Sinekli Bakkal

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
419
Baskı Tarihi
2010
Yazılış Tarihi
1935
ISBN
978-975-07-0776-6
Baskı Sayısı
7
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Can
Orijinal Adı
The Clown and His Daughter
Sinekli Bakkal, Halide Edip Adıvar'ın ünlü romanıdır. İlk olarak İngilizce The Clown and His Daughter, (Soytarı ile Kızı) adıyla 1935 yılında Londra'da yayımlanmıştır. Türkçe olarak ilk defa 1935 yılında Haber gazetesinde tefrika edildi. Daha sonra 1936 yılında kitap olarak basılmıştır. 2006 itibariyle 37. basımı yapılmıştır. Birçok yabancı dile çevrilen roman, 1942'de CHP Roman Armağanı'nı kaz anmıştır.

Kaynaktan Diğer Alıntılar

Başlık Altı Çizili Satır Sayfa Azalan sıralama
Mukabele Çepçevre sedirlerin üstüne sıra sıra ihtiyar kadınlar dizilmiş. Başlarında beyaz namaz bezleri, buruşuk yüzleri mütekallis, gözleri vecd içinde... Ellerinde rengârenk tesbihler, parmakları hareket ediyor, soluk dudakları kımıldıyor, yandan yana hafif hafif vücutları dalgalanıyor. Kız hafızın kalın, yanık sesi, konağı inletiyordu. 45
Babası ve Oğlu Selim Paşa, Rabia'nın sesini nasıl terbiye ettireceğini uzun uzun Sabiha Hanım'a anlatırken kapı açıldı. Hilmi girdi. Baba oğul, nerede karşılaşsalar yüzlerinde hâsıl olan ifade, hep birdi. Hilmi'nin hafifçe kaşları çatılır, Paşa içinin acılığını, inkisarını örtmek için yüzüne yarı istihfafkâr yarı lakayt bir maske takınır. Zaptiye Nazırı oğlunu, zamanında çil çeyrek gibi hep bir çırpıda kesilmiş "Paşazade" örneklerinden biri diye görür. Kıyafeti onlara benzemez değil. Pantalon çizgilerine mübalâğalı bir ehemmiyet verir, yeleği, ceketi kusursuz kesilmiştir. Fakat ona rağmen seçtiği renklerin koyuluğu, boyun bağında hiç fantaziye kapılmaması zevkinde bir başkalık, bir durgunluk olduğunu gösterir. Yüzü de ilk görüşte, o mübarek örneğe benzer. Mini mini, zarif bıyıklar, kansız, ince, azıcık dejenere bir sima. Fakat dikkat edilirse, yüzünde, onu züppelikten kurtaran iki aza vardır: Biri, gözleri ve bakışının manası; öteki, ağzı ve dudaklarının ifadesi. Gözleri, düşünen, hem derin düşünen adamların dalgınlığı, hususiyetiyle başka gözlerden ayrılır. Ağzının çizgileri sarih ve temizdir, dudaklarında temiz yaşamış ağızların topluluğu, rakik mizaçlı bir adamın tatlılığı vardır. Sefahatla cinsî hayatlarının suiistimaliyle çirkin, gayri muayyen bol dudaklı paşazadelerden onu, bu sevimli ve kuvvetli ağız derhal ayırabilir. Fakat bunu Selim Paşa farketmez. Kendi canlı, kanlı, hatta biraz yırtıcı hilkatine hiç benzemeyen bu oğul, onun hayatî emellerini yanlış yoldan sürükleyecek bir neslin numunesi Onda iyi bir şey görmek kabil mi? 47
Kâfiristandan esen her rüzgâra kafasını kaptıran bir fırıldak! — Avrupa sahnelerinde icrayı sanat eden kadınları hep Peregrini mi yetiştirir? — Onu demek istemedim... Tabiî size bu noktayı anlatmak müşkül. Avrupa musikisinin incelişini nasıl tarif edeyim, zevkine varamazsınız ki... — Kim demiş? Ecnebî trupları geldiği vakit, Tepe-başı'ndan ayrıldığım yoktur. Daha doğrusu Zaptiye Nazırı sıfatıyla halkın bu yabancı metâlara ne kadar rağbet ettiklerini görmek için... Sonuna kadar dinlemek biraz müşkül ama, züppe güruhu bir alay seyirci var ki, onları görmek cidden