Cennetten Sıkıldım

-Yusuf hayatını ne hale getirmeye çalışıyorsun? -Ne hayatı! Geçen onca sefil yıllara tek kelime etmeden nasıl katlandığımı biliyor musun? Herkes benim için üzüldü... Artık kimseye ihtiyacım yok, benim olan hakkım olan hayatı istiyorum. En güzel yıllarım heba oldu. Etrafına bir bak, sahip olduğum şeylere bir bak! Buna yaşamak diyebilir misin? Bir avuç hiç! Dört ağaç ve bir evin cennet olduğunu sanıyordum. Cennetten sıkıldım... Kendi yoluma gitmek istiyorum! Anlayabilir misin söyle?
Söğüt Ağacı (Beed-e Majnoon - The Willow Tree)
“Kahrolası (o münkir) insan, ne nankördür!” Kur’ân-ı Kerim, Abese, 80:17 – “Bulut, âb-ı hayat yağdırsa, yine de söğüt ağacından bir yemiş yiyemezsin. Çünkü söğüt ağacının meyvesi yoktur. (Kalp gözleri âmâ olmuş) alçak ve bozuk tabiatlı kimse ile vakit geçirme. Çünkü hasır kamışından şeker yiyemezsin.” Sâdî-i Şirazî Dünyaya gelmiş her insan, belli bir zaman sonra geldiği dünyayı sorgulamaya başlar. Eşyayı fark etmesi sorgulamanın ilk adımıdır. Küçük yaştaki çocukların insanlara çok soru sorması, etrafta olan bitenin ne olduğunu anlamaya çalışması bunun bir örneği sayılabilir. Rüyadan yeni uyanmış birinin yaşadığı şaşkınlık gibi ne ile karşı karşıya kaldığımızın farkında değilizdir. beed-e-majnoon-the-willow-tree-sogut-agaci-2005Rüyaya nasıl başladığımızı bilemediğimiz gibi. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna karşı “Evet!” dediğimiz o gün başlayan bir uyku içinde oluşumuz bunu destekler. Amacım elbette dini metinler arasına serpiştirilmiş cümleler kurmak değil. Hakikâti anlayabilme yolunda bir adım atabilme niyetindeyim. Bazı olayların, durumların, hikâyelerin, şiirlerin, insanların, yazıların veya herhangi bir şeyin herhangi bir zaman insanı şaşkınlığa uğrattığının farkındayızdır. Bu şaşkınlık onu bilmediğimizden değil fark edemediğimizden kaynaklanır çoğu zaman. Hayatın hakikâtini tam manasıyla idrak edemediğimiz gibi. Hâlbuki insan düşünen bir varlıktır. Vardır. Yokken, var olandır. Yoktan geldiğimize bir delil bilmediğimiz dünyaya, ahirete doğru olan yolculuğumuzdur. Maksat bu yolculuğu anlamaksa “Oku!” emrinin söylemek istediği de kâinatı okumak olsa gerektir. Kendimizi okumak, insanları okumak, görmek, duymak, yürümek mesela, tat almak, ayakta durmak, çekim kuvveti dediğimiz hayalî bir kanunla anlatılabilen, savrulmadan dünya yüzünde dolaşmak, konuşmak, seslerin iletimi, rüzgarın hava atomlarının hareketlenmesinden ibaret olması, yemekleri sadece ağıza bırakmak, gerisine karışmamak veya ölmek, aynı atomlara sahip vücudun ruhun çıkmasıyla dağılması, belli bir zaman çürümesi… gibi artan sorular ve beklenen cevaplar. Hâlbuki sorulacak ne çok soru var! (Allah) onu hangi şeyden yarattı? Bir nutfeden (hakir bir sudan süzülmüş hulâsadan)! Onu yarattı da ona (bir hayat) takdîr etti. Sonra (ana karnından çıkma) yolu(nu) ona kolaylaştırdı! Sonra onu öldürdü de, kabre koydurdu! Sonra dilediği zaman, onu (tekrar) diriltir! Hayır! (İnsan, Rabbinin) kendisine emrettiğini (tam olarak) yerine getirmedi! Şimdi o