Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
0
Baskı Tarihi
2000
ISBN
975-7462-94-2
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Ahmet Hamdi Tanpınar'ın çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış yazılarından derlenen "Yaşadığım Gibi" yazarın, şair, hikayeci - romancı ve edebiyat tarihçisi olarak millî kültürümüzle ilgili özlü fikirlerini yansıtmaktadır.
Seyahat denen yalnızlık mektebi.
Seyahat denen yalnızlık mektebi. Hep ayni hızla çok uzaklara sıçrayan, geldikleri yere dönmek veyahut büsbütün kaybolmak için bir yığın şeyin bize gelmesi, bize çarpması, bir taraflarımızı kanatması, acıtması. Dün akşam Champs-Elysees'de oturduğum kahvede büyük bir kuş sürüsünü ürkütmüş bir adama benziyordum.Bana doğru gelen bir yığın renkli ve telâşlı uçuş, yüzümü, gözümü sıyırıp geçen kanatlar.
Ve sonra boşluk...
Bazan bu kadarı bile olmuyor. Her şey, bütün hayat, ölü bir dalga gibi ayaklarınızın ucunda kırılıyor. Ve siz, kirli bir suda bir yığın çakıltaşı, yosun parçalan arasında yanlızlığınızı seyrediyorsunuz.
Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
0
Baskı Sayısı
0. Baskı
İlkgençlik yıllarının geçtiği köy ve çiftlik ortamı, Cesare Pavese'nin ilk şiirlerine olduğu kadar Ay ve Şenlik Ateşleri adlı ilk romanına da esin kaynağı oldu. Çocukluğu yoksulluk içinde geçti. Lisedeyken iki yakın iki yakın arkadaşının intiharları, Pavese'yi çok etkiledi. Ondaki 'intihar' eğilimi, böyle başladı. Üniversitede edebiyat okudu. Amerikan edebiyatının dev yapıtlarını İtalyanca'ya çevirdi. Özgürlük ve demokrasi ağırlıklı çevirileri ve yazıları yüzünden Faşist yönetimce tutuklandı, bir yıl kadar hapis yattı. 'Kısık sesli bir kız'a aşık oldu.
Türü
Roman
Sayfa Sayısı
232
Baskı Tarihi
2007
ISBN
978-975-470-125-8
Baskı Sayısı
5. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Mütercimi
Hülya Tufan
Orijinal Adı
Il deserto dei Tartari
Tatar Çölü, 2. Dünya Savaşı sonrasında parlayan modern İtalyan edebiyatının ilk ve en usta ürünlerinden biri, çağdaş dünya edebiyatında da önemli yer edinmiş bir eser. Genç ve hevesli bir teğmenin, ilk görev yerini çevreleyen uçsuz bucaksız çölle “savaşı”. Çöl, hem teğmenin muhtaç olduğu düşmanı ondan esirger hem bizzat “düşman”ın yerini tutar, hem de gizemli, tarifsiz varlığıyla genç teğmeni cezbeder. Gerçek-dışı, soyut bir mekanda, zamanda, zeminde, olaysızlığın ortasında insana ilişkin en can alıcı sorular...
Ölmek! Ama Nasıl?
Çünkü açık havada, kargaşanın ortasında, henüz genç ve sağlıklı bir bedene sahipken, zafer borularının öttüğü anda ölmek güzel olabilir; ama bir hastane koğuşunda uzun uzun acı çektikten sonra ölmek daha kötüdür herhalde; evde, sevgi dolu inlemeler, hafif ışıklar ve ilaç şişeleri arasında ölmek daha melankoliktir. Ama bilinmeyen, yabancı bir diyarda, sıradan bir han odasında, yaşlı ve çirkinleşmiş bir biçimde, dünyada, arkada hiç kimsenin kalmadığını bilerek ölmek kadar zor hiç bir şey olamazdı.
Türü
Hikâye
Sayfa Sayısı
158
Baskı Tarihi
Şubat 2009
Yazılış Tarihi
1997
ISBN
978-975-263-668-2
Baskı Sayısı
8. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Seval Akbıyık
Nazan Bekiroğlu'nun Timaş yayınlarından çıkan bir kitabı.. Yer yer roman tadında, sır kapılarını aralatan bir kitap.
Âyine-i Mücellâda Nihanız
Y/Yolculuk/
/Baharın ilk kuşları/
Ne çok sıkıntı çektik ömrümüz ilerledikçe, üstelik ölümlüydük.
