doğru

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
0
Baskı Sayısı
0. Baskı
Yayın Evi
İletişim Yayınları

Güzel Söz Başka, Doğru Söz Başka

İbrahim Dede kaşlarını çatarak, "İnsanın alçaldıkça yükseleceğine veya yükseldikçe alçalacağına inanmıyorum!" dedi. "Şairane bir söz bu. Keşke şairin bu sözü edebi olduğu kadar doğru da olsaydı! Ama bir söz, güzeldir diye doğru kabul edilemez. Güzel söz başka, doğru söz başka! Ben doğruyu söylemeyi tercih ederim, her ne kadar vezinli kafiyeli olmasa da. Bana göre insanlar, alçaldıkça alçalır ve yükseldikçe yükselir. ..."


Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler

Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
0
Baskı Sayısı
0. Baskı

Gerçek Ve Doğru

Çoğumuz gerçek’le doğru’yu ayırd edememekten, onları yerli yerinde kullanamamaktan dolayı bir yanılsama içine düşeriz. Pek çok gerçek, sırf gerçek olduğu için, sırf var olduğu için bize aynı zamanda doğru imiş gibi görünebilir. Fakat varolan gerçek acaba bir takım belli doğruların sadık bir yansıması mıdır, yoksa gerçek dediğimiz olgular “doğru olmayanı” da yansıtabilir mi? Soruyu şöyle de ortaya koyabiliriz: Varolan gerçekler her zaman “olması gereken”i mi yansıtır, yoksa olması gerekmeyen ve aslında bir doğruya tekabül etmeyen şeyler de mevcut gerçeklerde yansıyabilir mi? Bu son söylediklerimizi şöyle bir örnekle somutlandırabiliriz: Marx’ın diyalektiğine göre işçi ihtilalinin İngiltere’de olması gerekiyordu. Çünkü öngörülen teorinin temel alındığı bütün maddi gerçekler böyle bir sonucu “teorik olarak” kaçınılmaz kılıyordu; fakat teorik olarak “olması gereken” ile gerçekte “olan” birbiriyle çakışmadı. Gerçekler, teorik olarak olması gerekenden başka türlü tezahür etti. Daha açık bir deyişle, teorinin soyut olarak içerdiği doğrular, her zaman somut planda bir doğruya tekabül etmeyebilir. Teorik doğrularla pratik doğrular (yani geçekler) her zaman birbirinin aynı olamayabilir. Günümüz İslam dünyasının halen içinde yaşadığı statü, bu durumu dolaysız yoldan yansıtacak niteliktedir. Şöyle ki: Müslümanların, halen içinde yaşadıkları gerçekler, aslında onların yaşaması gereken gerçekler değildir. Müslümanlar, halen dünyanın her yerinde kendilerine ait olmayan bir hayat tarzı içinde yaşamaktadırlar. Fakat mevcut durum, bu kendine ait olmayan bir hayat tarzı içinde yaşama gerçeği, o kadar kanıksanılmış ki, gelen her yenin nesil mevcut “gerçekle” dünyaya gözlerini açtığından, bu gerçeği aynı zamanda Müslümanların içinde yaşaması gereken olağan ve doğru bir durum diye algılayabilmektedir. Müslümanların yaşadığı veya onlara yaşatılan yanlışlar, birçoklarına kaçınılmaz gerçekler diye görünebilmektedir. İslam’ın yaşanılması gereken doğruları kendine ait olmayan düzenlerde icra edilmeye çalışıldığından, fakat bu durumda da o doğruların asıl mahiyetleri kaybolduğundan, şimdi birçok kafalarda İslam’a ait doğrularla eksikler bulunabileceği gibisinde yanlış izlenimler uyanabilmektedir. Şu açıklamayı getirmek istiyorum: Bir zamanlar Müslümanca bir düzende tiyatro konusunun nasıl çözülebileceği sorusu kafamı kurcalamıştı. Bugün bazı Müslümanlar bu sorunun niçin kafamı kurcaladığına hayret edebilir. Tiyatro konusu kafamı niçin meşgul etmişti? Bir kere gerek mekteplerde okutulanlar, gerek ilk gençliğimizde izlediğimiz yanın organları tiyatroyu, kafamıza vazgeçilmez sanat dallarında biri olarak yerleştirmişti. Hatta o zaman yaşadığımız taşra kentinde tiyatro bulunmadığı halde biz, tiyatroyu adetâ hayatımızın zorunluluklarından biri gibi kabul etmiştik. Şimdi mesele şuradaydı: İslam, kadının sahneye çıkmasına, sesini namahreme duyurmasına müsaade etmeyeceğine göre, tiyatrodansa vazgeçemeyeceğimize göre, bu meseleyi İslami platformda nasıl bir çözüme kavuşturacaktık? Çözümlerden biri şu olabilir diyordum: Yazılacak eserlerde kadına rol verilmez, olur biter. Fakat bunu başarmak ne kadar mümkün olabilirdi. O taktirde acaba kadın rollerine “zenne”mi çıkrtmalıydı.? Bunun da çirkin bir şey