Neden Altını Çizdim?
"Kuşlara benzer kelimeler, odana dolarlar bir akşam. Nereden gelirler bilinmez. Kâh çığlık çığlığadırlar, kâh sesleri işitilmez. Çiçeğe benzer kelimeler, turuncu, erguvan, beyaz. Bir rüzgâr sürükler hepsini. Bulutlara güven olmaz."
Cemil Meriç
Cemil Meriç
İnsanın kendisinin bile orada yabancı bir dinleyici olduğu, bir şeyler söylemiş olmak için değil, bir şeyler işitmiş olmak için söylediğimiz, söyleme alçaklığına artık boyun eğmeyen sözler... Onları düşünmek gerek, açıklaması yok. Var ama dille, kelimeyle değil. Onun açıklaması halvettir; bir yüz buruşturma, alnın üstünde bir dalgalanma ve parıltı, bir dudak titremesi, ağır ve acıklı bir susuş, özlem dolu acı bir tebessüm, başın ve boynun hızlıca sallanışı, dilin hızla dönüşü, bir dudak ısırma, parmakla şakakları tırmalama, yürüme, kendini bahçeye, sokağa, caddeye vurma... İşte bunlardır bu sözlerin cümleleri ve kelimeleri...
Bir de düşüncenin bile ulaşamayacağı sözler var. Havalanır, ağırlıksız hale gelir ve sadece hayaller göğünde uçarlar. Sanki yoklukta uçan kuşlardır. Karışık bir rüyanın içinden geçen kaçak gölgeler gibi, gözlerimizi birden sımsıkı kapatıp sıkarken, gözümüzün önünde uçuşan, hemen dağılıveren rengarenk güzel daireler ve zerreler gibi... Ne sözlerdir bunlar! Ne kadar hafif, şekilsiz ve zarif! Letafetin cinsinden, güzelliğin soluğundan doğan, tavus tüyünün renkleri gibi... Herşeyden kaçıp, boş bir odaya, büyük ve sınırsız bir yalnızlığa sürünmek, ışığı kapatıp yalnız başına oturmak, bir sigara tüttürüp bu dilde konuşmak gerek. Yok yok, oturup, her çekişte gülümseyerek karanlığın bir yanını yakan sigara ateşinin koyu ışıkları altındaki belli belirsiz dumanların arasından o renkli, sınırsız, ağırlıksız ve şekilsiz sözlerin uçuşunu seyretmek lazım. Ne muhteşem, ne düşsel bir ateş oyunu...
Bir de artık hayalin fezasına sığmayan, orası bile kendilerine dar gelen, hayallerin bile kendilerine ayak uyduramadığı, asla planlanmamış sözler vardır. Birbirlerinden ayrılmış ve kopmuş değildirler. İç içe geçmiş, kaynaşmış, terkip olmuş, büyük, ağır ve donuk kocaman bir kaya oluşturmuş, sadece ağırlığını, ihtişam ve azametini göğsümüzün üstünde hissettiğimiz, takat yetmez baskısı altında şaşkınlık, bunaltı ve acıdan dolayı sessizce durduğumuz milyarlarca anlamdırlar. Bu sözleri açıklayan özel dil, bir tür "sükût"tur.
Bir de kararsız, bitkin, bir yerlerde duramayan, rüzgarın elinde dönüp duran hafif tüyler gibi bir türlü duramayan, kelimeleri sarhoş olmuş sözler vardır. Sersemlemiş, ürkmüş, başı dönmüş, sarhoş haldedirler. Ayaklarına bağ vurdurmazlar. Ateşin üzerinde üzerlik otu gibi yalpalar, uçuşur, döner, ne yapacaklarını bilmezler. Kelimeleri ayrı ayrıdı, yan yana durmaya dayanamazlar. Bu cümle bir şarkıdır, ritimdir, sürekli bir inleme ve nağmedir. Şarkının, müziğin, okumanın, mırıldanmanın ve inlemenin bu kelimelerin dili olduğu yer burasıdır. Ruhun yaralı veincinmiş tellerini titreten, birbirini izleyen tınılar, yumuşak ve tatlı bir müzi; bir senfoni, bir sonat, Meskoviç'in "ay ışığı sonatı", içinde bütün kara acıların ve sözlerin çınladığı bir caz çığlığı...
Bir de sadece bakışların söylediği sözler vardır. Bunu pek çokları anlar, pek çok kişi, hatta ortalama insanlar bile. Ne var ki bakışların dili de ağızların dili gibi, hep aynı seviyede ve aynı türde söz söylemez...
Çöle İniş (Hubut - Kevir) -
Sayfa 469
-
Türü
Diğer
Sayfa Sayısı
527
Baskı Tarihi
Eylül 2010
ISBN
978-605-5482-00-8
Baskı Sayısı
0. Baskı
Basım Yeri
Ankara 2010
Mütercimi
Prof.Dr.Hicabi Kırlangıç - Prof.Dr.Derya Örs
Orijinal Adı
Hubut der Kevir
Birden elindeki elmayı uzattı ve gözleriyle benden onu dişlememi istedi. Fakat ben dudaklarımı daha sıkı kapattım. Yüreğimdeki dilsiz bir duygu diyordu ki an, büyük bir inkılâp anıdır. Bütün varlık olduğu yerde durmuş heyecanla bekliyordu. O, bir isyan alevi gibi karşımda dalgalanıyor ve sabırsız yakıyordu beni. Bense kalbinde korkunç bir volkanın patlamak için sabırsızlandığı dağ zirvesinin sakinliğine sahiptim. O her an daha kararlı ve saldırgan, ben her an daha tereddütlü ve ezgin. Günah duygusu.