insan, yiyeceğine (bir) baksın! Şübhesiz ki biz, suyu (buluttan) bol bol döktük. Sonra yeri (bitki ile) güzelce yardık. Böylece orada size ve hayvanlarınıza bir fayda olmak üzere, ekinler, üzüm bağları, yoncalar, zeytinlikler, hurmalıklar, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik. Kur’ân-ı Kerim, Abese, 80:18-32 Yukarıda geçen ayetler gibi Kur’ân’ın birçok ayeti, insanın mahiyetini, kâinatın hakikâtini, yaratılışın hikmetini fark ettirmekle alakalıdır. Örümcekten, arıdan, nimetlerden, dünyadan, gezegenlerden..vs yaratılmış olan her şeyden örnekler getirmesinin bir hikmeti de budur diyebiliriz. Tüm bu sorgulamaları da yanımıza alarak İran Sineması’nın fıtri eserler ortaya çıkarmasıyla meşhur yönetmeni Majid Majidi’nin “Beed-e Majnoon” filmini irdeleyebiliriz. Ülkemizde “Söğüt Ağacı” ismiyle bilinen bu film, 8 yaşında geçirdiği bir kaza nedeniyle gözlerini kaybeden Yusuf’un yıllar sonra gözlerinin tekrar açılabilme umuduyla ailesinin de manevi desteğiyle Fransa’ya gidip ameliyat olmasını ve değişen hayatını anlatıyor. Yusuf, gözleri görmediği hâlde kendini geliştirmeyi bilmiş ve profesör olabilecek bir duruma gelmiştir. Hayatını bu şekilde devam ettirirken gözlerinin açılabilmesi için de dua etmektedir: Sana söylemem gereken bir şey var. Yoksa beni tamamen unuttun mu? Ben Yusuf. Yarattığın bütün güzelliklerden mahrum olup asla şikâyet etmeyen kişi. Aydınlık ve parlaklığın yerine kasvet ve karanlıkla yaşadım. İtiraz etmedim. Mutluluğu ve huzuru bu küçük cennette buldum. Sıkıntı ve güçlükle geçen bunca zaman yetmezmiş gibi şimdi de daha fazlasına mı katlanmamı istiyorsun? Bu yolculuktan sevgili ailemin yanına dönebilecek miyim? Yoksa bu hastalığa diz mi çökeceğim? Alın yazımı kime şikâyet edebilirim ki? Bana biraz merhamet etmen için Sana yalvarıyorum. Hayatımı bağışla. beed-e-majnoon-the-willow-tree-sogut-agaci-murtazaKendi içinde karanlıkta yaşadığını düşünen Yusuf dünyaya bir de kendi gözleriyle bakmak ister. Amcasının teşvikiyle Fransa’ya ameliyat için gider ve hastanede Murtaza isminde biri ile tanışır. Murtaza’nın Yusuf ile tanışması bu iki hayatı karşılaştırmamızı sağlar. Majidi’nin tasvir sanatını rahatsız etmeden, sakince kullanması da bundan sonra başlar. Öyle ki filmin gerçeklikle bağlantısı teşbihler kullanılarak desteklenir. Yan hikâyeymiş gibi gözüken söğüt ağacı bu noktada filmin ve geniş manada insanın hikâyesini anlatır. - Ameliyatın ne zaman? - Birkaç gün içinde. - Heyecanlı mısın? - Bilmiyorum. Hem heyecanlıyım hem de korkuyorum. - Görememekten mi korkuyorsun? - Belki de görmekten. 38 yıldır başka bir dünyada yaşıyorum. Neler olabileceğini bilmiyorum. Bu yakarış hâlinde Yusuf’a tekrar görme nimeti bahşedilir. Heyecandan dayanamayıp gözlerindeki bantları telaş içinde kendinin açması bir özlemin dışavurumudur. Hayal ve gerçekle karışık, pencereye koşar, pencere kenarında yükünü taşıyan bir karıncayı görür. Bana göre filmin en çarpıcı sahnesi kendini odadan dışarı atıp hastane koridorunda etrafı görmeye ilk başladığı sahnedir. Telaşı öyle