Parlak Bir Çöl Semasının Altında
"Yüreğim acı çekmekten korkuyor" dedi bir gece Simyacı'ya aysız gökyüzüne bakarlarken.
"Yüreğine acı korkusunun, acının kendisinden de kötü bir şey olduğunu söyle. Düşlerinin peşinde olduğu sürece hiçbir yürek acı çekmez. Çünkü araştırmanın her anı. Tanrı ve Sonsuzluk ile karşılaşma anıdır."
"Her arama anı, bir karşılaşma anıdır," dedi delikanlı yüreğine
Yüce İslâm Milleti
Bir gün gelecek, yine Yüce İslâm Milleti, bilinçlenecektir. Nerelerden nerelere geldiğini öğrenecek ve bu onu uyandıracaktır.
Türü
Roman
Sayfa Sayısı
144
Yazılış Tarihi
1979
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Anadolu’nun bir taşra kentinden Yeni Dünya’nın metropollerine kadar uzanan bir coğrafyada kaynaşan insanımız... Modernleşmiş olanlarla kişiliklerini koruma çabasıyla bunun dışında kalanlar... Her iki kesitte yaşayan insanların kendi kendileriyle gerek çevreleriyle olan çatışmalarından doğan dram... Eksik kalmış aşklar, eksik bırakılmış eylemler... Bu kitabı okurken Batı kültürünün baskısı ile çaresiz bırakılmış insanımızın bocalayışını, gizli protestolarını ve gizli kabullenişlerini göreceksiniz...
Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
220
Baskı Tarihi
1998
Yazılış Tarihi
1982
ISBN
975-437-042-7
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Hicret'in 15. asrına girdiğimiz şu yıllarda 'İslam bir inanç sistemi ve hayat nizamı olarak bütün dünyanın ilgisini çekmektedir. ''İslamın Bugünkü Meseleleri'' adıyla neşrettiğimiz eserde yazar, bu meseleyi sosyal ilimci gözüyle incelemişti. Bu kitapta ise, aynı metodla tasavvuf meselelerini ele almaktadır. Günümüzde tasavvuf Türk aydınının zihnini ne bakımlardan meşgul etmektedir? Çağımızın tarih, felsefe, sosyoloji-psikoloji bilgileri hesaba katıldığında, tasavvuf üzerinde nasıl bir değerlendirme yapılabilir? Tasavvufi düşüncenin geleceği ne olabilir? Tasavvufun İslam'daki yeri nedir?
İslâm Tasavvufunun Yabancı Menşe’leri
İslâm tasavvufunun yerli (İslâmî) kaynakları tasavvufu gerek düşünce gerek tatbikat itibariyle tamâmen Kur’ân ve Sünnet’e dayandırırlar. Bu eserlerin pekçoğu mutasavvıflar tarafından yazılmış olduğu için, onların meseleye tenkitçi tarih açısından bakmaları beklenemezdi. Fakat yerli kaynakların tasavvufu sırf İslâmî menşe’li görmeleri büsbütün yanlış sayılmaz; çünkü onlar bu düşünceyi gerçekten Kur’an ve Sünnet’e uydurmuşlar ve kendilerini tamâmiyle İslam’ın içinde görmüşlerdir. Ancak tasavvufa açıkça cephe alan bazı müslüman müellifleri onların birtakım görüşlerinin dine yabancı bulunduğunu söylemekle birlikte, bu yabancılığın menşe’ini göstermiş değillerdir.
Tasavvufun menşe’leri ile ilk defa oryantalistler meşgûl oldular. Bunların birçoğunda peşin bir hükmün hareket noktası teşkil ettiği görülüyor: Araplar mistik düşünceye kaabiliyetli bulunmadıklarına göre, tasavvuf onlara ancak dışarıdan gelmiş olabilir. Nitekim İslâm mistisizminin asıl doğuş ve gelişme yeri İran olmuştur. Nicholson Hind tesiri ve Yeni-Eflâtunculuk üzerinde durur; Blochet, Dozy, Von Kremer Hind-İran tesirine bağlarlar; Brown Samî bir dine karşı Ari reaksiyon olarak izah eder; A. Palacios Hıristiyanlığa ağırlık verir. Bunlar arasında İslâmî menşe’lere en çok yer veren L. Massignon’dur.
