Aklın kutsanması ve kelam

Müslümanların diğer inanç mensuplarıyla karşılaşmaları, özellikle de hummalı bir çalışma sonucunda Arapçaya aktarılan binlerce yıllık felsefe birikimi anlayışlarda değişikliklere yol açmıştır. Sonuçta bilginin kaynağı ile ilgili İlâhî esas, anlaşılan biçimiyle düşüncelerde bozulur. Önceki Müslümanlar, insanın ancak Allah’ın insana bildirdiği kadarını bilebileceğine (Bakara; 255), gaybı ancak Allah’ın bileceğine (En’am; 59) bu bilgileri eğer Allah insanlara bildirmeyi dilerse bunun yolunun vahiy olduğunu (Cin; 26-27) son vahyin ise Hz. Muhammed (sav)’e geldiğini ve ondan sonra kesildiğini, sonuç itibarıyla bilginin kaynağının öncelikle Kur’an ve ona bağlı olarak Sünnet olduğunu bilir ve ona göre yaşantısını düzenlerler. Bu anlayış ve inancın bozulması, insanları alternatif bilgi kaynakları aramaya iter. Önce akla sarılınır. Bilginin tek ve asıl kaynağının akıl olabileceği düşünülür, insanın, aklı aracılığıyla bilinmesi gerekenleri bilebileceği zannedilir. Hatta öyle ki bazıları akılla nakil (vahiy bilgisi) çatışacak olsa aklın tercih edilmesi gerektiğini belirtirler. Görünüşte vahyi inkar etmeyen tavrın, gerçekte aklı vahyin üzerine çıkarmasından başka birşey değildir bu. O anlayışa göre aklın yanılabileceği kabul edilmek istenmez. Vahyin bile yorumu çoğu zaman asıl biçimi dikkate alınmadan sadece akıl aracılığıyla yapılır bir duruma gelinir ki, bu süreçte akıl vahye değil vahiy akla tabi kılınır. Akıl-nakil tartışmalarının sonucunda bir düşünce ekolünün oluşması gecikmez. Bu Kelâm’dır. Böylelikle kendisiyle ilgili olarak gelecekte ne kazanacağım (başına neler gelebileceğini) ve nerede ne zaman öleceğini bilemeyen insan, duyularıyla hissedemediği, aklının sınırlarını aşan varlığı, Allah’ı tartışmaya, onun sıfatları, özellikleri konusunda düşünceler üretmeye başlamış olur. Nasıl olsa bir kez sonsuz oranda tevil kapısı açılmıştır, işe gelmeyen naslar tevil edildikçe edilir. Naslar düşüncelere uydurulur, düşünceler naslara değil. Önceden de belirttiğimiz gibi bu aklı mutlaklaştırmaktan başka birşey olmaz. Çünkü akılla, istenmeyen tevil ediliyor, aklın ulaştığı doğru kabul ediliyorsa, orada nassın mutlak doğru kabul edildiğinden bahsedilemez. Doğru kabul edilen, ölçü olan birşey vardır ki o da akıldır. Bazan da yapılan işlere meşruluk kazandırmak için hadisler uydurulur. Amaç aklı biraz daha yüceltebilmektir. En tartışılmaz vahiy ürünlerini bile tevil edenler işlerine geldiği için mevzû hadisleri veya zayıf senetli hadisleri mutlak doğru gibi kabul etme eğilimi gösterirler. Bu onların kendi içlerindeki çelişkinin açığa çıkışından başka birşey değildir. Konuyla ilgili olarak “Kişinin aklı dinidir”, “Aklı olmayanın dini de yoktur.”, “Allah, kendisi için akıldan daha değerli bir varlık yaratmamıştır.”, “Akılca ileride olan, Allah’a yakınlık bakımından daha önde olur.”, “Herşeyin bir esası vardır; Müslümanın dayandığı esas, akıldır.”, “Allah’ın ilk yarattığı şey akıldır.” gibi mevzû veya zayıf senetli sözler sloganlaştırılır, davanın temelleri olarak kullanılırlar.
Celalettin Vatandaş - Vahiyden Kültüre - Sayfa 62

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
416
Baskı Tarihi
Nisan 2013
ISBN
978-975-352-011-9
Baskı Sayısı
9. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Pınar
Allah (c.c), kendi yolunun küllenmiş işaretlerini hatırlatmak için zaman zaman peygamberler göndermiştir. Bu peygamberler, mesajlarını yaymaya çalışırken hem kendilerini engellemek isteyenlerin, hem de taraftarlarının zulümlerine maruz kalmışlardır. Bu taraftarlardan bir kısmı peygamberin getirdiği sahih inancı olduğu gibi yaşamaya çalışırken, bir diğer kısmı kitabı tahrif etmek, bidat ve hurafelere tâbi olmak ve peygamberlerini adeta ilahlaştırmak gibi durumlara düşmüşlerdir.