her sıkıntıya değer. Herifler kendilerinden geçiyorlar... — Hakiki musikiden anlayan herkes tabiî... — Hakiki musiki mi dedin? Eğer kapitülâsyonlar olmasa, muzikacıları da, seyircileri de enselerinden yakalayıp Beyoğlu kaldırımlarına fırlatırım. Şimendifer düdüğü gibi öten bir sürü yarı çiplak, hayâsız, kart frenk karısı... Sar'aya tutulmuş gibi gözleri evlerinden uğruyor , bir alay mart kedisi gibi çığrışıyorlar. Toptaşı saz çalmaya, şarkı söylemeye kalksa, bu işi biraz daha adamakıllı yapardı. — Anlamadığınız bir mevzuu niçin münakaşa ediyorsunuz? /../ Garb'ı Garp yapan musikileri... Onlarda hayat var, fen var... — Bizimkinin ne kusuru var? — Halkın tembelliği, uyuşturucu kanaati, yüksek sınıfların boş ve düşük bir sefahate dalmaları hep bu bizim inleyen, ağlayan musikimizin tesirinden Kadınlarımızın kafasızlığı, zilleti .. — Kadınları bu bahse sokma. Bizimkiler, her halde frenk karılarından daha edepli, daha hanım... Onların erkeğinde de, karısında da ben, yüzsüzlükten, aç gözlülükten başka bir şey görmedim. Paşa durdu, öksürdü, sonra köpürdü: — Bir Müslüman milletinin an'anesini, medeniyetini neden her vesile ile tahkir ediyorsun? — Medeniyetimiz yok ki tahkir edeyim. Ziya Paşa'nın dediği gibi, sizin tahkir ettiğiniz küfür diyarı mamureler kâşânelerle dolu; mülk-i İslâm baştan başa virane.. — Kâşaneleri başlarına yıkılsın. O imansız, padişah haini herif gibi sen de medeniyeti kâşane, mamure farzediyorsan sana yuf! Paşa sustu; esnedi. Nereden bu peltek oğlanla müna-kaşaya girişmişti? Hiç değer miydi? Kâfiristandan esen her rüzgâra kafasını kaptıran bir fırıldak! — Küçük hafızın tahsilini ben dilediğim hocaya yaptırırım. Sen çocuk sahibi olduğun vakit, istediğin gibi yap. Korkarım, çocukların Asım Bey'in kukla kızlarına benzeyecek... Bonmarşe bebeği gibi... Karnına basınca mama, papa, diye öten kuklalardan. 49
Hafız Kız ve Şeytan Üç gencin gözleri çocuğun sesinin üstada yapacağı tesiri kaçırmamak için Peregrini'nin yüzüne, Fakat Peregrini'nin gözleri kız hafıza daldı, kaldı. Belki bir uzun dakika kızın vücudu donmuş gibi hareketsiz bekledi. Sonra içine gizli bir hayat suyu akıyormuş gibi evvelâ başı ve omuzları belli belirsiz, sonra bütün ince vücudu dalgalanmaya, dudaklarından yarım ve çeyrek seslerden yaratılan ağır ve garip bir ahenk akmaya başladı. Besmele ile başlarken bu hareket ve ses hafif ve pes fakat gittikçe kuvvetlendi, hummalı bir damar gibi atışı kudretlendi ve en nihayet "Sadakallâhülâzim'de yavaşladı ve birdenbire kesildi. Şimdi küçük hafız donmuş gibi, okurken vücudunu kavrayan kudret akmış, tükenmiş gibi cansız duruyordu. Üç çift göz, kendilerine pek alelâde gelen bu manzaranın Peregrini'ye tesirine biraz şaştı. Onu bir filozof, her filozof gibi dinsiz her halde dinsizliği bir softa taassubu kadar kuvvetli sanırlardı. O, şimdi başı önünde, yüzü huşû içinde, günahlarına tövbe eden bir rahibe benzemişti. Başını kaldırdığı vakit, tavrındaki acele ve mübalâğadan eser yoktu. Müteheyyiç bir sesle çocuğa: — Okuduğunun manasını bana söyler misin? dedi. Rabia omuzlarını silkti. Henüz bunu anlayacak kadar Arabî derslerinde ileri gitmemişti. Hilmi gene koştu. Paşa'nın kütüphanesinden, yaprakları sararmış bir tefsir kitabı