Oryantalistlerin yabancı menşe iddiaları karşısında müslüman yazarların âdeta insiyaki bir şekilde buna itiraz etmeleri tabiî sayılabilirdi. Maamafih tasavvufun İslâm içinde dâima az veya çok şüpheli bir yerinin bulunması, yukarıdaki iddiaların zaman zaman benimsenmesine de yol açmış, tasavvufa aleyhtar bulunanlar oryantalistlerin delillerini kullanmışlardır. Bu arada oryantalist tezlere karşı İslâmî menşe tezini şiddetle müdafaa edenler de çıkmamış değildir. Maamafih genel görüş odur ki, İslâm tasavvufu içinde sözü geçen yabancı tesirler çeşitli derecelerde bulunmakla birlikte bütün bu tesirler İslâm’ın kendi kaynakları (Kur’ân ve Sünnet) içinde asimile edilmiştir. Bu asimilasyon veya kaynaştırma işinin her zaman başarılı olduğu söylenemez, ama ortada bir "İslâm" tasavvufunun bulunduğu muhakkaktır.
Hind mistisizmi tarih itibariyle bütün diğerlerinden önce geldiği için, önce oraya ait tesirleri ele alalım. Hind mistisizmi ile İslâm tasavvufu arasında yapılacak bir karşılaştırma ikisi arasında birtakım önemli benzerliklerin bulunduğunu gösterecektir. Bunlar arasında tarih farkı gözönüne alınınca, birincisinin İkincisine tesir ettiği kolayca akla gelebilir. Fakat benzerliklerinin mutlaka bir "kültür difüzyonu" olayını temsil etmeleri şart değildir.
Arapların Hind’le ticarî münâsebetleri bulunmakla birlikte Hind düşüncesiyle temaslarının oldukça geç tarihlerde ortaya çıktığı görülüyor. El-Birûnî’nin (11. yüzyıl) birkaç tercümesi ve Hindistan’daki inançlar hakkında verdiği bilgilerden önce İslâm tasavvufu bir hayli yol almış bulunuyordu. Hallaç Mansur’un Kuzey Hindistan’a kadar bir yolculuk yaptığını biliyoruz. Maamafih bu seyahatin maksadı ve meydana getirdiği tesirler hakkında birşeyler söyleyecek durumda değiliz. Hind tesiri muhtemelen karadan ziyâde Basra körfezi yoluyla gelmiş olabilir. Oryantalistler Hind’le doğrudan bir alış-veriş hali tesbit edemedikleri için, İran’ın bu hususta bir çeşit aracı olduğunu iddia ediyorlar.
İslâm tasavvufundaki "fenâ" doktrininin Budizm’deki "nirvana"ya çok benzemesi ve İslâm’ın ana prensipleriyle kolay uzlaştırılamayışı -bu uzlaştırma gayretlerinin sonucu olarak "beka" doktrini ortaya çıkmıştır- açıkça bir iktibas olayına işâret etmektedir. Bu hususta ileri sürülen iddialardan biri de ilk sûfılerden İbrâhim bin Edhem’in hikâyesiyle Huda’nın hayat hikâyesi arasındaki büyük benzerliktir. Başlangıçta Hind mistisizmi ve Budizm hakkında verdiğimiz genel bilgiye bakılırsa İslâm tasavvufunun birçok âşinâ temalarını orada görebiliriz. Maamafih bu tesirlerin, belki yine Hind kaynaklı olmak üzere, Eski Yunan ve Hıristiyanlıktan gelmiş olması ihtimali daha kuvvetlidir. L. Massignon Hind tesirinin bilhassa zikir metodlarında bulunabileceğini söylemektedir, ki L. Gardet ve Anawati bu noktayı incelemişlerdir.
Oryantalistlerin iddiaları arasında en zayıfı tasavvuf konusundaki İran tesiridir. Maniheizm’in ve diğer klâsik İran inançlarının bu hususta herhangi bir kayda değer tesiri bulunmadığını L. Massignon açıklığa kavuşturmuş bulunuyor.
