Üstad Ali Ulvi Kurucu Hatıralar-2

Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
406
Baskı Tarihi
Haziran 2007
ISBN
9944-125-12-1
Baskı Sayısı
2
Basım Yeri
Gaziemir / İzmir
Yayın Evi
Kaynak Yayınları
Editörü
Şeref Yılmaz
Yazan: AHMED ŞAHİN Yazı Kaynağı: Zaman Gazetesi, Ailem Eki, Sayı: 228 Çileli bir devrin hikayesini Ali Ulvi Kurucu merhumun hatıralarından okumak büyük bir şans. Hayatını tamamen ilme adamış yüksek bir kâmet olan merhum Kurucu, hatıralarıyla da irşad vazifesini yerine getiriyor. Değerli araştırmacı arkadaşımız Mehmed Ertuğrul Düzdağ, büyük bir çalışma sonunda Üstad Ali Ulvi Kurucu’nun hayatını kendi dilinden kayda alarak kitap haline getirmiş, Kaynak Yayınları da bu eşsiz hatıraları iki cilt halinde basarak okuyucunun istifadesine sunmuş. Hatıraların, bir devrin gizli kalmış mühim olaylarına ayna tuttuğu kesin.

Kaynaktan Diğer Alıntılar

Başlık Altı Çizili Satır Sayfa Azalan sıralama
Devrik lidere çürük yumurta ve domates attıranlar... Mustafa Sabri Efendi; Sultan Vahdeddin, İngiliz zırhlısıyla İstanbul'dan ayrılırken, onunla berabermiş. Oğlu İbrahim Sabri ve ailesi efradı da birlikte imişler. Başkaları da varmış. Bir kısmı Pire'de, Atina'da inmişler. Mustafa Sabri Efendi, Zeynelabidin Efendi, Filozof Rıza Tevfik, galiba Refik Halid de aileleriyle birlikte gemide imişler. Daha başkaları da varmış. Bunlar padişahla birlikte İskenderiye'ye varmışlar. Fakat burada, onların, acıklı bir karşılanma hadisesi var. Oradaki Türk konsolosu, artık Ankara'nın emriyle mi, yoksa kendi işgüzarlığından, yeni idarecilere hulûs çakıp, bir mevki kapmak veya saltanatçı olmadığını böylece ispat edip yerini muhafaza etmek için midir, artık bilinmez; ayak takımından birilerini toplayıp bunlar rıhtıma inerlerken, üzerlerine çürük yumurta ve domates attırmış... 53
Mustafa Sabri Efendi'nin Mustafa Kemal konusunda padişaha muhalefeti Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Mustafa Kemal'in padişah tarafından Anadolu'ya gönderilmesi hadisesine dair hatıralarını da şöyle anlatmıştı: Padişahın Mustafa Kemal Paşa'yı Anadolu'ya göndereceğini kestirince, bir din borcu olarak, kendisiyle görüşmek ve buna mani olmak istedim. Çünkü endişelerim vardı. O ana kadar elde ettiğim bilgiler de bu endişelerimi kuvvetlendiriyordu. Miralay Sadık Sabri Bey'in ve arkadaşlarının tahkikatı da bu yöndeydi. Beni ikaz etmişlerdi. "Padişahım, eğer bu iş için muhakkak bir paşa gönderilecekse, karar verdiyseniz, başka bir paşa bulalım." demek istedim. ../.. Sonra meseleyi padişaha açtım. Bahse girdik. Söz uzadı. Yemek vakti geldi. Saray âdeti üzere yemek yedik. Çay geldi, içtik. Yatsı oldu. Namazı kıldık. Padişah, devamlı şöyle diyordu: "Efendi hazretleri, vaziyet belli; ben vatanımı kurtarmak istiyorum; ne pahasına olursa olsun, vatanımın kurtulmasını istiyorum. Efendi hazretleri, anlaşılıyor ki siz, saltanatımın tehlikeye düşeceğinden korkuyorsunuz. Onu korumamı istiyorsunuz..." Bunun üzerine: "Efendim, benim endişem, sizin saltanatınız için değildir. Bugün saltanatınızın temsil ettiği dinimiz içindir. Bendeniz, din gider diye korkuyorum. Saltanat giderse, yerine bir saltanat daha bulunur. Fakat din giderse, yerine bir din daha gelemez. Benim korktuğum budur. "Eğer mutlaka, bir zat, bir asker gönderilecekse, başka birini araştıralım. Bana da bir söz hakkı tanıyın. Siz bu dinin halifesi, ben de şeyhülislamıyım. Din cihetinden sizin kadar ben de mes'ulüm.." filân dedim. Baktım, padişahın