Onca güzeldik, onca güzelliğin nereye gittiğini düşünüp acı çekiyorduk. Kuşkusuz bir daha dönmemek için gittiklerinden olacak bunca güzeldiler. Dahası bir zamanlar olduğumuz 'ben' de onlarla beraber gittiği için.
Baş döndürücü bir hız içinde sürüklenerek biteviye çirkinleşiyor, biteviye olmamız gerekenden başka bir şeye dönüşüyorduk. Yok oluyorduk. Ya onca güzelliğimize ne oluyordu? Yoksa onca güzelliğimiz de sadece bir aldatmacadan mı ibaretti?
Kuşkusuz onları görmemizi sağlayan ışıktı aşk. Onun ışığında bütün ırmaklarımız yataklarına dönüyordu.
Onun ışığında bütün acılarımız güzelleşiyor ve bütün acılarımız bizi güzelleştiriyordu ve biz yalnızlığımızdan azizeler yaratıyorduk. Başımızın üzerinde nurdan hâleler yoktu ama çarmıhımızı sırtımızda taşımadığımızı kim iddia edebilirdi? Her gün ne kadar çok çirkinlik gördük. Gözlerimizi ve kulaklarımızı ne kadar kapamaya çalıştı isek de her birinin yansımasıyla sadece, kalbimizi siyah bir leke sahiplendi. İstidadımız güzele olduğu halde, kalbimizde o kocaman kara lekeyi taşırken güzel olduğumuzdan herhangi birine bahsedecek güce sahip olduğumuzu nasıl iddia edebilirdik?
Oysa biz hattat, mavi ırmaklar içinde doğmuştuk. Ağaç kovuklarından mavi ışıkların yükseldiği bir gece. Çobanlar ateş etrafında kır türküleri söylüyorlardı. Gökte mavi bir yıldız, 'ruhu besleyen', ufka çok yakın bir yerde tabiatın sırrını fısıldayacak kadar yakın gibi görünüyordu. Kalbimizde o siyah leke yokken daha, hayatı ve ölümü ve hattâ aşkı tanıdığımızı iddia ediyorduk. Kan ve ter içinde sırılsıklam, yaş içinde, atlarımızı mermer sunak kalıntılarının buz gibi sularında serinletiyorduk. Saçlarımızı arkadan tek örgü yapıp berrak su kıyısına eğildiğimiz zaman, ne kadar güzeliz, diyorduk. Su kıyısında öyküsünü bildiğimiz nergisler. Su kıyısında kendi görüntümüze âşık olabilecek kadar her şey yerli yerindeydi ve ırmaklar yaratıldıkları gün daha takip ettikleri seyr üzre yataklarında akıyorlardı.
Ne kadar kolaydı gökte yıldız damlalarının birdenbire ve teker teker kopması. Karanlık ne kadar kolaydı. Ne kadar kotaydı içimizden havalanan güllerin sönüvermesi. Hep tökezledik yollarda. Bütün dallar elimizde kaldı. Gökkuşağına bakarken içimizin her zerresi, bütün kapılar hep aynı renkte sadece gri idi. Hep tökezledik yollarda. Taşlar ayaklarımızı ve çıplak dallar yüzümüzü kan içinde bıraktı.
Çok yorgunduk, çok yorgunduk ve dinlenmek için bize serin bir su uzatacak kimsemiz hiç olmadı. Sadece başımızın üstündeki ürkütücü siyahlıktaki sonsuzluk içinde asılı duran bir bedr-i hilal halimizden anladı. Ve onun, durgun su içine düşmüş görüntüsü.
Çok yorgun olduğumuz gibi çok da yalnızdık. Hep kendi halimize ağladık. Issız adada yol alırken, atımızı son gücümüzle mahmuzlarken biz, sonsuz karanlıkla taş kulelerin arkasında bulutlar yarıldı. Bulutların yarıldığı yerden senin ve benim için sadece o bedr-i hilâl ağladı. Ve onun durgun su içine düşmüş görüntüsü. Bu o hilâli ve onun en az kendisi kadar olağanüstü güzel görüntüsünü gönlümüzde taşımaya taliptik. Lâkin çok geçme¬di ve biz ahde vefasızlıkla karşılaştık. Kalbimizde siyah bir leke belirdi. Kalbimizde beliren o siyah leke bedr-i hilâlimizde de belirdi. Sadakatsizlik ve vefasızlıkla her karşılaşmamızda, sadakatsizlik ve vefasızlığı ve ihaneti her öğrenmemizde, kalbi¬mizdeki siyah leke biraz daha büyüdü ve bedr-i hilâlimizin ışığı, ışığı bedr-i hilâlimizin, vefasızlığı her gördükçe gözlerimiz, biraz daha söndü. Gün geldi başımızın üzerinde asılı duran ve bize en zor günlerde bile, en karanlık gecelerde bile güzelliği ikaz eden bedr-i hilâlimiz, kapkaranlık bir salkıma dönüştü, dönüşmekten öte, karanlığın kendisi oldu. Su kıyısında karacalar ve ceylânlar ne çok ağladılar.