Türkiye'nin Ruhu - Cemil Meriç
Yıl
Yönetmen
Yönetmen - Şafak Bakkalbaşıoğlu
Senaryo - Metin Tavukçuoğlu
Seslendiren - Erdal Beşikçioğlu
Yapım - BBO Yapım
Yönetmen Ekibi - Soner Sevgili, Funda Uluköse
Danışman - Dücane Cündioğlu
Konsept ve Senaryo - Metin Tavukçuoğlu
Müzikler - GileM (Kemal Sahir Gürel, Erdal Güney, Hüseyin Yıldız, Ayşe Önder,
İrşad Aydın)
Seslendirme - Cüneyt Türel, Ahmet Mümtaz Taylan
Aydınlarımızdan biri de Cemil Meriç’ tir. Ülkesinin geçmişini, hâlini ve geleceğini sırtlanan bir aydın... Türkiye’ nin Ruhu, Cemil Meriç’ in ayna kişiliği üzerinden, başta Cumhuriyet dönemi olmak üzere son ikiyüz yıllık düşünce ve siyaset maceramızı, Batılılaşma çabalarımızı ve bu uğurda yapıp ettiklerimizin üzerimizdeki etkilerini, sanat ve edebiyat sorunlarımızı irdelemek ve yarınlarımıza daha kendinden emin bakabilmek için gerekli düşünce ipuçlarına vakıf olmak, kısaca “Türkiye’nin Ruhu” nu sorgulamak amacını taşır. Türkiye’nin Ruhu belgesel film projesi, Cemil Meriç konulu üç kitaba imza atmış olan gazeteci - yazar Dücane Cündioğlu danışmanlığı ile yola çıkmış bir çalışmadır. Türkiye’nin Ruhu, Metin Tavukçuoğlu’ nun kalemiyle senaryolaştırıldı. Filmin Müzikleri, aralarında Kurşun Yarası, Son Osmanlı – Yandım Ali, Elveda Rumeli gibi çalışmaları da bulunan, usta müzisyen Kemal Sahir Gürel ve ekibinin imzasını taşıyor. Filmi, usta oyuncu ve seslendirme sanatçısı Cüneyt Türel’ in seslendirirken, Cemil Meriç’ in sesi ise oyuncu Ahmet Mümtaz Taylan oldu. Tiyatro, sinema ve televizyon dizisi çalışmalarından tanıdığımız Erdal Beşikçioğlu ise Türkiye’ nin Ruhu’ nun en özel bölümlerinden biri olan ‘muamma hikayeler’ in anlatıcısı olarak çıkıyor karşımıza. Yapım aşamasında, İstanbul, Ankara, Hatay’ ın yanı sıra Cemil Meriç’ in hayatında özel bir yeri olan Paris’ te de çekimler ve arşiv çalışmaları gerçekleştirildi. Cemil Meriç, eserleri ve Türkiye’ nin Ruhu konusunda 70 önemli isimle söyleşiler gerçekleştirildi.
Az önce ellerimde ırmak vardı!
Kızılderililer henüz gözyaşı yoluna revan olmamıştı o vakitler, binlerce yıldır yaşadıkları topraklardan, kafileler halinde dağlara sürülmelerinin öncesindeydi.
Bir sabah daha kuşlar uyanmamışken, Şef Mahko kendi çadırından çıktı ve torunlarının üçünü de uyandırdı tek tek, Şef Mahko'nun zaman zaman "beyazların etkisinde kalmış bunlar. Şahsiyetlerini unutmuşlar" dediği 3 torunu da çok geçmeden atlarını eyerlemiş köyün çıkışında onları bekleyen dedelerinin yanına varmıştı.
Av bereketli geçmişti, torunlar eve dönmeyi beklerken av boyunca hiç konuşmayan Şef Mahko "toparlanın" dedi," asıl yolculuk şimdi başlıyor".
Kuşluk vaktinde biri ak saçlı dört süvari dağları aşmış vadideki ırmağa doğru yol almaktaydı. Şef Mahko Irmağa yaklaştıklarında atından indi. Şef önde torunları arkada ırmağın kenarına vardılar, Apache Şefi Mahko saygıyla ırmağın yanı başına çömeldi, iki elini de suya soktu ve ellerini suda tuttu, bir süre sonra çıkardı, parmaklarından su damlayan iki elini de torunlarına uzattı "ellerime bakin" dedi" ve ne gördüğünüzü söyleyin".
Torunların üçü de şaşkın şaşkın birbirine baktı. En büyüğü konuştu önce "bir çift ıslak el" dedi. Şef Mahko başını ortanca torununa çevirdi, o da "buruşuk bir çift el" dedi gülümsemesini gizlemeye çalışarak. Aldığı cevaplardan memnun kalmayan Şef en küçük torununa döndü, "Bilge bir dedenin elleri " dedi en küçükleri. Bir süre daha havada asılı kaldı Şef Mahko'nun elleri Üç torununun da gözlerini tek tek yokladı ve "ellerime iyice bakın, söyleyin ne görüyorsunuz " dedi. Üç torunun üçü de dedelerinin ellerine baktı bir süre boş boş gözlerle, üçünün de başı öne düştü sonra, ırmağın şırıltısını dinlediler.
Bir süre, sonra en küçükleri "dede" dedi "en iyisini sen bilirsin" bunun üzerine Şef Mahko kızgın günesin altında tamamen kuruyan ellerini aşağıya indirdi.
"Az önce ellerimde Irmak vardı" dedi Şef Mahko."Az önce ellerimde ırmak vardı!" diye tekrarladı "ama siz ırmağı değil ellerimi gördünüz ve ellerimdeki ırmak kızgın günesin altında kurudu gitti, işte Şahsiyet de bu ırmak gibidir, bir defa içinden çıktınız mı bir daha sizi kimse görmez, görseler bile varlığınız güneşin insafına kalmıştır". Şef Mahko sözlerini bitirir bitirmez Atına atlayıp yola koyuldu ve arkasına bile bakmadı, en küçük torununa, o en sevdiği torununa bile.
