Kader
Kader, 2006'da Zeki Demirkubuz'un yönetmenliği yaptığı dram filmidir. Başrollerinde Vildan Atasever, Ufuk Bayraktar, Engin Akyürek, Müge Ulusoy ve Ozan Bilen oynamıştır. Kader "En iyi film" Altın Portakal ve Altın Lale Ödüllerini kazandı.

Amentü

Herkesin inandığı bi şey vardır bu ... dünyasında; benimki de sensin! ..
Kader
Söğüt Ağacı (Beed-e Majnoon - The Willow Tree)
“Kahrolası (o münkir) insan, ne nankördür!” Kur’ân-ı Kerim, Abese, 80:17 – “Bulut, âb-ı hayat yağdırsa, yine de söğüt ağacından bir yemiş yiyemezsin. Çünkü söğüt ağacının meyvesi yoktur. (Kalp gözleri âmâ olmuş) alçak ve bozuk tabiatlı kimse ile vakit geçirme. Çünkü hasır kamışından şeker yiyemezsin.” Sâdî-i Şirazî Dünyaya gelmiş her insan, belli bir zaman sonra geldiği dünyayı sorgulamaya başlar. Eşyayı fark etmesi sorgulamanın ilk adımıdır. Küçük yaştaki çocukların insanlara çok soru sorması, etrafta olan bitenin ne olduğunu anlamaya çalışması bunun bir örneği sayılabilir. Rüyadan yeni uyanmış birinin yaşadığı şaşkınlık gibi ne ile karşı karşıya kaldığımızın farkında değilizdir. beed-e-majnoon-the-willow-tree-sogut-agaci-2005Rüyaya nasıl başladığımızı bilemediğimiz gibi. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna karşı “Evet!” dediğimiz o gün başlayan bir uyku içinde oluşumuz bunu destekler. Amacım elbette dini metinler arasına serpiştirilmiş cümleler kurmak değil. Hakikâti anlayabilme yolunda bir adım atabilme niyetindeyim. Bazı olayların, durumların, hikâyelerin, şiirlerin, insanların, yazıların veya herhangi bir şeyin herhangi bir zaman insanı şaşkınlığa uğrattığının farkındayızdır. Bu şaşkınlık onu bilmediğimizden değil fark edemediğimizden kaynaklanır çoğu zaman. Hayatın hakikâtini tam manasıyla idrak edemediğimiz gibi. Hâlbuki insan düşünen bir varlıktır. Vardır. Yokken, var olandır. Yoktan geldiğimize bir delil bilmediğimiz dünyaya, ahirete doğru olan yolculuğumuzdur. Maksat bu yolculuğu anlamaksa “Oku!” emrinin söylemek istediği de kâinatı okumak olsa gerektir. Kendimizi okumak, insanları okumak, görmek, duymak, yürümek mesela, tat almak, ayakta durmak, çekim kuvveti dediğimiz hayalî bir kanunla anlatılabilen, savrulmadan dünya yüzünde dolaşmak, konuşmak, seslerin iletimi, rüzgarın hava atomlarının hareketlenmesinden ibaret olması, yemekleri sadece ağıza bırakmak, gerisine karışmamak veya ölmek, aynı atomlara sahip vücudun ruhun çıkmasıyla dağılması, belli bir zaman çürümesi… gibi artan sorular ve beklenen cevaplar. Hâlbuki sorulacak ne çok soru var! (Allah) onu hangi şeyden yarattı? Bir nutfeden (hakir bir sudan süzülmüş hulâsadan)! Onu yarattı da ona (bir hayat) takdîr etti. Sonra (ana karnından çıkma) yolu(nu) ona kolaylaştırdı! Sonra onu öldürdü de, kabre koydurdu! Sonra dilediği zaman, onu (tekrar) diriltir! Hayır! (İnsan, Rabbinin) kendisine emrettiğini (tam olarak) yerine getirmedi! Şimdi o insan, yiyeceğine (bir) baksın! Şübhesiz ki biz, suyu (buluttan) bol bol döktük. Sonra yeri (bitki ile) güzelce yardık. Böylece orada size ve hayvanlarınıza bir fayda olmak üzere, ekinler, üzüm bağları, yoncalar, zeytinlikler, hurmalıklar, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik. Kur’ân-ı Kerim, Abese, 80:18-32 Yukarıda geçen ayetler gibi Kur’ân’ın birçok ayeti, insanın mahiyetini, kâinatın hakikâtini, yaratılışın hikmetini fark ettirmekle alakalıdır. Örümcekten, arıdan, nimetlerden, dünyadan, gezegenlerden..vs yaratılmış olan her şeyden örnekler getirmesinin bir hikmeti de budur diyebiliriz. Tüm bu sorgulamaları da yanımıza alarak İran Sineması’nın fıtri eserler ortaya çıkarmasıyla meşhur yönetmeni Majid Majidi’nin “Beed-e Majnoon” filmini irdeleyebiliriz. Ülkemizde “Söğüt Ağacı” ismiyle bilinen bu film, 8 yaşında geçirdiği bir kaza nedeniyle gözlerini kaybeden Yusuf’un yıllar sonra gözlerinin tekrar açılabilme umuduyla ailesinin de manevi desteğiyle Fransa’ya gidip ameliyat olmasını ve değişen hayatını anlatıyor. Yusuf, gözleri görmediği hâlde kendini geliştirmeyi bilmiş ve profesör olabilecek bir duruma gelmiştir. Hayatını bu şekilde devam ettirirken gözlerinin açılabilmesi için de dua etmektedir: Sana söylemem gereken bir şey var. Yoksa beni tamamen unuttun mu? Ben Yusuf. Yarattığın bütün güzelliklerden mahrum olup asla şikâyet etmeyen kişi. Aydınlık ve parlaklığın yerine kasvet ve karanlıkla yaşadım. İtiraz etmedim. Mutluluğu ve huzuru bu küçük cennette buldum. Sıkıntı ve güçlükle geçen bunca zaman yetmezmiş gibi şimdi de daha fazlasına mı katlanmamı istiyorsun? Bu yolculuktan sevgili ailemin yanına dönebilecek miyim? Yoksa bu hastalığa diz mi çökeceğim? Alın yazımı kime şikâyet edebilirim ki? Bana biraz merhamet etmen için Sana yalvarıyorum. Hayatımı bağışla. beed-e-majnoon-the-willow-tree-sogut-agaci-murtazaKendi içinde karanlıkta yaşadığını düşünen Yusuf dünyaya bir de kendi gözleriyle bakmak ister. Amcasının teşvikiyle Fransa’ya ameliyat için gider ve hastanede Murtaza isminde biri ile tanışır. Murtaza’nın Yusuf ile tanışması bu iki hayatı karşılaştırmamızı sağlar. Majidi’nin tasvir sanatını rahatsız etmeden, sakince kullanması da bundan sonra başlar. Öyle ki filmin gerçeklikle bağlantısı teşbihler kullanılarak desteklenir. Yan hikâyeymiş gibi gözüken söğüt ağacı bu noktada filmin ve geniş manada insanın hikâyesini anlatır. - Ameliyatın ne zaman? - Birkaç gün içinde. - Heyecanlı mısın? - Bilmiyorum. Hem heyecanlıyım hem de korkuyorum. - Görememekten mi korkuyorsun? - Belki de görmekten. 