Mustafa Kemal'e tam itimadı var. Bana: "Yanlış anlıyorsunuz suizan ediyorsunuz, benim onunla teşrik-i mesaim oldu. Fikrine, zihnine, zekâsına güveniyorum. Efendim, orduda bizi anlayan, memleketin dertlerini bilen insan... Âteşin bir zekâ, âteşin bir zekâ..." Baktım, Padişah durmadan böyle diyor, "âteşin bir zêka..." Anladım ki artık son sözü söyleyip konuşmayı bitirmek lazım. "Efendim, dedim; malûmunuz, Resul-i Ekrem, sallalahü aleyhi ve sellem efendimizin..." Ben söze böyle başlayınca, Nebiyy-i Zîşâ'ın adı geçer geçmez, adamcağızın gözlerine yaşlar doldu... Devam ettim: "... Aleyhisselatü vesselam efendimizin veda hutbesindeki son sözleri malûmunuzdur. Ben de onun: Allah'ım tebliğ ediyorum, ruhumun feryadını, imanımın sesini insanlığa tebliğ ediyorum, dediği gibi, vazifemi yapıyorum. "Padişahım, son söyleyeceğim söz budur: İslamiyet'i müdafaa ve himaye edemeyecek bir iktidar, bir saltanat gitse; yerine yeni bir saltanat, bir iktidar konur. Fakat din giderse, yerine yeni bir din gelmez, padişahım! Benim korktuğum dindir..." Padişah, bu sözlerim üzerine, müteessir oldu: "Evet gayemiz bir ama görüş ayrılıklarımız var." dedi ve Ziya Paşa'nın: "Herkesin maksudu bir amma rivayet muhtelif" mısraını okudu... O sırada baktım horozlar ötüyordu. Vakit çok geç olmuştu, ayrıldık... 57
Dua Allah kimseyi imansızlığa düşürmesin. İşin başı, kökü, esası, ruhu olan iman elden gitti mi; insanın aklı mantığı da gider. Her türlü bâtıl fikir onu böyle istilâ eder. Şu şanları şöhretleri, geçen senelerde Türkiye'de de yayılmış olan, Akif'imiz rahmetlinin, o güzel, akıcı üslûbu ile seve seve tercüme ettiği eserlerin sahipleri, Şeyh Abduh ile Ferid Vecdi Bey'in bu hâle düştüklerini görünce, şu ayet-i kerimeyi çok okur oldum: "Yâ Rabbi, bizi, hidâyetten sonra dalalete düşürme. Bizleri hak ve hakikat yolundan saptırma..." Resul-i Ekrem Efendimiz de dualarında şöyle derlerdi: "Ey gözleri ve gönülleri hedeften saptırmak güç ve kuvvetine sahip olan Allah'ım, izz ü celâlin hakkı için, şân-ı ulûhiyetine sığınıyoruz. Bizim kalblerimizi, gönüllerimizi, senin dinin üzerinde sabit kıl..." 65
Sabri Efendi, Damadını Nasıl Seçti Sabri Efendi merhumun hâlinde ve tavrında, Allahu Tealâ'ya bir imanın, yakînin, tevekkülün tecellisi görülürdü. Meselâ küçük kızını evlendirirken yaptıkları, menakıp kitaplarına geçecek davranışlardır. Kendisi anlatmıştı: İstanbul Darülfünunu'nda bir konferans dinlemiş. Dinler tarihi üzerine... Konferansı veren, Darülfünun hocalarından Zeki Bey diye bir genç imiş. Bu gencin İslâm tarihine olan vukufu, İslâm'ı diğer dinlerle mukayesesi çok hoşuna gitmiş. Küçük Hamdi Efendi'ye sormuş: "Hazret, Darülfünun'da dinler tarihi okutan Zeki Bey diye bir genç gördüm tanır mısın?" Küçük Hamdi Efendi, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır'dır. İcazet aldığı hocası Kayserili Mahmud Hamdi Efendi olduğu için, Beyazıd dersiamlarından olan hocasına "Büyük Hamdi", kendisine "Küçük Hamdi" denilmiştir. Hamdi Efendi, Sabri Efendi'ye: "Evet tanırım, hemşehrimdir. Faziletli bir gençtir." diye cevap verince, konuşma şöyle devam etmiş: "Evli midir, bekâr mıdır?" "Yok efendim, bekârdır. Daha evlenecek imkânı yoktur. Fakir bir ailenin evlâdıdır. Dul bir anası vardır." Sabri Efendi, Küçük Hamdi Efendi'den bu bilgileri alınca memnun olmuş ve sormuş: "Bizim küçük kızı kendisine versek, nasıl olur? Acaba razı olur mu, alır mı?" "Aman efendim, bu da sorulur mu? Maalmemnuniye alır, teşekkürlerle alır, kabul