Zorba

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
335
ISBN
9789750722486
Baskı Sayısı
21
Yayın Evi
Can
Mütercimi
Ahmet Angın
Kitap yazarı yıllar önce tanışmış olduğu ve hayatı boyunca asla unutamayacağı Aleksi Zorba ile olan anılarını anlatırken, hayatın çarpıklıklarını, tek düze şehir bayağılıklarını ve insanın kendisine nasıl yabancılaştığını da Zorba sayesinde tasvir ediyor. Fakat tüm bunları yaparken içinde belirli bir acıma oluşuyor; çapraşık metafizik düşüncelerin sonucuna benzer, soğuk bir acıma… İşte tam da burada yazar kendisini tanımlamamız konusunda bir fikir veriyor. Kant’ın “bilmeye cesaret et“ sözünden yola çıkarak; yazarın birçok konuda bilgi sahibi olurken bunları pratiğe dökmeye cesaretinin olmadığını ve Goethe’nin Faust’u ile Kazancakis’in içine düştükleri derin bunalımın sebeplerinin ne kadar benzeşen bir yapıda olduğunu da anlıyoruz. Faust ve Kazancakis dünyaya ve yaşama dair alabildiğine somut çözümlemeler yapmalarına rağmen, dünyanın ve yaşamın içinde soyut ve kimseye değmeyen birer söz gibi durmaktadırlar. Bu da onları, kendileriyle yüzleştikleri anda kendilerine karşı yönelttikleri suçlamalarla yüz yüze bırakmaktadır. Hayatın bir öznesi olamamak, hayatın edilgen bir nesnesi olmak bu iki kitap kahramanının ortak özelliğini oluşturmaktadır. Faust ve Kazancakis’te bilmeye cesaret edip de, bildiklerinin altında ezilenlerde var olan ruhsal çöküntünün izlerini görmekteyiz. İnsanlar, yaşam, ölüm, dünya ve hatta din üzerine yaptıkları somut eleştirilerin oklarını kendilerine yönelttikleri zamanlarda bu çöküntülü ruh hali, yalnızca bildikleriyle toplumu dönüştürebilmek için pratiğe dökebilenlerin kaldırabileceği tarzdaki sorumlulukları üstlerine alamamaları sebebiyle en ağır haliyle kahramanlarımızı etkilemektedir. Kitabın asıl kahramanı Zorba, yazara sorduğu sorularla sürekli iğnelemelerde bulunmakta ve farkında olmadan yazarı bir nevi iç muhasebeye, ruh ile bedenin, mantık ile duyguların muhasebesine itmektedir. Zorba’nın hayattan bizzat yaşayarak öğrendiklerini kitaplardan öğrenmiş olmak yazarı dünyaya yabancılaştırmıştır. Zorba’nın hikâyelerini dinledikten sonraki iç hesaplaşmaları giderek onu, asıl kişiliğini bulmaya, kâğıtlardan kopmaya, dünyaya kâğıtlardan bakmaması gerektiğine inandırmaya, kısacası “gerçeği yaşamaya” cesaretlendiriyor. Burada karşımıza Marx’ın Feuerbach üzerine yazdığı 11. Tezdeki ‘gerçeklik ve yaşam’ olgusu çıkıyor; “filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir.” Bu tez aynı zamanda Marx’ın teoriyle pratiğin içsel ve zorunlu bir ilişki içerisinde olduğuna dair önermesini de sunduğu tezdir. Felsefe, dünyayı anlamaktır ancak anlamak yetmez; eyleme de geçmek gerekir, felsefi anlamalarımızın toplumlarda değişmeye yol açması gerekir. Kazancakis dünyayı eleştirip yorumlamaktan geri kalmıyor ancak hayatı yaşamıyor ve bu durum Zorba’yı daha çok tanıdıkça yazarın, yapılması gerekenin Zorba’nın yaptığı gibi ‘hayatı yaşamak ve dünyayı değiştirmek’ olduğunun farkına varmasını sağlıyor. Gabriel Marcel’in de dediği gibi, “tiyatroda değilsin, yani seyretmekle kalmamalısın”. Zorba’nın Kazancakis’e yönelttiği bazı sorular; Ne zamana kadar kâğıt yiyip mürekkep yalayacaksın? Nedir o okuduğun külüstür kâğıtlar? Neden okuyorsun? Sana sorduğum soruların cevaplarını söylemiyorlarsa neyi söylüyorlar? Ben senin nereden gelip nereye gittiğimizi söylemeni istiyorum yani yaşamayı ve ölmeyi. Bunca yıldır büyücülük kitapları üzerinde eriyip gittin; iki üç bin okka kâğıdı sıkmışsındır. Nasıl bir su çıkardın acaba? Zorba gerçekçi tavırlarla, doğruyu, açık seçik, bir çekince duymadan Kazancakis’in önüne sermektedir. Kazancakis’i kırmak pahasına da olsa, onu gördüğü rüyadan uyandırmak istercesine yazarı düşünmeye, sorgulamaya itmekte, gerçekleri görmesini sağlamaya çalışmaktadır. Kaybetmeyi göze alarak, doğruyu söylemekle, başımıza geleceklere rağmen doğruyu söylemekten caymamakla birlikte geçiyor ‘parrhesia’. Doğruyu söyleyen kişi ezber bozan kişidir; hayatımızda doğruları söyleyenler oldukça ezber bozulacaktır. Tıpkı kral çıplak hikâyesinde kralın çıplak olduğunu söyleyebilen tek bir çocuğun olması gibi… Kralın çıplak olduğunu herkes görmektedir ancak marifet, kralın çıplak olduğu doğrusunu söyleyebilmeyi her şeye rağmen göze almaktır. Doğruyu söylemek, ezberi bildirmek değildir. Doğru; ancak başkasının suyunda, huyunda yüzerken doğrulur. Doğruları onun yüzü suyu hürmetine söylemeliyiz, ondan yüz çevirerek değil. Romanda Kazancakis’in hayatındaki ezberi bozan kişi ise Zorba’dır. Zorba da söylediği tüm doğruları yazarın iyiliği için söylüyor, hayatın kitaplardan öğrenilemeyeceğini bildiriyor. Nitekim yazar da sorulan soruları hep yanıtsız bırakmaktadır. Nereden gelip nereye gittiğimiz sorusu karşılığında bir cevap bekleyen Zorba’ya yazar, ‘ancak ölüme üzülenlerin duygularını tarif edebiliyorum’ şeklinde cevap verebilmiş Zorba’nın bilmek istediğini bilmediğini söylemiştir. Ölüm yönünde bir varlık oluşumuz, varlığımızın geçici niteliğini açığa vurur. Her an ölüm ile yüz yüze gelmek, her anın değerini ifade eder: Her an değerlidir. Yaşamının her anını “dolu” geçiren Zorba, varlığının bilincinde, ölüme yakın bir insan konumuna gelmiştir. Romanda her gün gençleştiğini ifade eden Zorba, ölüme doğru giden bir ara zamanda varolur ve ölüme doğru giden zamanda varlığının farkına varır, ölümle de yok olur. Bu tüm insanlık için geçerlidir çünkü ölüme en yakın olduğumuz an, varlığımızın da en bilincinde olduğumuz andır. Yazar, bu gerçekçi sorular ve acımasızca söylenen doğrular üzerine kendisine ve okurlara itiraflarda bulunuyor. Zorba’nın sözleri ta belkemiğinden, içinden geliyordu, üzerlerinde hâlâ insan sıcaklığını taşıyorlardı. Kendi sözleri ise kâğıttandı, yalnız bir damlacık kana bulanmış halde, kafadan geliyorlardı, eğer herhangi bir değerleri varsa bile bu değeri o bir damla kana borçluydular, yani insan olmaya… İrem Aydın Kaynak: http://www.sanatlog.com/sanat/nikos-kazancakis-zorba/

