Türk edebiyatının bugüne kadar beynelmilel bir kıymet almaması, insanlığın müşterek dâvalarından hiç biri üstünde reyi olmamasındandır. Reyi olmak değil, bize dünyanın tefekkür tarihinden miras kalan meselelerin kenarından bile sürtünüp geçmeyen muasır Türk edebiyatı, basit bir lirizm veya daha basit ve mahdut bir sembol âlemi içinde, haz ve elem tuğyanlarından ibaret, iptidaî bir heyecanın fışkırışına münhasır kalmıştır. Kıymetine, yalnız ham maddesinin yüksek ve halis kalitesine bakarak hayran olduğumuz bu ifade, kendine göre bir dünya görüşü yaratabilecek bir zekâ eseri olmaktan çok uzak, masum bir ruh çırpınışıdır.
Ancak sevgilisi, karısı, yahut nihayet memleketi için inleyerek, çığlık kopararak bunun dışındaki bütün meselelere karşı daima tasasız, meraksız duran bu ruh, şiirde bir Goethe'yi, bir Shakespeare'i, bir Mevlânâ'yı, bir Varlery'yi, bir Balzac'ı, bir Flaubert'i, bir Proust'u, bir Gide'yi ve tenkitte bir Lemaitre'i, bir Massis'yi ilh... çığrından çıkaran "yaratılış, hayat, ölüm, varlık, Allah, içimizle dışarının münasebeti, maddenin sırrı, hiçlik ve yokluk,: bilgi nazariyesi, fert ve cemiyet, benlik ve şuur ilh..." gibi esas problemlerden doğma hiç bir felsefî veya metafizik sıkıntı geçirmemiştir. İptidaî dindarlık, vatanperverlik veya milliyetçilikten başka tam bir ideoloji kavrayışıyla siyasî bir temayülü bile doğmamıştır.
Ne metafizik, ne felsefi, ne de sosyal bir dünya görüşü, bir insan anlayışı getirmeyen muasır edebiyatımızın beynelmilel söz âleminde söyleyebileceği hiç bir hususî fikri yoktur. Bunun için beynelmilel olamadı.
Edebiyatımıza verilecek veçhe, onun rotasını memlekete çevirmek değildir. Memleket sözü tek başına yalnız aşk ve manzara ifade eder. Bu memleketin bahtı üstünde düşünebilmek için tefekkürün halis köklerine, insan zekâsının etrafında açılan uçurumların dibine kadar inip çıkmak gerek. Dünyanın korkunç ve karışık ifadeli gözlerinin içine dikkatle, bilgiyle, cesaretle dalarak bakmadan kendimiz hakkında nasıl bir hüküm sahibi olabiliriz? Aşk ve manzara olarak memleket, Türk edebiyatını bol bol dolduruyor. Aşk olarak Namık Kemal'in şiirinde, manzara olarak Fikret'in ve Akif in şiirinde, galip unsur halinde memleketten başka ne var? Fakat onda da, şunda da, bunda da olmayan şey, bir insanı muhite, bir muhiti memlekete, bir memleketi dünyaya ve dünyayı varlığa bağlayan geniş münasebet üstünde çırpınan ve yayılan, sezen, düşünen ve kavrayan, bir kâinat vizyonu arayan büyük meraktır. Olmayan şey bu merakın doğurduğu kültür alâkalarıdır. On dokuzuncu asrın herhangi bir Rus edebiyatçısının 200 yıl önce yaşamış bir Fransız filozofunun, bir Pascal'ın düşüncelerine ve azabına aşina çıkaran merak; Aristo'yu veya Eflatun'u bugün Berlin, Paris veya Roma artist kahvelerinde hâlâ iki genç adam gibi oturmağa çağıran merak; Avrupa'nın bütün şâirlerine, romancılarına, tenkitçilerine ahlâk, estetik, felsefe veya metafizik bahsinde ciltler yazdıran merak.
Bu merak ve alâka bizim edebiyatımıza birkaç senede girmeğe başladı. Onu da çocukluğundan itibaren bel-kemiğinin ortasına üç ihtilâlin ve dört harbin uyandırıcı ve yerinden fırlatıcı tekmesini yiyen en genç edebiyat nesli getiriyor. Getiriyor ve anlatmak istiyor ki, dünya meselelerinden ve tefekkür tarihinden apayrı, başlı başına, işi sadece fantezi yavrulamaktan ibaret, sadece "edebiyat" diye bir şey olamaz.
Çok yakın arkadaşım Burhan Toprak, birkaç sene evvel "Türk edebiyatının meselesi yoktur" diye güzel bir çığlık savurduğu zaman, Türk edebiyatının kendine ait en mühim meselesini ortaya atmıştı. Edebiyatta bizden evvelkiler bize aruz-hece münakaşasından, millî-gayrı millî, memleket-gayri memleket tezadından, Fuzulî'nin Türk olup olmadığından başka hiç bir mesele getirmediler. Bugün dünyaya ve bize heyecan veren fikir dâvalarından bahsettiğimiz zaman da, edebiyatımızın an'ane-sine lâyık bir tasasızlık ve aldırış etmemezlikle susuyorlar. Bütün o şâir, romancı ve tenkitçi kalabalığından elimize Avrupai haysiyette bir tek "essaî" bir tek fikir etüdü, hattâ belli başlı bir tek şahsî fikir makalesi geçmemiştir.
Biz kendimizde ve bizden sonrakilerde, bir memleketin edebiyatını dünya mizanındaki tecessüs ve tefekkürlere bağlayan alâkayı uyandıramazsak, bakışı burnunun ucuna yapışan bu tasasızlığı yıkamazsak, Avrupa'nın hazır doktrinlerine gözleri yumulu gönül bağlayan birkaç avare delikanlının Marx-Engels hulâsalarını ezber etmelerine de bir uyanıklık işareti imiş gibi bakarsak, beynelmilel edebiyat içindeki kıymetimiz dünkülerden pek farklı olmayacaktır.
/../
Sabit noktalara saplanmayarak bütün tezleri ve antitezleri kucaklayan geniş bir tecessüs ve kültür... Ey genç! Başka yolun yok.
Kültür Haftası, 26 Şubat 1936
Sanat-Edebiyat-Tenkit -
Sayfa 80
-
Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
324
Baskı Tarihi
1999
Baskı Sayısı
2. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Bir sanat eseri, yaratıldığı devre göre ve o devrin hassasiyetini, zevkini ve anlayışını en iyi ifade ettiği için mi değer kazanır? Yoksa o devri aşan, her zaman için taze, hatta her zaman yeni güzelikleri keşfedilen ebedi değerlere mi sahiptir? Başka ve daha kestirme bir deyimle, bir eserin, bilhassa bir şaheserin değeri "tarihi" midir, "ebedi" mi?
Batıda bu mesele çok münakaşa edilmiştir. Geçen asrın büyük Fransız tarihçisi ve filozofu Ernest Renan "İlmin Geleceği" adlı meşhur eserinde tarihi görüşü savunur.
"Mutlak bir hayranlık daima sathidir.