Şef Mahko'nun o en küçük torunu yıllar sonra Geronimo adıyla tanınacaktı. Büyük savaşçı, o büyük Apache savaşçısı Şef Geronimo...
Türkiye'nin Ruhu - Cemil Meriç
Kung Fu Panda
Kung Fu Panda, Mark Osborne ve John Stevenson'ın yönettiği 2008 yapımı bir 3D animasyon filmidir.
I am Po and I'm gonna need a hat
Hikayenin mutlu bir başlangıcı olmayabilir ama kim olduğunu bu belirlemez.
Onu hikayenin geri kalanı belirler.
Kim olmayı seçeceğin belirler.
Kung Fu Panda
Kader
Kader, 2006'da Zeki Demirkubuz'un yönetmenliği yaptığı dram filmidir. Başrollerinde Vildan Atasever, Ufuk Bayraktar, Engin Akyürek, Müge Ulusoy ve Ozan Bilen oynamıştır. Kader "En iyi film" Altın Portakal ve Altın Lale Ödüllerini kazandı.
Söğüt Ağacı (Beed-e Majnoon - The Willow Tree)
“Kahrolası (o münkir) insan, ne nankördür!”
Kur’ân-ı Kerim, Abese, 80:17
–
“Bulut, âb-ı hayat yağdırsa, yine de söğüt ağacından bir yemiş yiyemezsin. Çünkü söğüt ağacının meyvesi yoktur. (Kalp gözleri âmâ olmuş) alçak ve bozuk tabiatlı kimse ile vakit geçirme. Çünkü hasır kamışından şeker yiyemezsin.”
Sâdî-i Şirazî
Dünyaya gelmiş her insan, belli bir zaman sonra geldiği dünyayı sorgulamaya başlar. Eşyayı fark etmesi sorgulamanın ilk adımıdır. Küçük yaştaki çocukların insanlara çok soru sorması, etrafta olan bitenin ne olduğunu anlamaya çalışması bunun bir örneği sayılabilir. Rüyadan yeni uyanmış birinin yaşadığı şaşkınlık gibi ne ile karşı karşıya kaldığımızın farkında değilizdir. beed-e-majnoon-the-willow-tree-sogut-agaci-2005Rüyaya nasıl başladığımızı bilemediğimiz gibi. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna karşı “Evet!” dediğimiz o gün başlayan bir uyku içinde oluşumuz bunu destekler. Amacım elbette dini metinler arasına serpiştirilmiş cümleler kurmak değil. Hakikâti anlayabilme yolunda bir adım atabilme niyetindeyim.
Bazı olayların, durumların, hikâyelerin, şiirlerin, insanların, yazıların veya herhangi bir şeyin herhangi bir zaman insanı şaşkınlığa uğrattığının farkındayızdır. Bu şaşkınlık onu bilmediğimizden değil fark edemediğimizden kaynaklanır çoğu zaman. Hayatın hakikâtini tam manasıyla idrak edemediğimiz gibi. Hâlbuki insan düşünen bir varlıktır. Vardır. Yokken, var olandır. Yoktan geldiğimize bir delil bilmediğimiz dünyaya, ahirete doğru olan yolculuğumuzdur. Maksat bu yolculuğu anlamaksa “Oku!” emrinin söylemek istediği de kâinatı okumak olsa gerektir. Kendimizi okumak, insanları okumak, görmek, duymak, yürümek mesela, tat almak, ayakta durmak, çekim kuvveti dediğimiz hayalî bir kanunla anlatılabilen, savrulmadan dünya yüzünde dolaşmak, konuşmak, seslerin iletimi, rüzgarın hava atomlarının hareketlenmesinden ibaret olması, yemekleri sadece ağıza bırakmak, gerisine karışmamak veya ölmek, aynı atomlara sahip vücudun ruhun çıkmasıyla dağılması, belli bir zaman çürümesi… gibi artan sorular ve beklenen cevaplar. Hâlbuki sorulacak ne çok soru var!
(Allah) onu hangi şeyden yarattı? Bir nutfeden (hakir bir sudan süzülmüş hulâsadan)! Onu yarattı da ona (bir hayat) takdîr etti. Sonra (ana karnından çıkma) yolu(nu) ona kolaylaştırdı! Sonra onu öldürdü de, kabre koydurdu! Sonra dilediği zaman, onu (tekrar) diriltir! Hayır! (İnsan, Rabbinin) kendisine emrettiğini (tam olarak) yerine getirmedi! Şimdi o insan, yiyeceğine (bir) baksın! Şübhesiz ki biz, suyu (buluttan) bol bol döktük. Sonra yeri (bitki ile) güzelce yardık. Böylece orada size ve hayvanlarınıza bir fayda olmak üzere, ekinler, üzüm bağları, yoncalar, zeytinlikler, hurmalıklar, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik.