38 yıldır başka bir dünyada yaşıyorum. Neler olabileceğini bilmiyorum. Bu yakarış hâlinde Yusuf’a tekrar görme nimeti bahşedilir. Heyecandan dayanamayıp gözlerindeki bantları telaş içinde kendinin açması bir özlemin dışavurumudur. Hayal ve gerçekle karışık, pencereye koşar, pencere kenarında yükünü taşıyan bir karıncayı görür. Bana göre filmin en çarpıcı sahnesi kendini odadan dışarı atıp hastane koridorunda etrafı görmeye ilk başladığı sahnedir. Telaşı öyle bir hâl almıştır ki mutluluktan adımlarını izlemeye koyulur. O esnada aynada kendi yansımasını fark eder ve duraklar. Hayat mertebesinin değişmesi gibi bir durumda gözlerindeki perdelerin açılması ve kendini sanki başka bir âlemde hissetmesi, içinde bulunduğu telaşın, uyanma hâli şaşkınlığına dönmesine vesile olur. Daha önce gözüyle görmediği yüzünü büyük bir titizlikle inceler. Artık Yusuf’un hayatı değişmiş ve aslında yeniden başlamıştır.beed-e-majnoon-the-willow-tree-sogut-agaci Evine dönmesi, daha önce okuyabildiği Braille Alfabesi yerine normal alfabeyi öğrenmeye koyulması, renkleri çözümlemesi, yeni bir bebeğin dünyaya gelişinden sonra yaşadıklarını hatırlatır. Yeni hayatında mutlu olmaya çalışırken görme duyusuyla birlikte yeni şeyleri keşfetmeye başlar. Yıllar boyunca kendine hizmet eden hanımı Rüya yerine, okuldan öğrencisi Peri’ye meyletmesi bu keşfin ilk emareleridir. Gördüğümüz ile görmek istediklerimizi Majidi, bu iki hanımla, Rüya ve Peri ile anlatır. Görülen, yanında olan, desteğini esirgemeyen ve aslında sahip olunanın, Rüya’nın yanında, kelime manası “hayali varlık, çok güzel genç kız ve kadın” olan Peri, elimizde olmayanı, görmek istediğimizi, verilen nimetin daha fazlasını anlatır. Yusuf’un bu meyli ve isteği, hanımı Rüya ile arasının açılmasına ve ondan uzaklaşmasına sebep olur. Bu, insanın hakiki manada nimetlere olan şükrünü sorgulatan bir durumdur. Elde edilmeyen her şey, insanın hakikat ile olan kuvvetli bağının zayıflamasına neden olan bir tehlikedir. Hiç kimse geçen onca sefil yıllara, tek bir söz etmeden nasıl katlandığımı biliyor mu? Herkes benim için üzüldü. Sen, karım, çevremdeki herkes. Artık kimseye ihtiyacım yok. Hakkım olan hayatı istiyorum. Hayatımın en güzel yılları heba oldu. Etrafına bir bak, sahip olduğum şeylere bak. Buna yaşamak diyebilir misin? Bir avuç dolusu hiç! Dört ağaç ve bir evin küçük bir cennet olduğunu sanıyordum! Bu cennetten sıkıldım. Kendi hayatımı yaşamak istiyorum. Evet, kendi yoluma gitmek istiyorum! Bunu anlayabilir misin? Anlayabilir misin, söyle! Ve işte “Kahrolası (o münkir) insan, ne nankördür!” hakikâti, bizi kendimize getirmeye çalışan, yüzümüze vurulan bir tokat gibidir artık. Kuşkusuz verilen nimetin daha fazlasını istemek insanın fıtratında olan, vicdan ile de fark edilebilecek bir durumdur. Yusuf’un bu durumu filmde insanı rahatsız etse de Yusuf bu noktada insanın kendi nefsini temsil eder.beed-e-majnoon-the-willow-tree-sogut-agaci-2005- Peki giydiğimiz kıyafetleri ne kadar süre kullanıyoruz? Veya elimizde olan teknolojik cihazların bir üst versiyonunu alabilmek için israfa varan harcamaları yapan yine bizler değil miyiz? Elbette Yusuf’un olduğu durumda herhangi birimiz de olabiliriz. Tam bu noktada daha önce de bahsettiğimiz ve Yusuf’un görme engelliler okulunda da yetiştirmiş olduğu bir söğüt ağacının hikâyesi gün yüzüne çıkar. Söğüt ağacının diğer ağaçlarından bir farkı vardır. Sâdî’nin “Bulut, âb-ı hayat yağdırsa, yine de söğüt ağacından bir yemiş yiyemezsin.” dediği gerçek burada Yusuf’un nezdinde insanı temsil eder. Ve aslında insanın söğüt ağacı olup meyve vermemesi ile başka bir ağaç gibi meyve verebilme ihtimali yine kendi tercihleri sonucunda olan bir hakikattir. Ve bunun yolu illa ki nimetlere karşı olan şükürdür. “Bir ayağın yoksa iki ayağı olmayana bak!” sözü bu nazarı bize ders verir. Bu noktada Bediüzzaman’a kulak vermek meseleyi tam manasıyla anlamamıza yardımcı olacaktır: …O Mün‘im-i Hakîkî (hakiki nimet veren) bizden o kıymetdar ni‘metlere, mallara bedel istediği fiyat ise, üç şeydir. Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir. Başta “Bismillâh” zikirdir. Âhirde “Elhamdülillâh” şükürdür. Ortada bu kıymetdar hârika-i san‘at olan ni‘metler, Ehad-i Samed’in mu‘cize-i kudreti ve hedi­ye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek (anlamak) fikirdir. Bir padişahın kıymetdar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sâhibini tanımamak ne derece belâhet (eblehlik) ise; öyle de, zâhirî mün‘imleri medih ve onlara muhabbet edip Mün‘im-i Hakîkî’yi unutmak ondan bin derece daha belâhettir. Birinci Söz. Yusuf derin bir buhrana kapılır ve dayanak noktasını bir şekilde kaybeder. Değişen hayatı ile birlikte aslında “asıl görebildiği hayat”ın özlemini yaşar. Bu bunalım kütüphanesindeki tüm kitapları yakmaya kadar götürür kendisini. Birçoğunu içi su dolu havuza atar. Öyle ki tam ümitsizliğe düştüğü sırada her insanın yaptığı gibi son bir şans ister. Kaybedilen sağlıktan sonra söylediğimiz “eğer şifa verirsen daha sağlığımı korumak için daha dikkatli olacağım, söz” yakarışına benzer bir yakarıştır bu.rang-e-khoda-the-color-of-paradise-cennetin-rengi Ve tabi ki kazanmak ve kaybetmek yine insanın elindedir. Hayatı boyunca yanından hiç ayırmadığı fakat gözleri açıldığında hiç okumadığı Mesnevi-i Şerif’i attığı su havuzundan çıkarır, okumak için niyetlenir. Fakat okuyabildiği tek sayfa uzun zaman önce Braille Alfabesi ile yazdığı sayfadır. Ağzında bir yük ile zar zor yürüyen karıncanın görünmesi, Cenab-ı Hakk’ın insanın hayatı boyunca verdiği şansların bir numunesi olarak kabul edilebilir. Tüm bu değerlendirmeler ele alındığında Beed-e Majnoon ile yine bir Majidi filmi olan “Rang-e khoda” (Cennet’in Rengi) arasında derin bağlantılar ve benzerlikler kurulabilir. Ve “Söğüt Ağacı” sanki Cennet’in Rengi filminin alternatif sona sahip olan diğer bir şekli gibidir. Doğuştan görmeyen Muhammed’in Allah’ı bulabilmek için dokunabildiği her yere dokunmaya çalışması ile Yusuf’un dinginlik içindeki telaşı bağdaştırılabilir. Nimeti olduğu gibi kabul eden ve aslında isyan etmeyen Muhammed ile elindeki nimetin şükrünü eda edemeyen Yusuf, aynı dünya üzerinde yaşayan, farklı olaylarla imtihana tabi tutulan insanlardır. Ve aslında tüm insanlıktır. Majidi’nin benzer temalara sahip iki filmi bu şekilde sunması da onun kâinatı bir şekilde yorumlaması olarak düşünülebilir. Bana görebilmenin ne demek olduğunu söyle, ben de sana körlüğün ne olduğunu söyleyeyim. Bekir Arslan Kaynak: http://www.sinemazingo.com/beed-e-majnoon-the-willow-tree-sogut-agaci-2005