Kaynaktan Diğer Alıntılar

Başlık Altı Çizili Satır Sayfa Azalan sıralama
Ölümsüz uyumu izlemek Yabanıl bir çam ağacında, bir sabah, tam içerdeki canın dışarı çıkmak üzere kabuğunu çıtlattığı anda, bir kelebek kozasını nasıl görme fırsatını elde etmiş olduğumu hatırladım. Bekliyor, bekliyordum; o ise gecikiyordu; benim de işim vardı… Bunun için ona doğru eğildim, soluğumla ısıtmaya başladım. Onu sabırla ısıtıyordum. Mucize benim önümde, doğal hızından daha hızlı oluşmaya başladı; kabuğun hepsi açılıp kelebek göründü. Ama ben, heyecanımı asla unutmayacağım: Kanatları kıvrıntılıydı ve açılmamıştı, bütün vücudu titriyor, kanatlarını açmaya çalışıyor, ama beceremiyordu. Bense ona soluğumla yardımcı olmaya çalışıyordum. Ama boşuna. Onun, güneşte sabırla olgunlaşmaya ve açılışa gereksinimi vardı; şimdiyse, artık vakit geçmişti. Soluğum kelebeği, yedi aylık çocuk gibi vaktinden önce, daha buruluk bir halde dışarı çıkmaya zorlamıştı. Olgunlaşmamış halde çıktı, umutsuzca kımıldadı, biraz sonra da avucumun içinde öldü. Kelebeğin bu tüylü iskeleti, sanırım ki, bilincindeki en büyük ağırlıktı. Ve işte bu gün, ta derinden anladım: Yüz yıllık yasaları oldu bittiye getirmek öldürücü bir günahtır: Ölümsüz uyumu güvenle izlemek insanın borcudur. 126