eder. Ondan önce de ben, bu lûtfunuza, pekâlâ derim... Fakat efendim, siz bir şeyhülislâmsınız. Evet siz gönül zenginliğine, iman, ahlâk zenginliğine hayran bir kimsesiniz. Fakirliği zenginlikten çok seversiniz... Ama yenge hanımı ne yapacağız? Merhum şeyhülislâm Asım Efendi'nin kızı, zengin aileden gelme. O, bu işi nasıl karşılayacak?" "Onun da bir çaresini bulacağız. Böyle bir genç ele geçmez, bu fırsatı kaçırmayakm..." Sabri Efendi, para meselesine de bir çare bulmuş: "Zeki Bey'e söyle, şimdi annesini ve sizin hanımı bir göndersin, talip olsunlar. Adet yerini bulsun... Bohça göndereceği zaman ben parasını veririm..." Vakti gelmiş. Sabri Efendi, hem bohça ve diğer hediyeler, hem de düğün masrafları için iki yüz altın vermiş... Hanımı, damat tarafından gelen bohçayı görüp de: "Efendi, siz bunlar için, fazla imkânları yoktur, talebelikten yeni kurtulmuş, diyordunuz. Şu gönderdilderi güzel bohçaya bir baksanıza, zengin işi" deyince; Hoca Efendi de onu tasdik ederek şunları söylemiş: "Maşaallah! E! Hanım, parayla iman kimde var, bilinmez. Demek imkânları varmış... Maşaallah, maşaallah..." 85
Son Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin Dramı Hükümetin baskısını ve Sabri Efendi'nin Yunanistan'dan ayrılmak üzere olduğunu duyan Yunan kilisesi ileri gelenleri, kendisini ziyaret ederek, hükümetin buna hakkı olmadığını ve dava açmasını ve kendilerinin ona destek olacaklarını bildirmişler. Sabri Efendi şöyle söylerdi: Bu yola başvursaydım, belki kalabilirdim. Ama nereye gömüleceğim endişesi beni çok rahatsız etmişti. Ayrılmak için teşebbüslerime devam ettim. Mısır, Şam, Bağdat ve daha Müslüman bilinen hükümetlere yazıp müracaat ettim: "Ben filânım, dünkü Osmanlı Devleti'nin şeyhülislâmıyım. Pasaportum yok. Memleketinize, misafir veya mülteci olarak gel­mek istiyorum. Her ne şekilde kabul ederseniz... Pasaport mu gönderirsiniz, davet mi edersiniz, bir lise pase, sefer kâğıdı mı verirsiniz, bir şey verin. Atina'da bulunan konsolosunuza bildirin." Hepsinden "özür mektupları" geldi. İsteğimi yerine getiremedikleri için özür beyan ediyorlardı. Tekrar yazdım: "Yahu, Müslümanların şeyhülislâmına bir lise pase veremeyecek kadar acz içinde iseniz, o köşelerde ne diye oturuyorsunuz? Sizler, devlet başkanı, hükümet reisi değil misiniz? Bu kadar acz içinde misiniz? Ölürsem nereye gömüleceğim? diye korkuyorum. Bir şeyhülislâmı, şu kadar yüz milyonluk bir Müslüman dünyasının şeyhülislâmı ölecek de gavur kabristanına gömülecek, bunun mes'uliyeti, ân, namusu kime aittir? Ne oturuyorsunuz o köşelerde öyleyse?" dedim. 93
Yıkanıp defnedilen şehid... Sahabe-i kiramdan Hanzale hazretleri, henüz evlenmiş ve gerdeğe girmişti ki, münadilerin, dellalların şöyle seslendikleri işitildi: "Resulullah sefer için hareket etmiştir. Allah'ı ve Resul'ünü seven, eli kılıç tutan herkes çağırılıyor. Derhal Resulullah'a katılsın!..." Hanzale hazretleri hemen elbisesini giymiş. Hanımı atılmış: "Ne yapıyorsun, gusletmedin, cünup gidilir mi?" "Ben yıkanıp çıkıncaya kadar Resulullah gitmiş olur!" Resul-i Zişan'ın emrine uymakta beş on dakika gecikmeyi fazla bulan sahabe imanını gör ki: Davasının uğrunda ahiretinden feda edip gidiyor... Ama işin sonuna bakın: Yapılan savaşta Hanzale hazretleri şehid oluyor. Harp meydanını dolaşan Peygamber-i Zişan, şehidlerin hepsini defnettikten sonra, Medine-i Münevvere'ye dönüyorlar. Annelerimize diyorlar ki: "Hanzale'nin ailesini ziyaret edin, onları taziye edin, yeni gelin