/Yolculuk sonu/
Yer o yer ama ne ben aynı ben’im ne sen aynı sen’sin.
Üstelik sen ve ben, ben ve sen de değiliz.
Türü
Diğer
Sayfa Sayısı
408
Baskı Tarihi
Aralık 2007
ISBN
978-975-995-093-4
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
İnci Enigün
Neden Altını Çizdim?
inanılmaz etkileyici bir söz herhalde bir yere yolculuğa çıkarken biri bana böyle deseydi olduğum yere yığılırdım
Taşa toprağa selam söyle
Giderken ablamın sözü; ''taşa toprağa selam söyle'' Bu ihtiyar kadın nasıl bu korkunç sözü buldu? Bütün hayat acılığıydı bu söz.''taşa toprağa selam söyle'' kimse kalmadı ki... Ben de yavaş yavaş öyle olmuyor muyum!
Türü
Köşe Yazısı
Sayfa Sayısı
488
Baskı Tarihi
2003
Yazılış Tarihi
1993
ISBN
978-975-437-101-7
Baskı Sayısı
5. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
R.Güler-E.Kılıç
Bunaltı Edebiyatı ve Türkiye
Bütün kıymet sistemlerini yıkılması, harpler, ihtilal ve inkılaplar sonunda,Sartre'nin dediği gibi, ayaklarının altındaki yer sarsıldı.Şimdi insan,yer ve gök arasında tutunacak hiçbir sağlam yer bulamadan, korkunç bir yalnızlık içinde yaşıyordu.
Sayfa Sayısı
391
Baskı Tarihi
1999
ISBN
9789753422376
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yalnızlık
"... Yüzyıldır hiç konuşmadım, hep bekledim, karanlıkta bekledim, yalnızlıkta bekledim, yalnızlığımda bekledim. Kitaplar okudum, filmler seğrettim, düşünceler geliştirdim. Hayatıma değğin sahneler yazdım, sahneler tasarladım, bunları canlandırmak istedim, ümit ettim, düş kurdum, gelecek biriktirdim. Erteledim, erteledim. Yüzyıldır hiç konuşmadım, hiç konuşamadım.Hiç kimseyle konuşamadım. KİMSE. KİMSE. KİMSE.Kim, kimin kimsesi olabiliyor ki sevgili prensim?Herkes önünde sonunda kendi kendinin kimsesi oluyor.Hiç kimse yoktu ki zaten, nasıl olabilirdi hem? Bütün çevremi uykunun kundağı sarmışken, sarmalamışken? Düşlerimin sessizliğinde yaşadım.
Düşlerimin sessizliğini,
sesizliğin karabasanını,
nasıl anlatabilirdim size? Uçucu görüntüler ve büyük bir sessizlik içerisinde ayak sürüdüm bunca yıl.
Tek bir sözcük, tek bir sözcük bile etmeden, düşlerimin sessizliğinde yaşadım. Tek bir sözcük, tek bir, tek...
Yalnız adam
fakat işin garibi, aynı merhalelerden geçmelerine, içlerinde aynı zemberekler çalışmasına rağmen, kendisinde belki onlarla en iyi anlaşacak taraftan habersizdi. hayır, oturmak, onlarla konuşmak beyhudeydi. bütün bu insanlar dostlarıydı. tıpkı bu kahve, bu ağ, bu duvara dayalı direkler, biraz ilerdeki cami, çeşme gibi hepsi dostuydular. hattâ şu iskelede her sabah kendisini bekleyen ve buraya kadar peşinden gelen, belki de ta yukarıya kadar onunla çıkacak olan siyah kıvırcık tüylü köpek yavrusu da dostuydu. fakat bugün Mümtaz sevincinde yalnızdı ve bu hep böyle olacaktı. yarın ıstıraplarında yalnız kalacak. bütün tanıdıkları, dostları için bir muamma, bir meçhul. yahut hayatın kenarına fırlamış bir rakam olacak, öbürsü gün öldüğü zaman da aynı şekilde yalnız ölecekti...''