Cennetten Sıkıldım

-Yusuf hayatını ne hale getirmeye çalışıyorsun? -Ne hayatı! Geçen onca sefil yıllara tek kelime etmeden nasıl katlandığımı biliyor musun? Herkes benim için üzüldü... Artık kimseye ihtiyacım yok, benim olan hakkım olan hayatı istiyorum. En güzel yıllarım heba oldu. Etrafına bir bak, sahip olduğum şeylere bir bak! Buna yaşamak diyebilir misin? Bir avuç hiç! Dört ağaç ve bir evin cennet olduğunu sanıyordum. Cennetten sıkıldım... Kendi yoluma gitmek istiyorum! Anlayabilir misin söyle?
Söğüt Ağacı (Beed-e Majnoon - The Willow Tree)
Türü
Roman
Sayfa Sayısı
242
Baskı Tarihi
2007
Yazılış Tarihi
1943
ISBN
975-7663-92-1
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Kubbealtı Neşriyat
Editörü
Aysel Yüksel
Bu kitap, uzun yıllar boyunca geçirdiği çilelerle, "güneşi seyrettiğin göklere bak, aksettiği kalıplara değil" diyecek bir iç olgunluğuna varan, böylece gerçek aşkı bularak "Son Menzil"e ulaşan kişinin serencâmını anlatır.

Bir yaz gecesi tasviri

Aziz, bir yaz akşamı, günün geceye yaklaşan şu saatinde bu bahçenin ne demek olduğunu çok iyi bilir. Etrâfını saran hanımelleri, akşam safâları, mor salkımlar, Okçu’nun bir arkadaş bağlılığı ile sadâkat gösterdiği bütün bu çiçekler, sanki konuşmaktan utanan mahçup birer âşinâdır. Aziz, burada birçok akşamlar geçirmiştir. Güneşin, iğde ağacının son yapraklarına sürtünerek çekilişi ve tahta perde ile bölünmüş komşu bahçelerden gelen tufeyli sesler, hatta belki de genç adamı, buradan uzak olduğu zamanlarında bile, ılık bir hatırlayışla zaman zaman oyalar. Hele o su serpintisi gibi içini okşayan kıvrak kadın gülüşleri bir başka dünyâdan çarpan dalgalar gibidir. Sonra belki bir çardak altında, bir ağaç dibinde başlayan akşam yemeği hazırlıkları, bakır sininin, sahan ve kaşıkların mâdeni gürültüleri, genç bir dudağın yansını ezip çiğnediği bir şarkı nakarâtı, nihâyet kalı ve yorgun bir erkek sesi ve günün son ışıklarından istifâde ederek bahçede yenen neşeli bir yemek sahnesi...

Sayfa Sayısı
352
Baskı Tarihi
1997
Yazılış Tarihi
1979
ISBN
975-437-065-6
Baskı Sayısı
8. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Ötüken
Türkiye’deki anarşinin otopsisidir. Romanda, yalnız boşa giden gençliklerin hikâyesini değil, içine düşürüldüğümüz kaosun çarpıcı grafiğini de bulacaksınız. Yıllardan beri Türkiye’de bütün görevleri, ödevleri ve sorumlulukları, dolayısı ile de toplum hayatımızı paslandıran kalleş demagojileri sergilemektedir. eri ve sorumlulukları, dolayısı ile de toplum hayatımızı paslandıran kalleş demagojileri sergilemektedir. İnsana ve insanın gerçek hayatına kurulan tuzağın romanlaşmasıdır bu kitap.

