Yalnızlık Sözleri I

Yazarı
Türü
Diğer
Sayfa Sayısı
560
Baskı Tarihi
Mart 2010
ISBN
978-975-6004-88-3
Baskı Sayısı
0
Yayın Evi
Fecr Yayınevi
Mütercimi
Okan Sevinç
Orijinal Adı
Gofteguhayı Tenhayi
Benim hamurumu felsefe, hikmet ve irfanla yoğurmuşlar. Hikmet, bende sonradan kazanılmış veya hafızada biriktirilmiş bir ilim değildir. Bilâkis o benim özüme aittir, benim sıfatımdır. Ağırlık, içgüdü ve vücut ısısı gibi sıfat ve durumlara sahip bir varlık olduğum gibi, hikmet ve felsefeye de sahip olan bir varlığım ben. Harcımda, ruhumun özünde, hatta dostlarımdan birinin şakayla dediği gibi, görünüşümde, bedenimde, davranışımda, sözümde ve sessizliğimde hep felsefe vardır. Ben, felsefeyi sadece okuma, eğitim ve öğretim yoluyla elde etmedim. Felsefe, benim genlerime kazınmıştır. Onu atalarımdan miras aldım. http://www.fcr.com.tr/urundetay.asp?id=441

Kaynaktan Diğer Alıntılar

Başlık Altı Çizili Satır Sayfa Azalan sıralama
Onlar altın topladılar, ben hazine buldum. Kimin söylediğini bilmediğim şöyle bir söz var. "Erkeğin şerefi, kızın bekâreti gibidir. Bir defa lekelenirse asla telafi edilemez." Bana "Biat et, iki masa dışında istediğin masaya otur." dediler. Ben ise, gidip kızıl kale askerî zindanlarındaki hücrelere girdim. Bir süre sonra eli boş dışarı çıktım. Bu defa da ülkenin "yeşil kale" zindanlarına düşmüş gibi oldum. Bağ ve bahçeye kavuşan diğer arkadaşlarımla kendimi kıyaslayınca sevinç, şükür ve şevk deryasında boğuluyorum. O "en büyük leke"ye takılıp kalmadım; dünyaya bulaşmadım. Öğretmenliği ve sessizliği seçtim. Hale bakıp sözlere aldırmadım diye Allah'a hamd ediyorum; içim içime sığmıyor. Onlar altın topladılar, ben hazine buldum. 18
Biz yalnızlıkta birbirimizi tanıyoruz. Onların içen ve gülenleri varsa, benim yanan ve ağlayanlarım var. Onlar, kalabalıkta birbirlerine yabancıyken, biz yalnızlıkta birbirimizi tanıyoruz. 19
Tanışıklık.. Onlar, kalabalıkta birbirlerine yabancıyken, biz yalnızlıkta birbirimizi tanıyoruz. ... Onların evi varsa, benim de mihrabım var. 19
Baharatçının hikayesi Benim hikayem, baharatçının hikayesine benziyor. Moğollar saldırıp, insanları öldürdüklerinde, her tarafı yakıp yağmaladıklarında bu baharatçıyı esir almışlardı. Moğol'un biri, baharatçının boynuna bir ip geçirip köle edinmişti onu. Bir gün, kölesini pazara götürüp satmak istedi. Bir alıcı gelip, "Bu köleyi kaça satıyorsun?" diye sordu. Moğol, "Sen kaça alırsın?" dedi. "Bin dinar veririm." dedi alıcı. Baharatçı köle: "Satma, ben daha fazlasına değerim." dedi. Moğol da satmadı. Biraz sonra başka birisi gelip, köleye bir dinar değer biçti. Baharatçı köle: "Sat, bundan daha az ederim." dedi. Moğol da kızdı ve baharatçı kölenin boynunu uçurdu. Baharatçı, kesik başını yerden alıp koşmaya başladı. Şevkten mest olmuş bir halde bağırıyordu. Mezarlığa kadar koştu, oraya varınca başını yere koydu ve sükûna erdi. Evet, bu pazarın sadece ticaret bilenin anladığı apayrı bir alışveriş metodu vardır. Burada en yakın komşum bile delidir. Ne diyeyim. Sessiz komşunun cinneti ile telaşlı delinin, anlayacağı bir ticarettir bu. Akıllının mermer dağına düşmesi, mum gibi yumuşatılması, çelikten bir kulede tutulması, uslanmış mum yapılması oldukça tehlikelidir. Aşk ve iman ne kadar da heyecan