bir hâl almıştır ki mutluluktan adımlarını izlemeye koyulur. O esnada aynada kendi yansımasını fark eder ve duraklar. Hayat mertebesinin değişmesi gibi bir durumda gözlerindeki perdelerin açılması ve kendini sanki başka bir âlemde hissetmesi, içinde bulunduğu telaşın, uyanma hâli şaşkınlığına dönmesine vesile olur. Daha önce gözüyle görmediği yüzünü büyük bir titizlikle inceler. Artık Yusuf’un hayatı değişmiş ve aslında yeniden başlamıştır.beed-e-majnoon-the-willow-tree-sogut-agaci Evine dönmesi, daha önce okuyabildiği Braille Alfabesi yerine normal alfabeyi öğrenmeye koyulması, renkleri çözümlemesi, yeni bir bebeğin dünyaya gelişinden sonra yaşadıklarını hatırlatır. Yeni hayatında mutlu olmaya çalışırken görme duyusuyla birlikte yeni şeyleri keşfetmeye başlar. Yıllar boyunca kendine hizmet eden hanımı Rüya yerine, okuldan öğrencisi Peri’ye meyletmesi bu keşfin ilk emareleridir. Gördüğümüz ile görmek istediklerimizi Majidi, bu iki hanımla, Rüya ve Peri ile anlatır. Görülen, yanında olan, desteğini esirgemeyen ve aslında sahip olunanın, Rüya’nın yanında, kelime manası “hayali varlık, çok güzel genç kız ve kadın” olan Peri, elimizde olmayanı, görmek istediğimizi, verilen nimetin daha fazlasını anlatır. Yusuf’un bu meyli ve isteği, hanımı Rüya ile arasının açılmasına ve ondan uzaklaşmasına sebep olur. Bu, insanın hakiki manada nimetlere olan şükrünü sorgulatan bir durumdur. Elde edilmeyen her şey, insanın hakikat ile olan kuvvetli bağının zayıflamasına neden olan bir tehlikedir. Hiç kimse geçen onca sefil yıllara, tek bir söz etmeden nasıl katlandığımı biliyor mu? Herkes benim için üzüldü. Sen, karım, çevremdeki herkes. Artık kimseye ihtiyacım yok. Hakkım olan hayatı istiyorum. Hayatımın en güzel yılları heba oldu. Etrafına bir bak, sahip olduğum şeylere bak. Buna yaşamak diyebilir misin? Bir avuç dolusu hiç! Dört ağaç ve bir evin küçük bir cennet olduğunu sanıyordum! Bu cennetten sıkıldım. Kendi hayatımı yaşamak istiyorum. Evet, kendi yoluma gitmek istiyorum! Bunu anlayabilir misin? Anlayabilir misin, söyle! Ve işte “Kahrolası (o münkir) insan, ne nankördür!” hakikâti, bizi kendimize getirmeye çalışan, yüzümüze vurulan bir tokat gibidir artık. Kuşkusuz verilen nimetin daha fazlasını istemek insanın fıtratında olan, vicdan ile de fark edilebilecek bir durumdur. Yusuf’un bu durumu filmde insanı rahatsız etse de Yusuf bu noktada insanın kendi nefsini temsil eder.beed-e-majnoon-the-willow-tree-sogut-agaci-2005- Peki giydiğimiz kıyafetleri ne kadar süre kullanıyoruz? Veya elimizde olan teknolojik cihazların bir üst versiyonunu alabilmek için israfa varan harcamaları yapan yine bizler değil miyiz? Elbette Yusuf’un olduğu durumda herhangi birimiz de olabiliriz. Tam bu noktada daha önce de bahsettiğimiz ve Yusuf’un görme engelliler okulunda da yetiştirmiş olduğu bir söğüt ağacının hikâyesi gün yüzüne çıkar. Söğüt ağacının diğer ağaçlarından bir farkı vardır. Sâdî’nin “Bulut, âb-ı hayat yağdırsa, yine de söğüt ağacından bir yemiş yiyemezsin.” dediği gerçek burada Yusuf’un