Büyük Adam

İhtiyar keyifliydi; gözlerinin içi gülüyordu; Dünyanın en lezzetli meyvesini yemiş gibi de yalanıyordu. Delikanlı saf bir şaşırmışlıkla: - "Ama" dedi, "siz de hayransınız ona." - "Ne?" Gerçek bir öfkeydi bu. Öfke coşturdu İhtiyar'ı - "Ben., ben birisine hayran olacakmışım ha! Hem de ona, Marks’a.. koca eşşeğe!" O günden sonra sık sık oluyordu böyle konuşmalar. Delikanlı, dakikalarca Marks’ı ve Marksizm’i övmüş; kendisini belli bir alaycılıkla dinleyen İhtiyar "demek öyle?" deyince de bu cevabı vermişti. İhtiyar akıl almaz bir hızla konuşuyordu: - "Büyük adam’mış! Kimlere, ne mendeburlara büyük adam demişsinizdir siz! bir bilseniz utançtan geberirdiniz. Bir bölüğünüz, günün büyük adamının veya adamlarının ne tifturûnî hâlebî olduğunu sezerseniz ve., o zaman ne yaparsınız, bilir misin? Haydi yallah bir başka tifturûnîyi büyük adam’laştırmak için kollarınızı sıvarsınız. Bu amelelik için hayatınızı koyarsınız ortaya. Bâbil Kulesi’nin ve Ehramların ameleleri sizden onurludur. Büyük adam’mış! bu alçalışınızın sınırı da yoktur. Yâni yalnız politikada, Devlet denilen aptallığın üzerinde değildir bu yutturmaca. Sanatta, edebiyatta, bilimde de yutarsınız siz oltadaki bu yemi. Bu oyun bir endüstridir., insanların kurabildikleri en büyük endüstri. Burada Nobel’i övgüyle anmalıyım: Zıbarıp gitmeden önce uydurduğu "ödül" yutturmacası, daha önceki buluşundan, yâni dinamitten bin kat yıkıcı, yıkıcı ne kelime., gerçek değerler ve gerçek üstünlükler dediğiniz pimpiriklikler için çürütücü olmuştur. Niçin saklayayım? İşte ben bile yararlanıyorum bu buluşundan. Ben bile çeşitli dallarda ödüller koyuyor ve bundan ayni amaç için, yâni asıl başarılıları, işime gelenlerin karşısında küçük düşürmek, gölgede bırakmak için yararlanıyorum. Sen., kendini düşün., daha düne kadar sen de, ödüllendirdiğim sinema, tiyatro ve müzik ve resim ve roman ve üniversite çürüklerine ne kadar hayrandın!" Mitoloji’deki kötülük tanrısına çalışan bir acayip yaratığın pençesini andıran kıllı eli, umulmaz bir hızla tabağına dalıyor, bir mandalina dilimini kapıyor ve onun ucundan kopardığı minicik bir parçayı ağzına atıyor. Sonra, takma dişler, sanki o minicik parça kocaman bir mandalinanın bütünüymüş gibi uzun uzun çiğnerken sürdürüyor: -"Büyük adam ve ün yaratma endüstrisi! Yaşaması gerekir.. sürmesi ve geliştirmesi gerekir., bütün endüstriler gibi! Çünkü toplum denilen tezekten piramitin her katında ondan, sâdece ondan ve ancak ondan beslenenler vardır: Başkent’ler bu oyun sayesinde kurulur ve yaşar. Çeşitli piyasalar ve para kaynakları ve borsalar da öyle. Ve ünvanlar ve itibarlar ve nüfuz yağmaları., senin anlayacağın, insan denilen diksürüngenler’in gözlerini döndüren ne varsa, her şey bu oyun sâyesinde var olur ve sürer. Bunun için de sonu gelmez. Bu iğrenç oyuna son vermek için bambaşka bir sözlüğün dehâsı., zavallı beyinlerin hayâl bile edemediği bir güç, bir üstünlük gerekir."

Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
416
Baskı Tarihi
2009
Yazılış Tarihi
1923
ISBN
978-975-10-2884-6
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İnkılâp
Editörü
Aslıhan Karay Özdaş
Memleketimizde hiçbir anı Minelbab İlelmihrab kadar ilgi çekmemiş, Meclis'e kadar yansıyan gürültü koparmamıştır. İki kez yayını durdurulan eserin ancak 1948'de, yazarın ikinci Aydede dergisinde tam yayını mümkün olabilmiştir. Önemli yoğunluktaki yeniden basılması istekleri karşısında, hâlâ mizahi bir anlatımla o devrin tanınmış kişilerini gözümüzde canlandırdığına ve Mütareke yıllarına ışık tuttuğuna inanıyoruz. Bu anılar, yazarı dediği üzere, bir savunma olmayıp yalnızca günü gününe hislerin işlendiği Mütarake Devrinin özel bir tarihçesidir. (Tanıtım Bülteninden)