getirdi. Rabia'nın okumuş olduğu âyetlerin Türkçe'sini söylerken, piyanist onları, cebinden defterini çıkarmış kaydediyordu: — "Rab, meleklere: "biz dünyaya hâkim olacak birini (Adem) göndereceğiz", dediği zajnan onlar: "biz senin kudsiyetini ilâ, sana hamdüsena ile meşgulken, sen oraya fitne ika edecek kan dökecek bir kimse mi gönderiyorsun", dediler. Piyanist defterini cebine koydu. ../.. Hilmi ve arkadaşları sustular. Onu, yeni ve bambaşka bir cephesinden görüyorlardı. Onun felsefî ve tarihî malûmatından Şark ilimlerindeki vukufundan ziyade Garp'ta fikir cereyanlarını dikkatle takip edişi, genç talebesinin zihninde kuvvetli tesirler yapmıştı. Fakat en ziyade onu dinsizliği için, yani kilisesini, tarikatini terkettiği için severler. Türk diyarında her değişikliğe, her ileri atılışa dindarları mâni gördükleri için kendilerini dinden âzâde farzediyorlardı.Bundan dolayı sabık rahip Peregrini ile aralarında bir fikir dostluğu, kanaat birliği olduğuna inanmışlardı. Rabia'mn Kuran okumasıyla, sanatkârın gösterdiği hassasiyet onları biraz şaşırttı. Hilmi sordu: — Bu sesi terbiye etmek istemez misiniz, cher maitre? Rabia'nın gözleri isyanla tutuştu, fakat Peregrini kızı teskin eden bir samimiyetle dedi ki: — Hayır, Sezar'ın malını Sezar'a, Allah'a ait olanı Allah'a vermek gerek... Ben Sezar'ın, ben Şeytan'in zümresindenim. Çocuk Allah'ın, bırakın olduğu yerde kalsın. 68
Halkı düşünmeye alıştırmak için şeytana tapmayı öğretsek, nasıl olur, üstat? Peregrini diyordu ki: — İnsanı ilk defa ilim ağacının yemişini yemeye sevk eden Şeytan değil mi? O olmasa, insan sadece yiyen, içen, iki ayak üstünde dolaşan bir mahluktan ibaret kalırdı. 71
Ben size gösteririm (Bilâl) bahçedeki işi bitince içi sıkılıyor, sokak sokak dolaşıyor. Kendisine bir arkadaş arıyordu. Evvelâ Sinekli Bakkal'da oynayan çocuk kümesi etrafında dolaşmaya başladı. 117
Halk filozofu Halk sınıfına mensup örnekleri Tevfik doğrudan doğruya açık ve realist bir ifadeyle yaşatıyordu. Zahiren muti, dalkavuk, büyüklerin yüzüne gülüyorlar, arkalarından alay ediyorlar, terzil ediyorlar; kalplerinde adalet hissinden doğma bir isyandan ziyade kıskançlıktan vücuda gelen bir gayz ve gizlet...Daha ziyade menfi sahalarda söyleyen, yaşayan Abdülhamid devrinin halkı. Karagöz'ün kendisi Tevfik'in elinde aslından daha sevimli ve manalı olmuştu. O da bütün öteki çaresiz halk gibi dalkavuk, onlar gibi geveze. Kulağında patlayan şamarı, tepesine inen yumruğu sırıtarak hazmediyor, fakat tavrı ile başka türlü harekete imkân olmadığını anlamak isteyen pratik bir halk filozofu olduğunu gösteriyordu. 121
Özenti insan ve eşya ahengindeki falsolar Bir musikişinasın kulakları, acemi bir orkestranın yaptığı falsolardan nasıl muazzep olursa Tevfik'in dürüst, yerli zevki de bu özenti insan ve eşya ahengindeki falsolardan öyle ıstırap duydu. 164
