüne veya altına eğik olan, böylece marksist veya freudçu olan ve her iki soydan olan şehirlilerin arasındaki biricik yüksek ve özgür kamete sahip minareyi... Her sabah, her öğlen, her akşam, göğün feryadını yeryüzü kölelerinin başına vuran biricik dik ve yüksek boy olan minareyi... Yedi renkli, yetmiş yüzlü, yedi yüz yetmiş sesli bukelamunlar arasında, hayatının başından yıkılıp yok oluşuna kadar, sadece tek bir "nidayı" tekrar eden, hayatını bir feryada adayan ve ölene dek ona vefalı kalan biricik gövdeyi... Feryadın kameri olan biricik kamettir o. Varlığını tümüyle kendi nidasına dökmüş, hiçbir beklentisi, hiçbir çıkarı olmaksızın, muhatabına saçmış olan biricik varlıktır. Bu, insanoğlunun bu gök kubbe altında, yaşamak için yapmadığı biricik iştir. Bir de pencereyi!... Ne ilginç bir kelimedir pencere. Okulda öğrenci olduğum, sınıflarda yanına oturduğum zamanlardan, kendimi sevecen ve büyüleyici kollarının altından sarkıtıp bıraktığım, istediğim her yere gittiğim; mucizevi bir göz bağcısı olan onun, bazen sınıftan fersahlarca uzaklaşan, kendi işlerine kendi havasına dalmış olan beni, yoklama yapmaktan başka ne işe yaradıklarını, niçin gelip gittiklerini bilmediiğim, öğretmenin veya sınıf başkanının gözüne gösterdiği, yıllar yılı, büyük lütfü ile apaçık büyüsünün gücüyle, serbest bir işte çalışıyor ve sürekli seyir halinde olmama rağmen öğrenimimi, gündüz okullarında, sınıftakilerle birlikte, bir ortaöğretim veya yüksek öğrenim öğrencisi olarak bitirebildiğim, yoklamanın masum kulları arasında bulunmadığım halde hazır olduğum o yıllardan beri severim! Sınıfımın bir hayat büyüklüğünde olduğu, öğrenimim yaşamak kadar ayrıntılı hale geldiği, okulumun bu dünya kadar büyüdüğü şu anda, yine pencerenin yanındayım. Yine eskisi gibi, onun bitmeyen rahmetine ve muhteşem büyüsüne sahibim. Bir gün kapanacak olsa vay halime! Bunalım ne kadar öldürücü ve acı olur! Bu sınıf, bu sınıfın öğrencileri, sınıf başkanları, öğretmenleri, sürekli tekrarlanan seviyesiz dersleri beni öldürür. Var olmak dar ve kapalı bir hücredir; kapısı ölüm, penceresi hayattır. Pencerelerini bulamamış veya sadece "var olmak"la yetinecek kadar "az" olanlar, bu "azıcık oluş"ları birazcık fazlalaştığında intihar kurtarıcısının yardımıyla, kapıyı açar ve kurtuluşa kaçarlar... Ama ben tam onbeş yıldır Rüstem'in çocukluğu gibi, her gün bir yıl miktarı büyüyorum. Her gece miraç zirvelerine çıkıyorum. Her yıl içimde bir çöl susuzluğu ihtiyacı duyuyor. Pencerenin yanı başında bir yoklama oluyorum. Bir başka dünyanın genişliğinde bir hücre, ayrılık içinde ölümün ve cuslatın dinginliği ve sonsuzluğunda bir hayat, gurbette bir vatan, yalnızlıkta bir kalabalık içinde... Yalnızlıkta ne kalabalıklar, sessizlikte ne gürültüler, Viraf gibi...
Ali Şeriati - Çöle İniş (Hubut - Kevir) - Sayfa 354

Türü
Diğer
Sayfa Sayısı
527
Baskı Tarihi
Eylül 2010
ISBN
978-605-5482-00-8
Baskı Sayısı
0. Baskı
Basım Yeri
Ankara 2010
Yayın Evi
FECR YAYINEVİ
Mütercimi
Prof.Dr.Hicabi Kırlangıç - Prof.Dr.Derya Örs
Orijinal Adı
Hubut der Kevir
Birden elindeki elmayı uzattı ve gözleriyle benden onu dişlememi istedi. Fakat ben dudaklarımı daha sıkı kapattım. Yüreğimdeki dilsiz bir duygu diyordu ki an, büyük bir inkılâp anıdır. Bütün varlık olduğu yerde durmuş heyecanla bekliyordu. O, bir isyan alevi gibi karşımda dalgalanıyor ve sabırsız yakıyordu beni. Bense kalbinde korkunç bir volkanın patlamak için sabırsızlandığı dağ zirvesinin sakinliğine sahiptim. O her an daha kararlı ve saldırgan, ben her an daha tereddütlü ve ezgin. Günah duygusu.