nezdinde insanı temsil eder. Ve aslında insanın söğüt ağacı olup meyve vermemesi ile başka bir ağaç gibi meyve verebilme ihtimali yine kendi tercihleri sonucunda olan bir hakikattir. Ve bunun yolu illa ki nimetlere karşı olan şükürdür. “Bir ayağın yoksa iki ayağı olmayana bak!” sözü bu nazarı bize ders verir. Bu noktada Bediüzzaman’a kulak vermek meseleyi tam manasıyla anlamamıza yardımcı olacaktır: …O Mün‘im-i Hakîkî (hakiki nimet veren) bizden o kıymetdar ni‘metlere, mallara bedel istediği fiyat ise, üç şeydir. Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir. Başta “Bismillâh” zikirdir. Âhirde “Elhamdülillâh” şükürdür. Ortada bu kıymetdar hârika-i san‘at olan ni‘metler, Ehad-i Samed’in mu‘cize-i kudreti ve hedi­ye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek (anlamak) fikirdir. Bir padişahın kıymetdar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sâhibini tanımamak ne derece belâhet (eblehlik) ise; öyle de, zâhirî mün‘imleri medih ve onlara muhabbet edip Mün‘im-i Hakîkî’yi unutmak ondan bin derece daha belâhettir. Birinci Söz. Yusuf derin bir buhrana kapılır ve dayanak noktasını bir şekilde kaybeder. Değişen hayatı ile birlikte aslında “asıl görebildiği hayat”ın özlemini yaşar. Bu bunalım kütüphanesindeki tüm kitapları yakmaya kadar götürür kendisini. Birçoğunu içi su dolu havuza atar. Öyle ki tam ümitsizliğe düştüğü sırada her insanın yaptığı gibi son bir şans ister. Kaybedilen sağlıktan sonra söylediğimiz “eğer şifa verirsen daha sağlığımı korumak için daha dikkatli olacağım, söz” yakarışına benzer bir yakarıştır bu.rang-e-khoda-the-color-of-paradise-cennetin-rengi Ve tabi ki kazanmak ve kaybetmek yine insanın elindedir. Hayatı boyunca yanından hiç ayırmadığı fakat gözleri açıldığında hiç okumadığı Mesnevi-i Şerif’i attığı su havuzundan çıkarır, okumak için niyetlenir. Fakat okuyabildiği tek sayfa uzun zaman önce Braille Alfabesi ile yazdığı sayfadır. Ağzında bir yük ile zar zor yürüyen karıncanın görünmesi, Cenab-ı Hakk’ın insanın hayatı boyunca verdiği şansların bir numunesi olarak kabul edilebilir. Tüm bu değerlendirmeler ele alındığında Beed-e Majnoon ile yine bir Majidi filmi olan “Rang-e khoda” (Cennet’in Rengi) arasında derin bağlantılar ve benzerlikler kurulabilir. Ve “Söğüt Ağacı” sanki Cennet’in Rengi filminin alternatif sona sahip olan diğer bir şekli gibidir. Doğuştan görmeyen Muhammed’in Allah’ı bulabilmek için dokunabildiği her yere dokunmaya çalışması ile Yusuf’un dinginlik içindeki telaşı bağdaştırılabilir. Nimeti olduğu gibi kabul eden ve aslında isyan etmeyen Muhammed ile elindeki nimetin şükrünü eda edemeyen Yusuf, aynı dünya üzerinde yaşayan, farklı olaylarla imtihana tabi tutulan insanlardır. Ve aslında tüm insanlıktır. Majidi’nin benzer temalara sahip iki filmi bu şekilde sunması da onun kâinatı bir şekilde yorumlaması olarak düşünülebilir. Bana görebilmenin ne demek olduğunu söyle, ben de sana körlüğün ne olduğunu söyleyeyim. Bekir Arslan Kaynak: http://www.sinemazingo.com/beed-e-majnoon-the-willow-tree-sogut-agaci-2005