İstanbul, gümüş sisli bir sabah rüyası görüyor. Karanlık dağıldı. Şehrin üstü inci beyazlığında bir dumana bürünmüş. Minareler, kuleler, uçlu, uçsuz bütün şekiller rüyada görülen şeyler gibi uzak, silik. Suların kurşunî yüzü uykuda. İstanbul, gümüş sisli bir sabah rüyası görüyor. Galata rıhtımı... Üstünde siyah esvaplı adamlar, rıhtımın kenarında bir sürü sandal ve salapurya. Kürekçiler kürekleriyle oynuyor, sabırsızlanıyor, siyah esvaplı adamlar uzaktan gelen araba seslerini dinliyorlar. Birbiri ardınca bir sıra kapalı araba geldi, durdu. Siyah esvaplı adamlar araba kapılarının açtılar, içlerinden kara çarşaflı, eli bohçalı, çocuklu, çocuksuz kadınlar, birkaç ihtiyar erkek ve Mevlevî dedesi çıkardılar. Arabalardan çıkanlar birbirine sokuldular, elleri dolu olanlar omuz omuza, boş olanlar elele, birbirine yapışıp kuvvet almak isteyen, canlı bir ıstırap kümesi gibi sandallara, salapuryalara indiler. Rıhtımda ayak sesleri kesildi. Kayıklar kurşunî suların üstünde yayıldı, açıldı... Selimiye önünde demirleyen şevket-i derya'ya doğru yol aldılar. 204
İnanç Penbe, Rabia ile beraber mutfağın üstündeki odada yatardı. Yükten yatağını çıkarır, kızın yatağının yanma serer, köşedeki mum iskemlesinin üstüne zeytinyağ kandilini yakar, yatağa girerdi. Fakat Rabia yatmadan uyumazdı. Kızın yatsıyı kılışını seyreder, ve her akşam bu uzun zahmetli işi düşünmeden yapışına şaşardı. Kendisi ömründe namaz kılmış değildi. Bu dinsizliğinden değil, belki tembelliğinden ileri geliyordu. Hem o kadar büyük ve yükseklerdeki Allah zavallı bir Çingene'nin namazını ne yapsın! Eğer insanın Allah'tan bir dileği olursa, evliyalar ne güne duruyor? Türbelere kandiller yakmıyor mu? Pencerelerine bez parçaları bağlamıyor mu? Namaz kılmak, dua etmek Allah'tan bir şey istemek değil mi? Evliyalar dirilerin dileklerini Allah'a anlatmakla mükelleftirler. Buna mukabil diriler onlara kurban kesiyor, karanlık türbelerin ışığım temin ediyor. Penbe'nin bir isteği olunca bir taraftan da bakıcılar, büyücüler vasıtasıyla perilere, cinlere başvururdu. Onlara ne kadar horoz götürmüş, ne kadar kırmızı krepte bağlı lohusa şekerleri taşımıştı. Penbe'ye göre, cinler, periler, dirilerle daha sıkı münasebette her dakika her evin içinde, her işle alâkadardırlar. Onların gönlünü etmek biraz daha kolaydı. Çünkü göze görünmeseler de yaşıyor, dolaşıyorlar halbuki evliyalar türbelerinden hiç çıkmıyor. Garip olarak Çingene Penbe, perilere karşı biraz daha hürmetkar, onlardan daha çok çekinirdi. Her lâkırdıda yakasına tükürür. "İyi saatte olsunlar" derdi. Fakat adak adayıp da bir şey istediği bir evliya işini çabuk görmezse homurdanır dururdu. Tezveren Dede'ye son gittiğim zaman fikrini çok açık söylemişti. — Güya adın Tezveren, hani ya? Cinler, periler daha çabuk iş görüyorlar. Tevfik beni alsın diye sana ne kadar mum adadım. Herifi bir de sürgüne yollattm. Bari herifi çabuk getir. Ben Çingeneyim diye yapmıyorsan Rabia'yı düşün. Beş vakit namazında bir hafız. Penbe'ye göre, Rabia'nın tuttuğu yol bambaşka. O ne türbeye gidiyor, ne de bakıcıya. Doğrudan doğruya kendisi dua ediyor. İşte gene seccadesini yayıyor. O, Rabia'nın herekâtını hep duvardaki uzun, ince gölgesinde seyreder. İşte namazda. Uzun, siyah gölge eğiliyor, diz çöküyor, başını yere koyuyor, kalkıyor. Beyaz badana üstünde bitmeyen, tükenmeyen siyah gölge oyunu! Nihayet dua ediyor. Rabia, dizlerinin üstünde, elleri açık, yüzü yandan, bıçak gibi keskin çizgileri ile nasıl bir dilek ateşi ile yanıyor? Nasıl "İşte vazifemi yaptım, sen de istediğimi ver" der gibi uzun uzun dua ediyor. Avuçları hep açık, gökten inecek inayeti kapmak için. 229