Kur’ân-ı Kerim, Abese, 80:18-32
Yukarıda geçen ayetler gibi Kur’ân’ın birçok ayeti, insanın mahiyetini, kâinatın hakikâtini, yaratılışın hikmetini fark ettirmekle alakalıdır. Örümcekten, arıdan, nimetlerden, dünyadan, gezegenlerden..vs yaratılmış olan her şeyden örnekler getirmesinin bir hikmeti de budur diyebiliriz.
Tüm bu sorgulamaları da yanımıza alarak İran Sineması’nın fıtri eserler ortaya çıkarmasıyla meşhur yönetmeni Majid Majidi’nin “Beed-e Majnoon” filmini irdeleyebiliriz. Ülkemizde “Söğüt Ağacı” ismiyle bilinen bu film, 8 yaşında geçirdiği bir kaza nedeniyle gözlerini kaybeden Yusuf’un yıllar sonra gözlerinin tekrar açılabilme umuduyla ailesinin de manevi desteğiyle Fransa’ya gidip ameliyat olmasını ve değişen hayatını anlatıyor. Yusuf, gözleri görmediği hâlde kendini geliştirmeyi bilmiş ve profesör olabilecek bir duruma gelmiştir. Hayatını bu şekilde devam ettirirken gözlerinin açılabilmesi için de dua etmektedir:
Sana söylemem gereken bir şey var. Yoksa beni tamamen unuttun mu? Ben Yusuf. Yarattığın bütün güzelliklerden mahrum olup asla şikâyet etmeyen kişi. Aydınlık ve parlaklığın yerine kasvet ve karanlıkla yaşadım. İtiraz etmedim. Mutluluğu ve huzuru bu küçük cennette buldum. Sıkıntı ve güçlükle geçen bunca zaman yetmezmiş gibi şimdi de daha fazlasına mı katlanmamı istiyorsun? Bu yolculuktan sevgili ailemin yanına dönebilecek miyim? Yoksa bu hastalığa diz mi çökeceğim? Alın yazımı kime şikâyet edebilirim ki? Bana biraz merhamet etmen için Sana yalvarıyorum. Hayatımı bağışla.
beed-e-majnoon-the-willow-tree-sogut-agaci-murtazaKendi içinde karanlıkta yaşadığını düşünen Yusuf dünyaya bir de kendi gözleriyle bakmak ister. Amcasının teşvikiyle Fransa’ya ameliyat için gider ve hastanede Murtaza isminde biri ile tanışır. Murtaza’nın Yusuf ile tanışması bu iki hayatı karşılaştırmamızı sağlar. Majidi’nin tasvir sanatını rahatsız etmeden, sakince kullanması da bundan sonra başlar. Öyle ki filmin gerçeklikle bağlantısı teşbihler kullanılarak desteklenir. Yan hikâyeymiş gibi gözüken söğüt ağacı bu noktada filmin ve geniş manada insanın hikâyesini anlatır.
- Ameliyatın ne zaman?
- Birkaç gün içinde.
- Heyecanlı mısın?
- Bilmiyorum. Hem heyecanlıyım hem de korkuyorum.
- Görememekten mi korkuyorsun?
- Belki de görmekten. 38 yıldır başka bir dünyada yaşıyorum. Neler olabileceğini bilmiyorum.
Bu yakarış hâlinde Yusuf’a tekrar görme nimeti bahşedilir. Heyecandan dayanamayıp gözlerindeki bantları telaş içinde kendinin açması bir özlemin dışavurumudur. Hayal ve gerçekle karışık, pencereye koşar, pencere kenarında yükünü taşıyan bir karıncayı görür. Bana göre filmin en çarpıcı sahnesi kendini odadan dışarı atıp hastane koridorunda etrafı görmeye ilk başladığı sahnedir. Telaşı öyle bir hâl almıştır ki mutluluktan adımlarını izlemeye koyulur. O esnada aynada kendi yansımasını fark eder ve duraklar. Hayat mertebesinin değişmesi gibi bir durumda gözlerindeki perdelerin açılması ve kendini sanki başka bir âlemde hissetmesi, içinde bulunduğu telaşın, uyanma hâli şaşkınlığına dönmesine vesile olur. Daha önce gözüyle görmediği yüzünü büyük bir titizlikle inceler. Artık Yusuf’un hayatı değişmiş ve aslında yeniden başlamıştır.beed-e-majnoon-the-willow-tree-sogut-agaci Evine dönmesi, daha önce okuyabildiği Braille Alfabesi yerine normal alfabeyi öğrenmeye koyulması, renkleri çözümlemesi, yeni bir bebeğin dünyaya gelişinden sonra yaşadıklarını hatırlatır.
