Theresa, Rus kültürünün daha halen toplum denilen soyutlamayı bireyden yüce tutan Aydınlanma öncesi ortaçağ dünya görüşünü yansıttığını savunurdu. Bunun böyle olduğunun bir göstergesi de, Avrupa'da toprağa bağlı kölelerin on beşinci yüzyılın ortalarında azat edilmiş olmalarına karşın, Rusların bu noktaya ancak üç yüzyıl sonra gelebilmiş olmasıdır. Rusya'da insan hakları meselesinin, çözümü şöyle dursun, gündeme dahi yeterince gelmiyor olmasını da Rusların bütünü parçalarından üstün tutmasına bağlardı. Rus insanının kendisinde bireysel yaşamını iyileştirme hakkını görmediğini; bu bağlamda, Bolşevik Zudin kadar, on dokuzuncu yüzyılın Romantik Panslavizmini diriltmeye çalışan Soljenitsin'in de, gelişmiş Avrupa'nın geride bıraktığı bir düşünce sisteminin ürünü olduğunu anlatırdı.
Theresa'yı dinlerken, ulus ya da toplum şöyle dursun, Allah'a bile vizyon yüklemeyen Batılı dünya görüşü doğrultusunda, aşk'ın da azgelişmişlik sınıfına giren bir yanılsama olarak değerlendirilmesinin kaçınılmaz olduğunu düşünmüştüm. Nitekim öyleydi; Theresa üzgündü ama aşk'ın bir anakronizm olduğunu itiraf etmek zorundaydı.
"Bir sabah uyanıyorsunuz ve yoksunuz. Aynaya bakıyorsunuz, yüzünüz aynı yüz, elleriniz aynı eller... Bedeninizi yokluyorsunuz, orada duruyor... Ama siz hükümsüzleştirilmişsiniz, yoksunuz... Tapındığınız Allah'ın kitabı da dahil olmak üzere her şey, herkes değişmiş, tanımıyorsunuz... Rusya'ya ve bana böyle oldu."
Gogol'un İzinde dörtlüsünün Rus kahramanı, Prens Aleksi Kristovoviç Zelenski'nin dediği gibi: "Diriliş, ancak isteniyorsa gerçekleşebilir; ancak o zaman mümkündür."