verici ve büyüktür. Ne yazık ki azlara, alçaklıklara ve düşkünlüklere alışmış anlayışlar, onu kadına, hevese, şehvet düşkünlüğüne, maddiyata ve nihayet dünya hayatına bulaştırmıştır. Yazık! Benimle olan, hayır, benim birlikte olduğum aşk, bu renklerin hiçbirini taşımıyor. İnsanlardan olan bir sevgiliye aşktır bu. Ama ne yazık ki ... değildir. Benim sevgilim o kadar latiftir ki "olmak" tozuna bulaşmamıştır. Zaten varlık giysisini giymiş olsaydı, benim sevgilim olamazdı. Benim sevgilim asla gelmeyecek. Ancak ölüm ile son bulacak bir intizar bu aşk. Nitekim bu aşk da böyledir. 27
Haticesizlik İhsan! Sen büyü, belki seninle konuşurum! 116
Sokrat'ın anlamadığı şeyler Sokrat, günün birinde bir kuyumcu dükkanının önünde durmuş, seyrediyordu! Küpeler, künyeler, kolyeler, yüzükler, nişan yüzükleri... Ne kadar düşündüyse bir faydası olmadı. 286
Ey esir kuş! Uzak bağlarda ötüyorsun... Ey esir kuş! Uzak bağlarda ötüyorsun. Kıştır... Kafeste okuduğun hüzünlü sesini, gökleri karartan çirkin ve mutlu kargaların kulakları tırmalayan çığlıkları arasından duyuyorum ve sen de uzaklarda okuduğum hüzünlü nağmelerimi duyuyorsun. Sen de biliyorsun ki kış ordusunun at nalları altında solan, donmuş ve sessiz harabelerine ölüm kâfuru dökülen ve binlerce mutsuz goncanın ruhsuz bedeni beyaz kefenlerle örtülen bu bağda, senin gibi olan bir kuş, uzaklardaki bir bağda sürekli şarkı okuyor. Görüyorum, onun hüzünlü sesiyle başını kanatlarından çıkarmış, dudaklarını şevkle açmış, kafesinin tavanından uçarak havalanmış, ince ve küçük pençelerinle tavanın demir parmaklıklarına tutunmuş, büyük bir zorlukla kafesin tavanına asılmış, onun her nağmesini duyduğunda sabırsızca kapıya doğru koşuyorsun. Göğsünle kapıyı dövüyor, tavana uçuyor, sabırsızlanıyor, inliyor, ağlıyorsun. Bu kış vurmuş çöllerde gördüğün bu yalnız kuşu yanına çağırıyor, sürekli davet ederek, şaşkın gözlerin kafesinde, demir parmaklıkların arasından, çölün korkunç, soğuk, sisli, kış havasını arıyor, sisli havanın karanlık derinliklerinden sana doğru uçan o kuşu görmek istiyor; ama göremiyorsun. Bu dert ve beklenti senin yaralı ruhuna acımasızca eziyet ediyor. Bu duyduğum o kuşun feryadı değil midir? Gökleri çirkin ve mutlu kargaların kanatlarının gölgesiyle kararmış, tabanını soğuk ve ağır kış karlarının örttüüğü, uğursuz karga ve baykuş seslerinden başka hiçbir sesin duyulmadığı bu solgun bahçelerde birbirini kaybeden iki yalnız kuşun birbirinin gamlı sesinin görülmeyen yolunu tutup kararsızca ve iştiyakla uçarak birbirini görmeleri gerekmez mi? Neden soğuktan, bulanıklıktan, yeşilliklerin solmuşluğundan ve çeşmelerin bitkinliğinden mutlu olan bu kargalar bir arada oluyor ve yalnızlık hüznünü taşımıyorlar? Neden bulut, soğukluk, çirkinlik ve viranlıktan başka bir şey düşünmeyen bir kemik parçası, bir ceviz ve çamaşır leğeninin pis sabunundan başka bir ihtiyacı olmayanlar bir arada oluyor, birlikte uçuyor ve ötüyorlar da bu kış dünyasının kendini garip gören, şehir ve baharımsı diyarını uzak bulan ve kışın soğuk ve uğursuz gurbetinde kendisiyle aynı kaderi paylaşan bir kuşa ulaşmaktan başka bir arzu duymayan kuşlar neden yalnız kalsın? Neden kendi baharından uzaklaşan, kış diyarında esir düşen ve şimdi birbirinin nağmesini duyan