"Öz Türkçe" deyip durduğumuz, pürüzleri ayıklanmış, yabancı tortulardan elenmiş ve süzülmüş güzel dille yazmak hem çok kolaydır, hem de çok güç.
Kolaydır; eğer yazının içinde mücerred fikirler, mefhumlar, ilim tedbirleri ve ıstılahları değil de basit maddî eşya arasındaki münasebetleri anlatmakla kalacaksak.
Meselâ: "Bir keskin ok gibi yüreğimi delip geçen bakışlarında bir kaplan derisinin menevişli ve soğuk pırıltısı var. Dizimde yatan altın başında güneşi içmiş sıcak, parlak bir dalga gibi köpüren saçlarına uzanan bu ufacık el senin mi? Ne arar oralarda? Eşinden ayrılmış bir kuş gibi o altın ormanda yolunu şaşırmasın, yavrum!" Alabildiğine uzatabileceğimiz bu türlü soğuk ve alelâde âşıkdaşlık edebiyatı içinde yabancı söz bulundurmamak çok kolaydır. Öz Türkçe örneği olarak, piyasaya her eli kalem tutanın bir saniyede karalayıvereceği böyle kof ve yavan bir yığın cümle süren şair ve fıkra muharrirleri için "pırlanta gibi Türkçe'si var, sedef gibi İstanbul diliyle yazıyor!" hükmünü verenlerimiz az değildir. Mevzuun bu kadar boşluğunu bir kere kabul etmiş olduktan sonra en temiz, en güzel, en öz Türkçe konuşan büyük hatipleri altı yaşındaki çocuklar arasında bulmak mümkün olur. "Anne! Kapının önünden bir dilenci geçiyordu. Benden para istedi. Avucumda senin bana demin verdiğin gündelik vardı. Elimi uzattım ve bu parayı ona verdim. İyi etmedim mi?" diye soran çocuk, yukarıda, yazılarından bir parçayı taklid ettiğimiz herhangi bir şair veya muharrirden şüphesiz daha temiz ve tabiî Türkçe söylemiş olur.
Öz dilden maksat ne biri, ne de ötekidir; dâva bilhassa mücerred fikirleri elden geldiği kadar, yani lengüistik tekâmül prensiplerini örselemeden, Türk şivesini ve nahvini bozmadan yabancı sözleri atarak bildirmektir. İş-te güç olan budur. Ben hiç bir zaman Ömer Seyfed-din'den veya Refik Halit'ten bahsedilirken bunların güzel Türkçe yazmalarına hayran olanların mantığını anlamadım.
Bu iki muharrir veya benzerleri gibi sade değil, basit yazmaya kalktıktan sonra, ortada çocuklarla yarış edebilecek hiç bir edebiyatçı kalmaz. Bu iki muharririn de yüksek hikayeci kıymetlerini inkâr etmek istemiyorum. Fakat tasarladıkları vak'aları hiç bir tahlil ve tefekkür adesesinden geçirmeden bir masal tekniğiyle yazan bu san'atkârların yabancı sözlere esasen pek az muhtaç olduklarını anlatmak niyetindeyim. Eğer biri toprakta, biri de millî şuurda birer iskelet halinde yatan bu müdafaasız insanları tenkit etmek bir zebünküşlük oluyorsa, her ikisinin yerine aramızda sağ bulunanlardan pek çok misâller koymak mümkündür. Yine san'at kıymetlerini ayırmak şartiyle meselâ Nazım Hikmet, meselâ Reşat Nuri, meselâ Vâlâ Nureddin ilh... dostlarımız.
Kimi halk için yazdığı iddiasiyle basit propaganda fikirlerinin içine kaba heyecanlar dolduran, kimi de roman vak'alarını tabiî hareket ve hassasiyet merkezlerine bağlayarak, fikir mihrakından geçirmeksizin, olduğu gibi yazan, kimi de âmiyane konuşma üslûbunu kendine hâs bir muvaffakiyetle yazıya nakleden bu her biri ayrı ayrı kıymette üç aziz meslektaş ne kadar mes'utturlar, ki insan ruhunun ve zekâsının çapraşık, derin köklerine inmeğe muhtaç olmadıkları için, öz Türkçe'yi ana dili sadeliğiyle yazabilirler.
Hafta, 13 Şubat 1935
Sanat-Edebiyat-Tenkit -
Sayfa 143
-
Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
324
Baskı Tarihi
1999
Baskı Sayısı
2. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Bir sanat eseri, yaratıldığı devre göre ve o devrin hassasiyetini, zevkini ve anlayışını en iyi ifade ettiği için mi değer kazanır? Yoksa o devri aşan, her zaman için taze, hatta her zaman yeni güzelikleri keşfedilen ebedi değerlere mi sahiptir? Başka ve daha kestirme bir deyimle, bir eserin, bilhassa bir şaheserin değeri "tarihi" midir, "ebedi" mi?
Batıda bu mesele çok münakaşa edilmiştir. Geçen asrın büyük Fransız tarihçisi ve filozofu Ernest Renan "İlmin Geleceği" adlı meşhur eserinde tarihi görüşü savunur.
"Mutlak bir hayranlık daima sathidir.