Acı bir hatıra

Bir gün ajans dönüşü, matbaada oturmuş, ziyaretçiler den, daha doğrusu, ricacılardan kurtulmak için kapım kilitli makalemi yazıyordum, kapı parola mucibince vuruldu, açtım: Mihran Efendi’nin vekili Aleksan Efendi polis müdürünün geldiğini haber verdi. “Buyursunlar!” dedim. Nurettin Bey sapsarı içeri girdi ve acı, zehirli, berbat bir tebessümle: “Haberin var mı?” dedi, “kovulduk!” Evet, basbayağı kovulmuştu; İngiliz mürakebe-i askeri yesi idaresi yeni polis müdürünü, kendi muvafakatleri haricinde tayininden dolayı tanımamıştı; Halil Bey’in tekrar iadesinde ısrar ediyorlardı. Bir kaynar sudur başıma giydim. “Peki ama,” dedim, “kabine heriflere danışmadan mı seni oraya getirdi?” Muhatabım kemküm etti, durdu. Hâlâ hatırımdadır, beraberce kalktık, Polis Müdüriyetine gittik; o evrakını topladı, keyfini çıkaramadığı, nüfuzundan istifade edemediği bu çıngıraklı, telefonlu geniş, süslü odaya bir tahassürle göz atıp ayrıldı... Odaya, bir daha geleceğinden ümidi yok gibi görünüyordu. Ben Babıâli’ye koştum, “Bu ne rezalet” diye haykıracaktım. Nazırlar beni görünce “İstifa ettik!” dediler. Öp babanın elini... Hiddetim ve ateşim birden düştü, donakaldım. Demek ki gelişimizle gidişimiz bir olmuştu. Hani, işgal hükümetleriyle hüsnü münasebet temin edecek bizler değil miydik? Hüsnü münasebetten vazgeçtik, ayrıca sui münasebet bile başlamıştı. Hatta daha birinci münasebette münasebetsizlik etmiş, münasebetimizi kesmeye mecbur olmuştuk. Bakınız vaka nasıl geçmişti: Cemal Bey öyle ince eleyip sık dokuyan bir idare adamı değildi; aceleyi seviyordu. Ona Halil Bey’i azil ve halefini tayinden evvel İngilizlerin muvafakatini almak lazımgeldiği anlatılmış, fakat o buna icap eden ehemmiyeti vermediğinden, hasbıhal arasında bir sefaret memuruna Nurettin Bey’in tayininde bir mahzur görüp görmediklerini sormuştu. O adam, orduya değil, sefarete mensup olduğundan, bittabi sefaret hesabına cevap vermiş, “Mahzur yoktur!” demişti. Halbuki cihet-i askeriye nezdinde hiçbir müracaatla bulunulmamış, Nurettin Bey’in “Thompson” ve “La Fontaine”lerle olan münasebeti kâfi görülerek tayini hemen arz olunmuştu. Sen misin yapan? Aradan bir gün geçmemişti. Sadrazamın karşısına İngiltere, olanca haşinliği ve soğukkanlılığı ile dikilmişti: “Müdürünüzü geri alınız ve eskisini yerine iade ediniz!” Ferit Paşa, Halil Bey’e kabinenin itimadı olmadığından bahisle evvela haktan, sonra İtilaf Devletleriyle aradaki hukuktan dem vurmuş bir itilafa yanaşmak istemişse de laf anlatamamıştı; o zaman keyfiyeti Meclis-i Vükelaya koymuş, nazırlar da vaziyeti haysiyet kırıcı bulmuşlar, istifa kararı vermişlerdi. Sadrazam bu kararı, yarı tehditkâr bir mahiyette Ingiliz memuruna anlatmış ve bir tesir ümit etmişse de ancak şöyle bir cevap almıştı: “İstifanıza çok teessüfler ederiz... Halil Bey’in iadesini ordu bir şeref meselesi addetmekten hiçbir sebeple vazgeçemez!” İşte, benim Babıâli’ye koştuğum zaman iş bu merkezde idi; Ferit Paşa vaziyeti anlatmak ve istifayı takdim etmek üzere saraya gitmişti. Yani, artık, ümit noktası kalmamış, bulundukları nezaretlerin tadı nazırlarımızın damaklarında kalmıştı. Matbaaya gelen birkaç nazırla o akşam hasbıhal edildi, hepsi de istifanın şu darbeyi müteakip hükümette kalmaya çok müreccah olduğunu, zira mevkileri böylece bir defa sarsıldıktan sonra artık nüfuzlarının kırılıp maneviyatlarının bozulacağını, yani doğrusu, tükürdüklerini yalamak güçlerine gideceğini söylüyorlardı. Polis müdürü Halil Bey’in de memuriyetinde ecnebi ve düşman nüfuzu ile kalmaya çalıştığı, feragat göstermediği ileri sürülüyordu, hareket tarzı ona yakıştırılmıyordu. Fakat, galiba, bütün bunları meseleyi bitmiş addiyle adeta kendi kendilerini teselli için ve yiğitlik kendilerinde kalsın diye nümayişkârane anlatıyorlardı. Hatta, bu hadiseyi vesile sayıp Dahiliye Nazırı Cemal Bey’in aceleciliğini tenkit dahi edenler oldu, azil ve nasıpta da dirayet ve ehliyet aramadığı ileri sürüldü. Hani, adeta “İş zaten yürüyeceğe benzemiyordu, mahcubiyetten kurtulduk!” diyorlardı... Bu, yeisin verdiği bir teselli idi! Ertesi gün haberdar edildim: Kabine yerinde kalmıştı. Halil Bey mevkiine iade ediliyor, Nurettin Bey Üsküdar mu-tasarrıflığına geçiriliyordu! Sadrazamın rivayetine göre padişah vakadan pek müteessir olmuş, kabinenin çekilmesine rıza göstermemişti; İngilizlerle uyuşmak, bir çare-i hal bulmak, hatta kabil olmazsa istediklerine muvafakat gösterip memleketi şu esnada, bir buhrana maruz bırakmamak için Heyet-i Vükelanın hamiyetine müracaat ediyor, cümlesine selamlarını gönderiyordu. Geceyi uykusuz geçiren nazırlar, sabahleyin, bu tatlı haberle yumuşayıvermişlerdi. Keyfiyet, sefarethaneye bildirildi. Kabine; artık polis müdüründen, bundan sonra, emre itaat ve hükümete hürmet hislerini bekliyordu; bu ciheti İngilizlere anlattı; onlar da nezaket göstermeye başladılar: Halil Bey’e kati emir verecekler, hükümete hürmetle mükellef bulunduğunu söyleyeceklerdi; bu hususta, şayet bir kusuru görülürse azline muvafakat edeceklerdi! Bir nokta daha kararlaştı: Karargâh, bilahare, hükümetin arzusunu yerine getirmeye, yani polis idaresinin başında bir değişme yapmaya razı oluyordu. Yani Halil Bey’in azliyle Nurettin Bey’in iadesi bir kısa zaman meselesi idi! Yeni irade o akşam çıktı ve polis müdürü de sadrazama teşekküre ve dahiliye nazırından, emir telakkisine geldi!

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
220
Baskı Tarihi
1998
Yazılış Tarihi
1982
ISBN
975-437-042-7
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Ötüken
Hicret'in 15. asrına girdiğimiz şu yıllarda 'İslam bir inanç sistemi ve hayat nizamı olarak bütün dünyanın ilgisini çekmektedir. ''İslamın Bugünkü Meseleleri'' adıyla neşrettiğimiz eserde yazar, bu meseleyi sosyal ilimci gözüyle incelemişti. Bu kitapta ise, aynı metodla tasavvuf meselelerini ele almaktadır. Günümüzde tasavvuf Türk aydınının zihnini ne bakımlardan meşgul etmektedir? Çağımızın tarih, felsefe, sosyoloji-psikoloji bilgileri hesaba katıldığında, tasavvuf üzerinde nasıl bir değerlendirme yapılabilir? Tasavvufi düşüncenin geleceği ne olabilir? Tasavvufun İslam'daki yeri nedir?

Akıl ve Vecd

Plotinus, insan bilgisi bakımından duyu verilerini kabul eder, yani duyu verilerinin gerçekliğini inkâr etmez. Aklın prensiplerini de kabul eder ve bunları duyu verilerinin üstünde tutar. Bu bakımdan o dünya hakkında bir ilim kurabileceğimizi kabul etmektedir. Fakat Plotinus burada kalmaz ve aklın üstünde bir başka bilgi yolunun bulunduğunu söyler ki, bu vecd’dir. Niçin? Plotinus şöyle bir muhakeme yürütüyor: Akıl diyalektiği doğurur, diyalektik ise son haddine vardırılınca akla karşı çıkar. Bu nasıl oluyor? Akıl dâima "Birlik"e varmak için uğraşır ve bize o yolu gösterir. Ama biz birliğe akıl yolu ile varamayız, zira akıl bilgi kazanma esnâsında kendi objesinden ister-istemez ayrı kalmak zorundadır. Akıl yoluyla elde ettiğimiz bilgide bilgiyi alan insan (idrâk eden süje) ile bilgi konusu olan şey (obje) birbirinden ayrıdır. Halbuki "Birlik'te böyle bir ayrılık olmaz. Demek ki aklın karakteri (diyalektik) bizim onun gösterdiği hedefe ulaşmamıza elvermiyor. Biz bu hedefe vecd yoluyla varırız. Vecd halinde ruh bedeni terkederek Tanrı ile birleşir. Beden terkedilmiş bir saray gibidir. Bu bir ölümdür, fakat hayattır. Nitekim Eflâtun "Ölmek yaşamaktır" diyor.

