Şöyle iri gövdeli temiz bir kavanozun içine salatalıklar dizip, su, limon, sarımsak, bir iki dal dereotu koyup, kavanozun ağzını bir bez parçasıyla örttükten sonra kapağını sıkıca kapatacaksınız.
Onlar yavaş yavaş sararacak.
Kehribar rengini alacak.
Sonra kapağını açacaksınız
Isırdığınızda, salatalıkların diri çıtırtısıyla birlikte harikulade tadını hissedeceksiniz.
Yağmurlar da başlamış olacak.
Akşam erken çökecek.
Minarelerin ışıkları yandığında, camdaki damlalara çarpıp onları karanlık pencerelerde inci kolyeler gibi ışıldatacak.
Derin, yumuşak bir koltuğa oturacaksın.
Heyecanlı, hareketli bir film olacak televizyonda.
Yanındaki sehpanın üstünde sigaran, küllüğün, birkaç kitap bulunacak.
Ayaklarını altında toplayıp sevdiğin kadın yanına oturacak.
Kalın çoraplar giyecek.
Kaba bir hırka belki üstünde.
Üşüyüp mırıldanarak sana sokulacak.
Hiç konuşmadan filmi seyredeceksiniz.
Film bittiğinde, sakın o bir şey söylemeden sen bir şey söyleme, belki de film hakkında hiç konuşmayacaksınız.
Öyle oturacaksınız.
Şöyle kaba yünden, zırh gibi bir yorgan almalısınız.
Yattığınızda, yatak soğuk olmalı önce.
Bir zaman kımıldamadan durmalısınız.
Yorgan sizi güvenle koruyup ısıtmalı.
İyice ısınınca, kıpırdanacaksınız.
Uyandığınızda hâlâ yağmur olacak.
Ağaçlarda hışırtılı bir rüzgâr.
Pencereyi açıp derin bir soluk alacaksın.
Soğuk yüzünüze çarpacak, telaşla içeri çekeceksin başını.
Sonra bir daha açıp pencereyi, yaramaz bir çocuk gibi kafanı gene dışarı uzatacaksın.
Yanakların biraz kızaracak.
Kalın bir kazak giyeceksin, üstüne şu damalı oduncu gömleklerinden birini.
Ayağında kalıbı çoktan bozulmuş kadife bir pantolon.
Kahvaltıdan sonra yağmurda birlikte yürüyeceksiniz.
Şemsiye almayın bence, kukuletalı yağmurluklardan giyin.
Varsa belki lastik çizmeler.
Döneceksiniz sonra.
Masana oturacaksın.
Olmayan insanları toplayacaksın etrafınıza, onlar konuşacak sen yazacaksın.
Yüksek sesli bir müzik çalacak.
Oda müziği belki...
Belki de bir konçerto...
Belki bir sonat...
Müslüman dostları kızdırmak pahasına küçük bir kadehte akik rengi konyak, o kadeh olmadan, “olmayan” insanlarla konuşmak, onları dinlemek zor çünkü.
Gırtlağın yanacak.
İçerlerden, evin derinlerinden sıcacık bir yemek kokusu.
Kapının pervazına dayanmış gülümseyen bir yüz.
Bir şey söylemeden bakacak.
Hiç sormadan yemek yiyecek misin yoksa biraz daha mı çalışacaksın onu anlayacak.
Sen çalışacaksan, o da gidip içerde kitabını okuyacak, yazacakları varsa yazacak.
Hafifçe utanacaksın.
Onca işi arasında, sana bakıp, seni beslediği için.
Garip bir hüznü de içinde barındıran, mutluluğa benzer bir minnet duyacaksın.
Sakın aklındakilerin hepsini yazma.
Hemingway’in kuralını unutma.
Masadan kalktığında mutlaka aklında yazılmaya hazır bir paragraf olsun.
Yeniden döndüğünde, seni o paragraf karşılasın.
Alsın seni, yeniden yazdıklarının arasına sokuversin usulca.
Yabancılık çekme.
İlk oturduğunda ağaçları, müziği, rüzgârı duy, penceredeki yağmuru gör.
Sonra silinsin her şey.
Sen yeniden “olmayan” bir âlemin kapısından geç.
Hava kararırken masanın üstündeki lambanın düğmesine bas, turuncu renkli bir aydınlık vursun harflere.
Gece çöktüğünde sandalyenden bitkin bir şekilde kalk.
Kalın tahta masanın üstüne dizilmiş tabaklarda akşam yemeği.
Ve sararmış, kehribar rengi turşular.
Dereotu ve sarımsak kokusu.
Boşver ölümü, boşver hayatı.
İyisin işte.
Yazılacak iki satır yazın...
Kütürtülü turşuların...
Bir de sevip güvendiğin bir kadının varsa...
Ne hayat dokunur sana, ne de ölüm.
08.09.2008
Ahmet Altan-Taraf Gazetesi Yazıları -
Sayfa 1
-