kuşlar, şimdi birbirine uçmasın, birbirini bulmasın, karlı rüzgarların kırbaçlarından dolayı soğuğun yakıcılığından başlarını birbirinin kanadının altına koymasın; siyah, uğursuz ve çirkin kargalardan başka bir şey görmeyen gözleri birbirine bakmasın; ırkdaş ve akrabanın tanıdık yüzünden başka bir şeyi görmesin ve kendi dert ortağının nağmeleriyle asla görmedikleri, ama hasretini duydukları bahar hatıralarının şarkılarıyla havayı dolduran kargaların çirkin sesini ve kışın acı ve tatsız tadını unutsunlar? Ama... Ey esir kuş! Uzak bağlarda ötüyorsun. Kıştır... 325
Kafes ve Kış Ey esir kuş! Uzak bağlarda ötüyorsun. Kıştır... Ben senden çok uzaklarda, kargaların velvelesi arasından o kuşun sesini duyduğu andan itibaren sana uçma ümidi ve aşkıyla tutuşan kuşu görüyorum. Adeta kanatları da ateşte yanmış, kararmış... Ama o esirdir, kafesi dardır, kafesinin parmaklıkları zindanın demir parmaklıkları gibidir. Yeni kafese kapatılmış vahşi kuş gibi, gece gündüz kendini kafesin kapısına ve duvarlarına vuruyor. Kanatları dökülmüş, kanamış, kırılmış ve yaralanmış. Gözlerinden kan damlıyor. Su tası kan rengine boyanmış, yem kabı kırılmış, yemleri dökülmüş. Su içmiyor, tane yemiyor, gözleri kapanmıyor... Neden susmuş, biliyor musun? Neden artık sesini duymuyorsun, biliyor musun, biliyor musun? Onun delicesine uçmakla kapıya ve duvarlara çarpıp çırpınmakla, yaralanmaktan başka bir nasibi olmadı. Sonunda sessiz kaldı! Nasıl olduğunu biliyor musun? Bilmiyorsun; sen uzak bağlarda esirsin, onu göremiyorsun, sadece sesini duyuyorsun; ama ben onu şimdi görüyorum, ne için olduğunu biliyorum. O çok çabaladı, kafesten kaçmak için çok uğraştı, gücü oranında başını ve boynunu kafesten dışarı çıkardı, ama artık olmadı, yapamadı, göğsü, taşlığı, kafesin iki demir parmaklığı arasına sıkıştı ve yapamadı, daha fazla olmadı, olmuyor! Şimdi ben ağaçları, bu karlı rüzgârların acımasız kırbaçları altında çıplak, titreyen, moraran, bu kış vurmuş bahçede, bu bahçenin üstünde uçan uğursuz kargaların uğursuz gölgeleri ve çığlıkları arasında o köşede büyük ve demirden bir kafes görüyorum. Parmaklıkları kalın, sağlam ve birbirine yakın, kafesin tabanında kan rengine bürünmüş bir su kabı, kırılmış devrilmiş bir yem kabı, dökülüp etrafa saçılmış taneler, kan lekelerine bulanmış ve kafesi kaplamış tüyler içinde kuşun bedeninin yarısı kafeste kalmış, diğer yarısı ise kafesin dışında... Kafesin iki demir parmaklığı göğsünü sıkıştırmış, nefes almasına engel oluyor... Ben onu görmemek için gözlerimi kapatıyorum, duymamak için kulaklarımı kapatıyorum. Ey uzak bağlarda öten esir kuş! Kıştır... Sen başını kafesin demir parmaklıklarından çıkarma! Kafesin köşesinde rahat dur, başını kanatlarının altına gizle, gaganı yumuşak ve renkli kanatlarına göm... Ey uzak bağlarda öten esir kuş! Kıştır... Ey şubat kırlangıcı! Bahar ölmüştür! 326
Ben onu görmemek için gözlerimi kapatıyorum.

Ben onu görmemek için gözlerimi kapatıyorum. Sürekli yükselen acı ve öfke dolu nağmelerini duymamak için parmaklarımla kulaklarımı kapatıyorum. Ey uzak bağlarda öten esir kuş! Kıştır...

327
Mihrap Mihrap harb kökünün mekân ismidir ve savaş sahnesi anlamına gelir. Ne kadar ilginç! Neden ibadet yerini savaş yeri diye adlandırmışlar? 403