Söğüt Ağacı (Beed-e Majnoon - The Willow Tree)
“Kahrolası (o münkir) insan, ne nankördür!” Kur’ân-ı Kerim, Abese, 80:17 – “Bulut, âb-ı hayat yağdırsa, yine de söğüt ağacından bir yemiş yiyemezsin. Çünkü söğüt ağacının meyvesi yoktur. (Kalp gözleri âmâ olmuş) alçak ve bozuk tabiatlı kimse ile vakit geçirme. Çünkü hasır kamışından şeker yiyemezsin.” Sâdî-i Şirazî Dünyaya gelmiş her insan, belli bir zaman sonra geldiği dünyayı sorgulamaya başlar. Eşyayı fark etmesi sorgulamanın ilk adımıdır. Küçük yaştaki çocukların insanlara çok soru sorması, etrafta olan bitenin ne olduğunu anlamaya çalışması bunun bir örneği sayılabilir. Rüyadan yeni uyanmış birinin yaşadığı şaşkınlık gibi ne ile karşı karşıya kaldığımızın farkında değilizdir. beed-e-majnoon-the-willow-tree-sogut-agaci-2005Rüyaya nasıl başladığımızı bilemediğimiz gibi. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna karşı “Evet!” dediğimiz o gün başlayan bir uyku içinde oluşumuz bunu destekler. Amacım elbette dini metinler arasına serpiştirilmiş cümleler kurmak değil. Hakikâti anlayabilme yolunda bir adım atabilme niyetindeyim. Bazı olayların, durumların, hikâyelerin, şiirlerin, insanların, yazıların veya herhangi bir şeyin herhangi bir zaman insanı şaşkınlığa uğrattığının farkındayızdır. Bu şaşkınlık onu bilmediğimizden değil fark edemediğimizden kaynaklanır çoğu zaman. Hayatın hakikâtini tam manasıyla idrak edemediğimiz gibi. Hâlbuki insan düşünen bir varlıktır. Vardır. Yokken, var olandır. Yoktan geldiğimize bir delil bilmediğimiz dünyaya, ahirete doğru olan yolculuğumuzdur. Maksat bu yolculuğu anlamaksa “Oku!” emrinin söylemek istediği de kâinatı okumak olsa gerektir. Kendimizi okumak, insanları okumak, görmek, duymak, yürümek mesela, tat almak, ayakta durmak, çekim kuvveti dediğimiz hayalî bir kanunla anlatılabilen, savrulmadan dünya yüzünde dolaşmak, konuşmak, seslerin iletimi, rüzgarın hava atomlarının hareketlenmesinden ibaret olması, yemekleri sadece ağıza bırakmak, gerisine karışmamak veya ölmek, aynı atomlara sahip vücudun ruhun çıkmasıyla dağılması, belli bir zaman çürümesi… gibi artan sorular ve beklenen cevaplar. Hâlbuki sorulacak ne çok soru var! (Allah) onu hangi şeyden yarattı? Bir nutfeden (hakir bir sudan süzülmüş hulâsadan)! Onu yarattı da ona (bir hayat) takdîr etti. Sonra (ana karnından çıkma) yolu(nu) ona kolaylaştırdı! Sonra onu öldürdü de, kabre koydurdu! Sonra dilediği zaman, onu (tekrar) diriltir! Hayır! (İnsan, Rabbinin) kendisine emrettiğini (tam olarak) yerine getirmedi! Şimdi o insan, yiyeceğine (bir) baksın! Şübhesiz ki biz, suyu (buluttan) bol bol döktük. Sonra yeri (bitki ile) güzelce yardık. Böylece orada size ve hayvanlarınıza bir fayda olmak üzere, ekinler, üzüm bağları, yoncalar, zeytinlikler, hurmalıklar, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik. Kur’ân-ı Kerim, Abese, 80:18-32 Yukarıda geçen ayetler gibi Kur’ân’ın birçok ayeti, insanın mahiyetini, kâinatın hakikâtini, yaratılışın hikmetini fark ettirmekle alakalıdır. Örümcekten, arıdan, nimetlerden, dünyadan, gezegenlerden..vs yaratılmış olan her şeyden örnekler getirmesinin bir hikmeti de budur diyebiliriz. Tüm bu sorgulamaları da yanımıza alarak İran Sineması’nın fıtri eserler ortaya çıkarmasıyla meşhur yönetmeni Majid Majidi’nin “Beed-e Majnoon” filmini irdeleyebiliriz. Ülkemizde “Söğüt Ağacı” ismiyle bilinen bu film, 8 yaşında geçirdiği bir kaza nedeniyle gözlerini kaybeden Yusuf’un yıllar sonra gözlerinin tekrar açılabilme umuduyla ailesinin de manevi desteğiyle Fransa’ya gidip ameliyat olmasını ve değişen hayatını anlatıyor. Yusuf, gözleri görmediği hâlde kendini geliştirmeyi bilmiş ve profesör olabilecek bir duruma gelmiştir. Hayatını bu şekilde devam ettirirken gözlerinin açılabilmesi için de dua etmektedir: Sana söylemem gereken bir şey var. Yoksa beni tamamen unuttun mu? Ben Yusuf. Yarattığın bütün güzelliklerden mahrum olup asla şikâyet etmeyen kişi. Aydınlık ve parlaklığın yerine kasvet ve karanlıkla yaşadım. İtiraz etmedim. Mutluluğu ve huzuru bu küçük cennette buldum. Sıkıntı ve güçlükle geçen bunca zaman yetmezmiş gibi şimdi de daha fazlasına mı katlanmamı istiyorsun? Bu yolculuktan sevgili ailemin yanına dönebilecek miyim? Yoksa bu hastalığa diz mi çökeceğim? Alın yazımı kime şikâyet edebilirim ki? Bana biraz merhamet etmen için Sana yalvarıyorum. Hayatımı bağışla. beed-e-majnoon-the-willow-tree-sogut-agaci-murtazaKendi içinde karanlıkta yaşadığını düşünen Yusuf dünyaya bir de kendi gözleriyle bakmak ister. Amcasının teşvikiyle Fransa’ya ameliyat için gider ve hastanede Murtaza isminde biri ile tanışır. Murtaza’nın Yusuf ile tanışması bu iki hayatı karşılaştırmamızı sağlar. Majidi’nin tasvir sanatını rahatsız etmeden, sakince kullanması da bundan sonra başlar. Öyle ki filmin gerçeklikle bağlantısı teşbihler kullanılarak desteklenir. Yan hikâyeymiş gibi gözüken söğüt ağacı bu noktada filmin ve geniş manada insanın hikâyesini anlatır. - Ameliyatın ne zaman? - Birkaç gün içinde. - Heyecanlı mısın? - Bilmiyorum. Hem heyecanlıyım hem de korkuyorum. - Görememekten mi korkuyorsun? - Belki de görmekten. 