Yeni hayatında mutlu olmaya çalışırken görme duyusuyla birlikte yeni şeyleri keşfetmeye başlar. Yıllar boyunca kendine hizmet eden hanımı Rüya yerine, okuldan öğrencisi Peri’ye meyletmesi bu keşfin ilk emareleridir. Gördüğümüz ile görmek istediklerimizi Majidi, bu iki hanımla, Rüya ve Peri ile anlatır. Görülen, yanında olan, desteğini esirgemeyen ve aslında sahip olunanın, Rüya’nın yanında, kelime manası “hayali varlık, çok güzel genç kız ve kadın” olan Peri, elimizde olmayanı, görmek istediğimizi, verilen nimetin daha fazlasını anlatır. Yusuf’un bu meyli ve isteği, hanımı Rüya ile arasının açılmasına ve ondan uzaklaşmasına sebep olur. Bu, insanın hakiki manada nimetlere olan şükrünü sorgulatan bir durumdur. Elde edilmeyen her şey, insanın hakikat ile olan kuvvetli bağının zayıflamasına neden olan bir tehlikedir.
Hiç kimse geçen onca sefil yıllara, tek bir söz etmeden nasıl katlandığımı biliyor mu? Herkes benim için üzüldü. Sen, karım, çevremdeki herkes. Artık kimseye ihtiyacım yok. Hakkım olan hayatı istiyorum. Hayatımın en güzel yılları heba oldu. Etrafına bir bak, sahip olduğum şeylere bak. Buna yaşamak diyebilir misin? Bir avuç dolusu hiç! Dört ağaç ve bir evin küçük bir cennet olduğunu sanıyordum! Bu cennetten sıkıldım. Kendi hayatımı yaşamak istiyorum. Evet, kendi yoluma gitmek istiyorum! Bunu anlayabilir misin? Anlayabilir misin, söyle!
Ve işte “Kahrolası (o münkir) insan, ne nankördür!” hakikâti, bizi kendimize getirmeye çalışan, yüzümüze vurulan bir tokat gibidir artık. Kuşkusuz verilen nimetin daha fazlasını istemek insanın fıtratında olan, vicdan ile de fark edilebilecek bir durumdur. Yusuf’un bu durumu filmde insanı rahatsız etse de Yusuf bu noktada insanın kendi nefsini temsil eder.beed-e-majnoon-the-willow-tree-sogut-agaci-2005- Peki giydiğimiz kıyafetleri ne kadar süre kullanıyoruz? Veya elimizde olan teknolojik cihazların bir üst versiyonunu alabilmek için israfa varan harcamaları yapan yine bizler değil miyiz? Elbette Yusuf’un olduğu durumda herhangi birimiz de olabiliriz. Tam bu noktada daha önce de bahsettiğimiz ve Yusuf’un görme engelliler okulunda da yetiştirmiş olduğu bir söğüt ağacının hikâyesi gün yüzüne çıkar. Söğüt ağacının diğer ağaçlarından bir farkı vardır. Sâdî’nin “Bulut, âb-ı hayat yağdırsa, yine de söğüt ağacından bir yemiş yiyemezsin.” dediği gerçek burada Yusuf’un nezdinde insanı temsil eder. Ve aslında insanın söğüt ağacı olup meyve vermemesi ile başka bir ağaç gibi meyve verebilme ihtimali yine kendi tercihleri sonucunda olan bir hakikattir. Ve bunun yolu illa ki nimetlere karşı olan şükürdür. “Bir ayağın yoksa iki ayağı olmayana bak!” sözü bu nazarı bize ders verir. Bu noktada Bediüzzaman’a kulak vermek meseleyi tam manasıyla anlamamıza yardımcı olacaktır:
…O Mün‘im-i Hakîkî (hakiki nimet veren) bizden o kıymetdar ni‘metlere, mallara bedel istediği fiyat ise, üç şeydir. Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir. Başta “Bismillâh” zikirdir. Âhirde “Elhamdülillâh” şükürdür. Ortada bu kıymetdar hârika-i san‘at olan ni‘metler, Ehad-i Samed’in mu‘cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek (anlamak) fikirdir. Bir padişahın kıymetdar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sâhibini tanımamak ne derece belâhet (eblehlik) ise; öyle de, zâhirî mün‘imleri medih ve onlara muhabbet edip Mün‘im-i Hakîkî’yi unutmak ondan bin derece daha belâhettir.
Birinci Söz.