olduğunu düşünmekten hâli kalmıyordum ve içim bu çözüm tarzına da ısınamıyordu. Osmanlı devletine tiyatro girince “zenne” istihdamına başvurulmuştu. Yoksa kadın rolleri, ses olarak sahne dışından mı duyurulmalıydı? Görülüyor ki, bu ve buna benzer, akla gelebilecek çözüm yollarının hiç biri, meseleyi kökünden kesip atamıyordu. Çünkü, tiyatroyu bir kez vazgeçilmez bir zaruret sayarak yola çıkmıştık. Bu durumda, kafamız isteristemez bu zarurete bir uzlaşma ortamı aramak durumunda kalacaktı. Bizim yaptığımız da bundan başka bir şey değildi. Bugün, İslami konular tartışılırken veya ortaya konulurken, çoğu kez benim bu zihinsel tiyatro deneyimimi hatırlamak zorunda kalıyorum. Bize vazgeçilmez diye belletilen veya bizim kabullerimiz arasına vazgeçilmez diye koyduğumuz pek çok meseleler bu tiyatro olayına çok benzemektedir. Bizim doğru veya yanlış diye kabul ettiğimiz şeyler, çoğu kez, taşıdığımız zihniyetin dışa vuran yansımaları oluyor. Bir hususun doğru olduğunu d, yanlış olduğunu da belirleyen faktör bizim zihniyetimizle, dahası niyetimizle yakından ilgilidir. Böyle söylemek şüphesiz ki her “doğru”nun mutlaka “nisbî” olduğu anlamına gelmez. Fakat doğru diye bildiğimiz bazı sonuçları meydana getiren sebeplerin, gerçeklerin “müntehalarını” irdelememizi gerektirir. Eğer bu irdelemeyi yapacak araçlardan yoksun bulunuyorsak, bazı neticeleri ancak pratik zaruretler adına doğru kabul ediyoruz demektir. Yoksa o neticenin doğruluğu “mutlak” anlamında doğrudur diye bir kabulümüz olamaz. Hukuktaki “muhakeme usullleri” bu tür pratik kabullerin tipik örnekleri arasında sayılabilir. Mahkeme, elindeki delillere göre hükmeder. Hükmünün doğru olabilmesi, yani realitedeki bir vukuatın karşılığı olabilmesi için, mevcut delillerin o vukuatı aydınlatabilecek bir çerçeve getirmesi gerekir. Eğer, deliller yeterli değilse, verilecek hüküm de, realitedeki bir vukuatın karşılığı olmayacaktır. Fakat mahkeme, delillerin dışında kalan bir hüküm de veremez.. Doğru olan şey isterse delillerin dışında kalmış olsun. Bir de, mevcut delillerin değerlendirilmesi hususu var ki, burada hakim, dava esnasında edindiği kanaatlerine göre elindeki delilleri yönlendirmek hususunda bir “takdir” hakkına sahiptir. Kısacası, hakimin verdiği hükmün doğruluğu mutlak anlamda bir doğrunun tespiti olmayabilir, verilen hükmün doğruluğu ancak elde bulundurulan delillere nisbetle “doğru”dur. Kapitalist Batı’da olsun, sosyalist Batı’da olsun Türkiye ve benzeri ülkeler için bir takım “iktisadi kalkınma” programları hazırlanmıştır. Bu programların çoğu “İktisadi kalkınma adı verilen bir “bilim” çerçevesinde öngörülmektedir. Aslında Batı için mesele olan şey, geri kalmış diye baktığı ülkelerin derdine derman olmak değil, fakat sömürü düzeninin sürdürülme imkanlarını “bilimsel bir tabana” oturtma endişesi ve gayretidir. Nitekim “Kalkınma İktisadi” adı verilen varsayımlar en başta, “geri” dediği ülkelerin onulmaz bir kısır döngü içinde bulunduklarını ispat etmekle konuya girerler. Binlerce sayfalık incelemelerinin, araştırmalarının hiçbir satırında bu ülkelerin çocuklarına ümit verebilecek bir tek satıra bile rastlayamazsınız. Fakat bu ülkelerde işbaşına getirilen siyasî kadrolar, delil olarak ellerinde hep bunlardan öğrendiklerini tutmayı “bilimsel”bir davranış sayarlar ve sanırlar. Mesela, bugünkü iktisat ilminin bir ülkenin gelişmiş sayılabilmesi için koyduğu kıstaslardan biri, o ülkede fert başına düşen milli gelir esasıdır. Bir ülkede, fert başına düşen milli gelir yılda şu kadar dolar olursa, o ülke gelişmiş sayılır deniyor. Niye? Bu son sorunun bizim için önem taşıyan yanı şudur: Varsayımlarımızın arasında böyle bir kıstası esas alarak yola çıkmaya kalkışırsak daha baştan yolu şaşırmış, yanlış yola girmiş oluruz. Çünkü Müslüman için hedef İslam’ı yaşayarak belli bir milli gelire ulaşmak değildir. Allah’ın rızasını kazanmak için yaşamaktır. Ama bu da,senin belli bir milli gelir seviyesine ulaşmana engel değildir, o başka. Önemli olan