38 yıldır başka bir dünyada yaşıyorum. Neler olabileceğini bilmiyorum. Bu yakarış hâlinde Yusuf’a tekrar görme nimeti bahşedilir. Heyecandan dayanamayıp gözlerindeki bantları telaş içinde kendinin açması bir özlemin dışavurumudur. Hayal ve gerçekle karışık, pencereye koşar, pencere kenarında yükünü taşıyan bir karıncayı görür. Bana göre filmin en çarpıcı sahnesi kendini odadan dışarı atıp hastane koridorunda etrafı görmeye ilk başladığı sahnedir. Telaşı öyle bir hâl almıştır ki mutluluktan adımlarını izlemeye koyulur. O esnada aynada kendi yansımasını fark eder ve duraklar. Hayat mertebesinin değişmesi gibi bir durumda gözlerindeki perdelerin açılması ve kendini sanki başka bir âlemde hissetmesi, içinde bulunduğu telaşın, uyanma hâli şaşkınlığına dönmesine vesile olur. Daha önce gözüyle görmediği yüzünü büyük bir titizlikle inceler. Artık Yusuf’un hayatı değişmiş ve aslında yeniden başlamıştır.beed-e-majnoon-the-willow-tree-sogut-agaci Evine dönmesi, daha önce okuyabildiği Braille Alfabesi yerine normal alfabeyi öğrenmeye koyulması, renkleri çözümlemesi, yeni bir bebeğin dünyaya gelişinden sonra yaşadıklarını hatırlatır. Yeni hayatında mutlu olmaya çalışırken görme duyusuyla birlikte yeni şeyleri keşfetmeye başlar. Yıllar boyunca kendine hizmet eden hanımı Rüya yerine, okuldan öğrencisi Peri’ye meyletmesi bu keşfin ilk emareleridir. Gördüğümüz ile görmek istediklerimizi Majidi, bu iki hanımla, Rüya ve Peri ile anlatır. Görülen, yanında olan, desteğini esirgemeyen ve aslında sahip olunanın, Rüya’nın yanında, kelime manası “hayali varlık, çok güzel genç kız ve kadın” olan Peri, elimizde olmayanı, görmek istediğimizi, verilen nimetin daha fazlasını anlatır. Yusuf’un bu meyli ve isteği, hanımı Rüya ile arasının açılmasına ve ondan uzaklaşmasına sebep olur. Bu, insanın hakiki manada nimetlere olan şükrünü sorgulatan bir durumdur. Elde edilmeyen her şey, insanın hakikat ile olan kuvvetli bağının zayıflamasına neden olan bir tehlikedir. Hiç kimse geçen onca sefil yıllara, tek bir söz etmeden nasıl katlandığımı biliyor mu? Herkes benim için üzüldü. Sen, karım, çevremdeki herkes. Artık kimseye ihtiyacım yok. Hakkım olan hayatı istiyorum. Hayatımın en güzel yılları heba oldu. Etrafına bir bak, sahip olduğum şeylere bak. Buna yaşamak diyebilir misin? Bir avuç dolusu hiç! Dört ağaç ve bir evin küçük bir cennet olduğunu sanıyordum! Bu cennetten sıkıldım. Kendi hayatımı yaşamak istiyorum. Evet, kendi yoluma gitmek istiyorum! Bunu anlayabilir misin? Anlayabilir misin, söyle! Ve işte “Kahrolası (o münkir) insan, ne nankördür!” hakikâti, bizi kendimize getirmeye çalışan, yüzümüze vurulan bir tokat gibidir artık. Kuşkusuz verilen nimetin daha fazlasını istemek insanın fıtratında olan, vicdan ile de fark edilebilecek bir durumdur. Yusuf’un bu durumu filmde insanı rahatsız etse de Yusuf bu noktada insanın kendi nefsini temsil eder.beed-e-majnoon-the-willow-tree-sogut-agaci-2005- Peki giydiğimiz kıyafetleri ne kadar süre kullanıyoruz? Veya elimizde olan teknolojik cihazların bir üst versiyonunu alabilmek için israfa varan harcamaları yapan yine bizler değil miyiz? Elbette Yusuf’un olduğu durumda herhangi birimiz de olabiliriz. Tam bu noktada daha önce de bahsettiğimiz ve Yusuf’un görme engelliler okulunda da yetiştirmiş olduğu bir söğüt ağacının hikâyesi gün yüzüne çıkar. Söğüt ağacının diğer ağaçlarından bir farkı vardır. Sâdî’nin “Bulut, âb-ı hayat yağdırsa, yine de söğüt ağacından bir yemiş yiyemezsin.” dediği gerçek burada Yusuf’un nezdinde insanı temsil eder. Ve aslında insanın söğüt ağacı olup meyve vermemesi ile başka bir ağaç gibi meyve verebilme ihtimali yine kendi tercihleri sonucunda olan bir hakikattir. Ve bunun yolu illa ki nimetlere karşı olan şükürdür. “Bir ayağın yoksa iki ayağı olmayana bak!” sözü bu nazarı bize ders verir. Bu noktada Bediüzzaman’a kulak vermek meseleyi tam manasıyla anlamamıza yardımcı olacaktır: …O Mün‘im-i Hakîkî (hakiki nimet veren) bizden o kıymetdar ni‘metlere, mallara bedel istediği fiyat ise, üç şeydir. Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir. Başta “Bismillâh” zikirdir. Âhirde “Elhamdülillâh” şükürdür. Ortada bu kıymetdar hârika-i san‘at olan ni‘metler, Ehad-i Samed’in mu‘cize-i kudreti ve hedi­ye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek (anlamak) fikirdir. Bir padişahın kıymetdar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sâhibini tanımamak ne derece belâhet (eblehlik) ise; öyle de, zâhirî mün‘imleri medih ve onlara muhabbet edip Mün‘im-i Hakîkî’yi unutmak ondan bin derece daha belâhettir. Birinci Söz. Yusuf derin bir buhrana kapılır ve dayanak noktasını bir şekilde kaybeder. Değişen hayatı ile birlikte aslında “asıl görebildiği hayat”ın özlemini yaşar. Bu bunalım kütüphanesindeki tüm kitapları yakmaya kadar götürür kendisini. Birçoğunu içi su dolu havuza atar. Öyle ki tam ümitsizliğe düştüğü sırada her insanın yaptığı gibi son bir şans ister. Kaybedilen sağlıktan sonra söylediğimiz “eğer şifa verirsen daha sağlığımı korumak için daha dikkatli olacağım, söz” yakarışına benzer bir yakarıştır bu.rang-e-khoda-the-color-of-paradise-cennetin-rengi Ve tabi ki kazanmak ve kaybetmek yine insanın elindedir. Hayatı boyunca yanından hiç ayırmadığı fakat gözleri açıldığında hiç okumadığı Mesnevi-i Şerif’i attığı su havuzundan çıkarır, okumak için niyetlenir. Fakat okuyabildiği tek sayfa uzun zaman önce Braille Alfabesi ile yazdığı sayfadır. Ağzında bir yük ile zar zor yürüyen karıncanın görünmesi, Cenab-ı Hakk’ın insanın hayatı boyunca verdiği şansların bir numunesi olarak kabul edilebilir. Tüm bu değerlendirmeler ele alındığında Beed-e Majnoon ile yine bir Majidi filmi olan “Rang-e khoda” (Cennet’in Rengi) arasında derin bağlantılar ve benzerlikler kurulabilir. Ve “Söğüt Ağacı” sanki Cennet’in Rengi filminin alternatif sona sahip olan diğer bir şekli gibidir. Doğuştan görmeyen Muhammed’in Allah’ı bulabilmek için dokunabildiği her yere dokunmaya çalışması ile Yusuf’un dinginlik içindeki telaşı bağdaştırılabilir. Nimeti olduğu gibi kabul eden ve aslında isyan etmeyen Muhammed ile elindeki nimetin şükrünü eda edemeyen Yusuf, aynı dünya üzerinde yaşayan, farklı olaylarla imtihana tabi tutulan insanlardır. Ve aslında tüm insanlıktır. Majidi’nin benzer temalara sahip iki filmi bu şekilde sunması da onun kâinatı bir şekilde yorumlaması olarak düşünülebilir. Bana görebilmenin ne demek olduğunu söyle, ben de sana körlüğün ne olduğunu söyleyeyim. Bekir Arslan Kaynak: http://www.sinemazingo.com/beed-e-majnoon-the-willow-tree-sogut-agaci-2005