kızımıza da başsağlığı dileyin. Bir de Hanzale'nin evden ne şekilde ayrıldığını bir sorun bakalım..." Ziyarete giderler, taziye ederler ve Resulullah'ın sualini de bildirirler. Şehid hanımı şöyle der: "Ah sormayın. Bunu Peygamber'e söyleyemem. Hanzale evden cünüp çıktı. Münadinin çağırdığını duyar duymaz, Resulullah gider, geri kalırım korkusuyla yıkanamadın acele giyindi gitti." Bunu Resulullah'a bildirdikleri vakit, aleyhissalatu vesselam Efendimiz, şöyle buyurmuşlar: "Şimdi işin sırrını anladım. Şehidler yıkanmadan gömülür. Fakat baktım ve gördüm ki, yüce âlemlerden gelen bir melek cemaati, Hanzale'nin cesedini yıkayıp gasl ediyorlardı. Demek bunun içinmiş..." 109
Akif Ya, Çanakkale'deki, Bir hilâl uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyor! Bu nasıl söylenir? Bu ne demek yahu? Bu ilham... İnsanı vecde getirir, deli divane eder. Ben, yıkarca bunun tesiri altında kaldım... Mustafa Sabri Efendi böyle söyleyince, sordum: "Efendim, bunları Akif Bey'e de söylediniz mi?" "Aaa, kaç kere! Mütevazı insan. Ben şiirlerini medhederken, utanır, terler, mendiliyle alnını silerdi..." 114
Rıza Tevfik Filozofun "Yolcu" diye bir şiiri vardır. Bunu mezar taşı için yazmış. Kendisi, Ürdün'de Cünye'de yaşıyordu. Orada ölüp oraya gömüleceğini tahmin ederek şu mısraları yazmış: Yolcu Ankara'ya yolun uğrarsa, Ve sende de biraz erkeklik varsa; De ki, kanun yapan dalkavuklara, Horoz gibi öten o tavuklara: Bu kanuna boyun eğmemek için, Şerefine leke değmemek için, Feylesof ömrünü yarıya böldü; Çölde hür yaşadı ve mes'ud öldü. Rıza Tevfik, 1949'da İstanbul'da öldü. Mezar taşına ne yazıldı bilmem. Bu mısraların yazılmadığında şüphe yok... 122
Harap Mabed Harap Mabed Rıza Tevfık'in şiirleri sağlığında "Serâb-ı Ömrüm" adıyla ki­tap olarak neşredilmişti. Şarkı olarak bestelenen güzel eserleri de vardır. Divan tarzında hece ile yazdığı "Harap Mâbed" tanınmış bir şiiridir. Bu manzumeyi İstanbul'daki Mihrimah Sultan camii için yazmıştır: Vardım eşiğine yüzümü sürdüm, Etrafını bütün dikenler almış. Ulu mihrabında yazılar gördüm, Kimbilir ne mutlu zamandan kalmış? Batan güneşlerin ölgün nigâhı Karartıp bırakmış o kıblegâhı; Mazlum bir ümmetin baht-ı siyahı, Vîran kubbesine gölgeler salmış. İslâm'ın bahtiyar bir zamanında Âb-ı hayat varmış şadırvanında, Şimdi harâb olan sâyebânında Dem çeken kuşların ömrü azalmış. Ayât-ı hikmet var kitabesinde, Bir ders-i ibret var hitabesinde; Bağ-ı cennet olan harabesinde Tekbir sedaları artık bunalmış. Hey Rıza! Secdeye baş koy da inle, Taşlar dile gelsin senin derdinle; Efsâne söyleyim ağla hem dinle, O şerefk mazi meğer masalmış. 124
Fikret'e Yazık Oldu İnsan acıyor kendisini görmedim. İşittiğime nazaran Fikret, ressammış. Güzelliği seven, nağmeyi seven, tabiati, manzarayı seven bir ressam... Fikret'in de, inanç bakımından İttihatçılardan farkı yok. Hepsi de dine karşı kayıtsız. Dini, üçüncü, beşinci dereceye bırakan insanlar. Onun kendi arkadaşlarına cephe alması, zulmü sevmeyen mizacı sebebiyledir... Fakat asıl belâ, bütün mizaçları bastırıp iyilikleri yok eden imansızlık belâsından geliyor. Yahu ne uzağa gidiyoruz. Pozitivizm, maddecilik dediğimiz imansızlığın, yalnız bizim memleketimizi sardığını zannediyorduk. Mısır'da da aynı belâyı gördüm. Lisanı Arapça olan, imam, İslâm'ı dünyaya yayan, Camiül Ezher'i bulunan, her yeri ilimle dolduran bir memlekette, pozitivistlerin bulunması, dinsizlerin bayrak kaldırmaları inanılacak şey değil. Ama hakikat... 131