Yusuf derin bir buhrana kapılır ve dayanak noktasını bir şekilde kaybeder. Değişen hayatı ile birlikte aslında “asıl görebildiği hayat”ın özlemini yaşar. Bu bunalım kütüphanesindeki tüm kitapları yakmaya kadar götürür kendisini. Birçoğunu içi su dolu havuza atar. Öyle ki tam ümitsizliğe düştüğü sırada her insanın yaptığı gibi son bir şans ister. Kaybedilen sağlıktan sonra söylediğimiz “eğer şifa verirsen daha sağlığımı korumak için daha dikkatli olacağım, söz” yakarışına benzer bir yakarıştır bu.rang-e-khoda-the-color-of-paradise-cennetin-rengi Ve tabi ki kazanmak ve kaybetmek yine insanın elindedir. Hayatı boyunca yanından hiç ayırmadığı fakat gözleri açıldığında hiç okumadığı Mesnevi-i Şerif’i attığı su havuzundan çıkarır, okumak için niyetlenir. Fakat okuyabildiği tek sayfa uzun zaman önce Braille Alfabesi ile yazdığı sayfadır. Ağzında bir yük ile zar zor yürüyen karıncanın görünmesi, Cenab-ı Hakk’ın insanın hayatı boyunca verdiği şansların bir numunesi olarak kabul edilebilir.
Tüm bu değerlendirmeler ele alındığında Beed-e Majnoon ile yine bir Majidi filmi olan “Rang-e khoda” (Cennet’in Rengi) arasında derin bağlantılar ve benzerlikler kurulabilir. Ve “Söğüt Ağacı” sanki Cennet’in Rengi filminin alternatif sona sahip olan diğer bir şekli gibidir. Doğuştan görmeyen Muhammed’in Allah’ı bulabilmek için dokunabildiği her yere dokunmaya çalışması ile Yusuf’un dinginlik içindeki telaşı bağdaştırılabilir. Nimeti olduğu gibi kabul eden ve aslında isyan etmeyen Muhammed ile elindeki nimetin şükrünü eda edemeyen Yusuf, aynı dünya üzerinde yaşayan, farklı olaylarla imtihana tabi tutulan insanlardır. Ve aslında tüm insanlıktır. Majidi’nin benzer temalara sahip iki filmi bu şekilde sunması da onun kâinatı bir şekilde yorumlaması olarak düşünülebilir.
Bana görebilmenin ne demek olduğunu söyle, ben de sana körlüğün ne olduğunu söyleyeyim.
Bekir Arslan
Kaynak: http://www.sinemazingo.com/beed-e-majnoon-the-willow-tree-sogut-agaci-2005
Cennetten Sıkıldım
-Yusuf hayatını ne hale getirmeye çalışıyorsun?
-Ne hayatı!
Geçen onca sefil yıllara tek kelime etmeden nasıl katlandığımı biliyor musun? Herkes benim için üzüldü... Artık kimseye ihtiyacım yok, benim olan hakkım olan hayatı istiyorum. En güzel yıllarım heba oldu. Etrafına bir bak, sahip olduğum şeylere bir bak! Buna yaşamak diyebilir misin? Bir avuç hiç! Dört ağaç ve bir evin cennet olduğunu sanıyordum. Cennetten sıkıldım... Kendi yoluma gitmek istiyorum! Anlayabilir misin söyle?
Söğüt Ağacı (Beed-e Majnoon - The Willow Tree)
Türü
Roman
Sayfa Sayısı
242
Baskı Tarihi
2007
Yazılış Tarihi
1943
ISBN
975-7663-92-1
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Aysel Yüksel
Bu kitap, uzun yıllar boyunca geçirdiği çilelerle, "güneşi seyrettiğin göklere bak, aksettiği kalıplara değil" diyecek bir iç olgunluğuna varan, böylece gerçek aşkı bularak "Son Menzil"e ulaşan kişinin serencâmını anlatır.
Bir yaz gecesi tasviri
Aziz, bir yaz akşamı, günün geceye yaklaşan şu saatinde bu bahçenin ne demek olduğunu çok iyi bilir. Etrâfını saran hanımelleri, akşam safâları, mor salkımlar, Okçu’nun bir arkadaş bağlılığı ile sadâkat gösterdiği bütün bu çiçekler, sanki konuşmaktan utanan mahçup birer âşinâdır. Aziz, burada birçok akşamlar geçirmiştir. Güneşin, iğde ağacının son yapraklarına sürtünerek çekilişi ve tahta perde ile bölünmüş komşu bahçelerden gelen tufeyli sesler, hatta belki de genç adamı, buradan uzak olduğu zamanlarında bile, ılık bir hatırlayışla zaman zaman oyalar. Hele o su serpintisi gibi içini okşayan kıvrak kadın gülüşleri bir başka dünyâdan çarpan dalgalar gibidir. Sonra belki bir çardak altında, bir ağaç dibinde başlayan akşam yemeği hazırlıkları, bakır sininin, sahan ve kaşıkların mâdeni gürültüleri, genç bir dudağın yansını ezip çiğnediği bir şarkı nakarâtı, nihâyet kalı ve yorgun bir erkek sesi ve günün son ışıklarından istifâde ederek bahçede yenen neşeli bir yemek sahnesi...