Körlük

Bana görebilmenin ne demek olduğunu söyle sana körlüğün ne demek olduğunu söyleyeyim...
Söğüt Ağacı (Beed-e Majnoon - The Willow Tree)
Türkiye'nin Ruhu - Cemil Meriç
Yıl
Yönetmen - Şafak Bakkalbaşıoğlu Senaryo - Metin Tavukçuoğlu Seslendiren - Erdal Beşikçioğlu Yapım - BBO Yapım Yönetmen Ekibi - Soner Sevgili, Funda Uluköse Danışman - Dücane Cündioğlu Konsept ve Senaryo - Metin Tavukçuoğlu Müzikler - GileM (Kemal Sahir Gürel, Erdal Güney, Hüseyin Yıldız, Ayşe Önder, İrşad Aydın) Seslendirme - Cüneyt Türel, Ahmet Mümtaz Taylan Aydınlarımızdan biri de Cemil Meriç’ tir. Ülkesinin geçmişini, hâlini ve geleceğini sırtlanan bir aydın... Türkiye’ nin Ruhu, Cemil Meriç’ in ayna kişiliği üzerinden, başta Cumhuriyet dönemi olmak üzere son ikiyüz yıllık düşünce ve siyaset maceramızı, Batılılaşma çabalarımızı ve bu uğurda yapıp ettiklerimizin üzerimizdeki etkilerini, sanat ve edebiyat sorunlarımızı irdelemek ve yarınlarımıza daha kendinden emin bakabilmek için gerekli düşünce ipuçlarına vakıf olmak, kısaca “Türkiye’nin Ruhu” nu sorgulamak amacını taşır. Türkiye’nin Ruhu belgesel film projesi, Cemil Meriç konulu üç kitaba imza atmış olan gazeteci - yazar Dücane Cündioğlu danışmanlığı ile yola çıkmış bir çalışmadır. Türkiye’nin Ruhu, Metin Tavukçuoğlu’ nun kalemiyle senaryolaştırıldı. Filmin Müzikleri, aralarında Kurşun Yarası, Son Osmanlı – Yandım Ali, Elveda Rumeli gibi çalışmaları da bulunan, usta müzisyen Kemal Sahir Gürel ve ekibinin imzasını taşıyor. Filmi, usta oyuncu ve seslendirme sanatçısı Cüneyt Türel’ in seslendirirken, Cemil Meriç’ in sesi ise oyuncu Ahmet Mümtaz Taylan oldu. Tiyatro, sinema ve televizyon dizisi çalışmalarından tanıdığımız Erdal Beşikçioğlu ise Türkiye’ nin Ruhu’ nun en özel bölümlerinden biri olan ‘muamma hikayeler’ in anlatıcısı olarak çıkıyor karşımıza. Yapım aşamasında, İstanbul, Ankara, Hatay’ ın yanı sıra Cemil Meriç’ in hayatında özel bir yeri olan Paris’ te de çekimler ve arşiv çalışmaları gerçekleştirildi. Cemil Meriç, eserleri ve Türkiye’ nin Ruhu konusunda 70 önemli isimle söyleşiler gerçekleştirildi.

Geçmiş Asla Silinmez!

Kuvvetli bir hükümdardı Hoang Ti, Çin'in ilk imparatoru. Anibal'ın çağdaşı hani. 6 krallığı yok edip beylikler sistemi sona erdiren hükümdar. Çin seddini inşa ettiren büyük Hoang Ti... Hoang Ti bir gün en gözde kahinini çağırdı ve ona şöyle dedi: "- İşte kahin ! Yaptıklarımı biliyorsun. Ülkeyi nerden nereye getirdim.Bölünmüştük-birleştirdim, küçülmüştük-büyülttüm, sınırlarımız boyunca koca duvarlar ördürdüm,topraklarımızı güvence altına aldım. Bunca felaketten sonra geleceğimiz daha da parlak olacak. Ama geçmiş..Olduğu yerde duruyor. O kötü hatıralar, Çin'in o lanetli geçmişi...
Türkiye'nin Ruhu - Cemil Meriç
Bab'Aziz
Tunuslu yonetmen Nacer Khemir'in 2005 yılında filmini çektiği bir yol hikayesi...

Sevgilinin aşığı olmak

Sevgilinin kapısını canın ile süpür, ancak o zaman onun aşığı olabilirsin.
Bab'Aziz