Yerler tahta olsun.
Koyu cilalı, uzun tahta şeritler var ya, onlardan.
Küçük kilimler atayım üstlerine ama ahşap geniş bir biçimde açıkta kalsın.
Bir tane de minicik sıpa istiyorum.
Beyaz belki.
Olmadı, siyah.
Koca gözlü.
Tahtaların üstünde tıkır tıkır yürüsün.
Hafif meyilli bir yamacın tepesine yerleşmiş, iki katlı bir ev.
Üst katta geniş bir yatak odası.
Sıpa merdivenlerden yukarı çıksın.
Ben onu indireyim.
Kocaman mutfağın kırmızı malta taşından olsun zemini.
Duvarlarına kırmızı soğan hevenkleriyle süt beyazı sarımsak hevenkleri asayım.
Gün öğlene dönerken evi bir yemek kokusu kaplasın.
Bol sarımsaklı bir yemek.
Sıpa kokuyu sevmesin, başını sallayıp, açık kapıyı tekmeleyerek bahçeye çıksın.
Hatta yüzünü buruştursun.
Mutfak raflarında içleri koyu yeşil zeytinyağı dolu ince şişeler, kavanoz dolusu reçeller, sararmış salatalıklardan turşular dizilsin.
Evin önünde bir veranda olsun.
Bahçede büyük bir ağaç
Bir manolya, bir söğüt, olmadı atkestanesi.
Küçük bir meyve bahçesi.
Uzaklardan deniz görünsün.
Köye doğru inen yamacın bir yanı bağlık olsun, bir yanı buğday tarlası.
Rüzgârda buğdaylar sarı yeşil başaklarıyla ürpersin.
Dalgalansın.
Öğlen yemeğini büyük ağacın altındaki sağlam masada yiyelim.
Koca bir çanakta bol limonlu salata.
Sarımsak soslu makarna.
Şişesi buğulanmış soğuk bir şişe beyaz şarap.
Saçma sapan konulardan konuşalım.
Köydeki fırıncının baldızıyla ilgili dedikodular yapalım.
Köye gidip geldiğimiz, İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma bir cip dursun bahçenin kenarında.
Yemekten sonra sert bir kahve içeyim.
Sonra bir rehavet bassın.
Yatmaya gidelim.
Yatak odasının pencereleri açık, perdeleri tül.
İçeri rüzgâr girsin.
Uyuyalım diye yatalım ama uyumadan serinliği hissederek kırıştıralım.
Akşamüstü kalkayım.
Başımda hafif bir sersemlik.
Güneş yavaşça çekiliyor.
Ağaçların gölgeleri uzuyor.
Sağlam bir çay demlensin.
Ev, çay koksun.
Bir macera romanı okuyayım manolyanın altındaki şezlonga uzanıp.
Öyle akıp gitsin olaylar.
Birileri birilerini kovalasın, entrikalar olsun, casuslar, hafiyeler...
Salonda koca bir televizyon.
Karşısında alabildiğine geniş, yumuşacık bir divan.
Bir film seyredelim.
Akşam yemeğini mutfaktaki masada yiyelim.
Rüzgâr hızlansın birden.
“Yağmur yağacak” diyeyim.
Sıpa bahçeden içeri girip salonda dolaşsın.
Sonra mutfak kapısının kenarına kıvrılsın.
Tıpır tıpır bir yağmur başlasın.
Gittikçe şiddetlensin.
Ağaçların, çiçeklerin, çimenlerin, üzümlerin, buğdayların kokusu yağmurun kokusuna karışsın.
Açık kapının pervazına dayanıp hiç konuşmadan karanlıkta yağan yağmuru, arada patlayan şimşekleri seyredelim.
Her gök gürültüsünde hafifçe irkilelim.
Yağmurla ilgili hikâyeler anlatayım.
Gülelim.
Yağmur yavaşlasın.
Dinmesini beklemeyelim.
Kalın muşambadan balıkçı yağmurluklarını, lastik çizmeleri giyelim.
Ağaçların, bağların, tarlaların arasından yürüyelim.
Yağmur yüzümüzden süzülsün.
Köye kadar gidip gelelim.
Çamurlu çizmeleri kapıda çıkarayım.
Muşambamı açık kapının kenarına asayım.
Yorgunca oturayım.
Hiçbir şey düşünmeyeyim.
Sonra birden, o eşsiz, o korkunç, o önüne geçilemez istekle kalkayım.
Çalışma odasına gidip masanın üstündeki lambayı yakayım.
Şöyle bir durayım.
Günlerdir aklımda dolaşan ilk cümleyi yazayım.
Bir kadeh konyak içeyim.
Hiç durmadan yazayım, gün ağarırken kalkayım masadan.
Aklımda ertesi gün yazacağım ilk satır.
Merdivenlerin dibinde yatan sıpanın üstünden atlayayım.
Mutlu ve yorgun sarılıp uyuyayım.
24.05.2009
Ahmet Altan-Taraf Gazetesi Yazıları -
Sayfa 1
-