Sayfa Sayısı
352
Baskı Tarihi
1997
Yazılış Tarihi
1979
ISBN
975-437-065-6
Baskı Sayısı
8. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Türkiye’deki anarşinin otopsisidir. Romanda, yalnız boşa giden gençliklerin hikâyesini değil, içine düşürüldüğümüz kaosun çarpıcı grafiğini de bulacaksınız. Yıllardan beri Türkiye’de bütün görevleri, ödevleri ve sorumlulukları, dolayısı ile de toplum hayatımızı paslandıran kalleş demagojileri sergilemektedir. eri ve sorumlulukları, dolayısı ile de toplum hayatımızı paslandıran kalleş demagojileri sergilemektedir. İnsana ve insanın gerçek hayatına kurulan tuzağın romanlaşmasıdır bu kitap.
Büyük Adam
İhtiyar keyifliydi; gözlerinin içi gülüyordu; Dünyanın en lezzetli meyvesini yemiş gibi de yalanıyordu. Delikanlı saf bir şaşırmışlıkla:
- "Ama" dedi, "siz de hayransınız ona."
- "Ne?"
Gerçek bir öfkeydi bu. Öfke coşturdu İhtiyar'ı
- "Ben., ben birisine hayran olacakmışım ha! Hem de ona, Marks’a.. koca eşşeğe!"
O günden sonra sık sık oluyordu böyle konuşmalar. Delikanlı, dakikalarca Marks’ı ve Marksizm’i övmüş; kendisini belli bir alaycılıkla dinleyen İhtiyar "demek öyle?" deyince de bu cevabı vermişti.
İhtiyar akıl almaz bir hızla konuşuyordu:
- "Büyük adam’mış! Kimlere, ne mendeburlara büyük adam demişsinizdir siz! bir bilseniz utançtan geberirdiniz. Bir bölüğünüz, günün büyük adamının veya adamlarının ne tifturûnî hâlebî olduğunu sezerseniz ve., o zaman ne yaparsınız, bilir misin? Haydi yallah bir başka tifturûnîyi büyük adam’laştırmak için kollarınızı sıvarsınız. Bu amelelik için hayatınızı koyarsınız ortaya. Bâbil Kulesi’nin ve Ehramların ameleleri sizden onurludur. Büyük adam’mış! bu alçalışınızın sınırı da yoktur. Yâni yalnız politikada, Devlet denilen aptallığın üzerinde değildir bu yutturmaca. Sanatta, edebiyatta, bilimde de yutarsınız siz oltadaki bu yemi. Bu oyun bir endüstridir., insanların kurabildikleri en büyük endüstri. Burada Nobel’i övgüyle anmalıyım: Zıbarıp gitmeden önce uydurduğu "ödül" yutturmacası, daha önceki buluşundan, yâni dinamitten bin kat yıkıcı, yıkıcı ne kelime., gerçek değerler ve gerçek üstünlükler dediğiniz pimpiriklikler için çürütücü olmuştur. Niçin saklayayım? İşte ben bile yararlanıyorum bu buluşundan. Ben bile çeşitli dallarda ödüller koyuyor ve bundan ayni amaç için, yâni asıl başarılıları, işime gelenlerin karşısında küçük düşürmek, gölgede bırakmak için yararlanıyorum. Sen., kendini düşün., daha düne kadar sen de, ödüllendirdiğim sinema, tiyatro ve müzik ve resim ve roman ve üniversite çürüklerine ne kadar hayrandın!"
Mitoloji’deki kötülük tanrısına çalışan bir acayip yaratığın pençesini andıran kıllı eli, umulmaz bir hızla tabağına dalıyor, bir mandalina dilimini kapıyor ve onun ucundan kopardığı minicik bir parçayı ağzına atıyor. Sonra, takma dişler, sanki o minicik parça kocaman bir mandalinanın bütünüymüş gibi uzun uzun çiğnerken sürdürüyor:
-"Büyük adam ve ün yaratma endüstrisi! Yaşaması gerekir.. sürmesi ve geliştirmesi gerekir., bütün endüstriler gibi! Çünkü toplum denilen tezekten piramitin her katında ondan, sâdece ondan ve ancak ondan beslenenler vardır: Başkent’ler bu oyun sayesinde kurulur ve yaşar. Çeşitli piyasalar ve para kaynakları ve borsalar da öyle. Ve ünvanlar ve itibarlar ve nüfuz yağmaları., senin anlayacağın, insan denilen diksürüngenler’in gözlerini döndüren ne varsa, her şey bu oyun sâyesinde var olur ve sürer. Bunun için de sonu gelmez. Bu iğrenç oyuna son vermek için bambaşka bir sözlüğün dehâsı., zavallı beyinlerin hayâl bile edemediği bir güç, bir üstünlük gerekir."