hedefin milli gelir seviyesini yükseltmek gayesiyle yola çıkılmadığını kavrayabilmektedir. Bugün yaşayan Müslümanlarda tuhaf biçimde bir Ebu Talib kompleksinin yansıdığına şahid oluyoruz. Ebu Talib kendisi için “atalarının dininden döndü derler” diye kelime-i şehadeti getirmekten kaçınmıştı. Şimdi bir başka biçimde bazılarımız tıpkı Ebu Talib’in yürüttüğü mülahazalar içinde bulunuyoruz ve adeta onun gibi Rasulullah(sav)’a “Sen doğru söylüyorsun, Allah birdir” diyoruz da, iş teslim olmaya gelince, nasıl atalarının dini uğruna teslim olmaktan kaçındıysa, biz de sanki atalarımızın diniymiş gibi baktığımız bir takım “ilmi safsatalarla” İslam’ı telif etmeye kalkışmamız oluyor. Vaktiyle bizim tiyatro konusunda yapmayı denediğimiz gibi. İslam’ın hükümlerinin mahiyetinin o hükümlerin bütün rükünleri, bütün boyutları ile yaşanan bir cemaat içinde bulunmadıkça tam manasıyla kavranabileceğine ihtimal verilmez. Bu hükümler “bilgi şubesi” olarak bilinmez demiyorum. Fakat bu hükümlerin uygulamada nasıl işlediğini kavaramak ancak İslami bir cemaat yapısı içinde mümkün olabilir diyorum. İş, salt bilme noktasına indirgenirse, Müslüman olmayan herhangi bir müsteşrik bu bilgileri papağanlara mahsus bir marifetle pekâla öğrenebilir. Öğreniyor da. Ne var ki, bildiğini yaşamak vebildiğini “içerden” kavramak büsbütün ayrı bir keyfiyettir. İslam’ı “dışardan” öğrenerek onu bildim sananların İslam’a yönelttikleri eleştirilerin temel sakatlığını değindiğimiz bu noktada aramalıdır. Bu eleştirilerin sayısız örnekleri verilmiştir. Fakat hepsinin ortak noktası İslam’a İslam’ın dışında kalan bir mantıkla yaklaşmaya çabalamasında görülür. İslamdışı mantığın İslam’a ait hükümlerde akıl erdiremediği hususların bulunmasını tabi karşılamak lazım. Onlar hem Öklit’in teoremlerini kabul ediyorlar, paralel doğrular illâ da kesişsin istiyorlar. Nasıl ki, Newton’un, Galileo’nun fizikteki varsayımlarından hareket ederek fezada seyahat etmek mümkün olmazsa ve bu işi mümkün kılabilmek için fizikte Einstein’ın varsayımlarına müracaat etmek zorunlu ise; kapitalist yahut sosyalist mantıkla hareket ederek İslam’ın hükümlerini kavramaya çalışmak da o derece muhaldir. Kapitalist mantığın verilerine göre düşünenler faizsiz bir iktisadî ve ticarî hayatın nasıl sürdürüleceğine akıl erdiremezler. Çünkü kapitalist mantığa göre ortada mutlaka para alıp satan müesseseyi(banka) kaldırdınız mı, kapitalist iktisadiyatın temelini dinamitlediniz demektir. Hem kapitalist olmayı kabulleneceksiniz, hem de faize hayır diyeceksiniz. Olmaz bu. Fakat İslam’ın faiz yasağını eleştirmeye kalkışanlar, hadiseye kapitalist mantık çerçevesinde bakıyorlar. Yani hem kapitalist dizge devam etsin diye düşünüyorlar, hem de bu dizge için faizin yasaklanacağını sanıyorlar. Oysa vahiy mantığını bir an için ihmal ederek bu olaya baktığımızda, mücerret faiz kalksın diye muhakeme yürütmek aynı zamanda özel mülkiyeti reddetme sonucunu da beraberinde getirir(sosyalizm). Oysa İslam’ın faiz yasağı özel mülkiyetin yürürlükte bulunduğu bir dizge(sistem) içinde cereyan etmektedir ve faiz yasağı İslam’ın diğer bütün hükümleriyle bir arada ve aynı zamanda uygulandığında bir anlam ifade eder. İslamdışı mantığın İslamî hükümlerin uygulanabilirliği hususunda anlamakta güçlük çektiği başka bir husus da, bu hükümlerin uygulanmasının kişilerin keyfine kalmış bir iş olduğunu zannetmelerinden ileri gelmektedir. Bu zan da, Batı’nın devlet anlayışını İslam’a uyarlamak yanlışlığından doğuyor. İşte bu mantık farkı, onların İslam’ı anlamalarına engeldir. Bu mantık, devletten vergi kaçırma olayıyla zekat vermemeyi aynı şey sanmaya teşnedir. Zekatın zorla alındığı halleri bir kenara bıraksak bile, veri kaçırmakla zekat vermemek arasındaki mahiyet farkını kavrayabilmek gerek. Kısaca aktüalitedeki zihin karışıklıklarının hemen hepsinin İslami hükümlere Müslümanca yaklaşılmadığından ileri geldiğini söylememiz mümkündür. Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler-Rasim Özdenören