Özgür İrade Mümkün müdür?
Tarih yalnızca gözlenebilen olaylarla meşgul olsaydı bu basit ve apaçık kanunu belirtmek yeterli olurdu; biz de sözümüzü bitirirdik. Ama tarihin yasası insanı ilgilendirir. Maddenin bir bölümü çekme ve itme ihtiyacını hiç de duymadığını, bunun doğru olmadığını bize söyleyemez; tarihin konusu olan insan ise açıktan açığa, ben özgürüm, bu nedenle yasalara tabi değilim, der. İnsanın özgür iradesi sorunu, ifade edilmemiş de olsa tarihin her adımında hissedilmektedir. Bütün ciddi tarihçiler ister istemez bu sorunu hissetmiştir. Tarihin çelişkileri, belirsizlikleri üzerinde yürüdüğü yanlış yol, sırf bu sorunun çözülmemiş olmasından ileri geliyor.
Eğer her insanın iradesi özgürse, yani herkes canı istediği gibi hareket edebiliyorsa, bu, bütün tarihin bir sıra rastlantıdan ibaret olduğu anlamına gelir. Eğer milyonlarca insandan bir teki bile bin yıllık bir dönem içinde serbestçe, yani canı istediği gibi hareket etmek imkânını elde edebilmişse, açık ki bu adamın yasaya aykırı tek bir hareketi bütün insanlık için her türlü yasanın varlığı imkânını ortadan kaldırır. Eğer insanların hareketlerini düzenleyen bir tek yasa dahi varsa özgür irade olamaz, çünkü o zaman insanların iradesi bu yasaya tabi olacaktır.
Eski zamanlardan beri insanlığın en değerli zekâlarını meşgul eden ve en eski zamanlardan beri bütün görkemiyle ortaya konan özgür irade sorunu bu çelişkide kendini göstermektedir. Mesele şu: Dinî, tarihî, ahlâki, felsefi, hangi bakımdan olursa olsun bir gözlem konusu olarak ele alınca, bütün varlıklar gibi insanın da tabi olacağı zorunlu yasalarla karşılaşırız. Ve buna bilinçle bakınca kendimizi özgür hissederiz. Bu bilinç akla bağlı olmayan, apayrı bir kendini bilme kaynağıdır. İnsan akılla kendi kendini gözlemler ama kendini ancak bilinciyle bilir. Bilinçsiz aklın hiçbir herhangi bir gözlemi düşünülemez. Anlamak, gözlemek, yargıda bulunmak için insan önce kendisinin yaşayan bir varlık olduğunu bilmelidir. İnsan kendini ancak isteyen bir kimse olarak yaşayan bir varlık bilir, yani kendi iradesini idrak eder. Hayatının özünü teşkil eden iradesini ise insan ancak özgür bir irade olarak idrak edebilir. İnsan kendini gözlem altına aldığı zaman (gıda almak zorunluluğunu, zihinsel faaliyetini, neyi gözlerse gözlesin) iradesinin hep aynı yasaya göre hareket ettiğini görürse, bu sürekli davranışını yönlendiren iradenin sınırlandığını kavrayacaktır. Bir şey özgür olmasa, sınırlanmış olamazdı. İnsanın iradesi, ancak özgürce algılanabildiği için sınırlanmış gibi gelir kendisine. Ben özgür değilim, diyorsunuz. Oysa ben elimi kaldırıyor ve indiriyorum. Bu mantıksız yanıtın özgürlüğün çürütülmez bir delili olduğunu herhalde herkes görebilir. Bu yanıt bilincin akla tabi olmayan ifadesidir. Özgürlüğün algılanması akıldan ayrı, bağımsız bir kendini bilme kaynağı olmasaydı yargıya ve deneyime muhtaç olurdu, gerçekteyse böyle bir muhtaçlık söz konusu değildir. Deneyimler insana, bir gözlem konusu olarak belli bazı yasalara tabi olduğunu gösterir; insan bu yasalara boyun eğer ve onlarla savaşmaz. Ama aynı deneyim ve yargılar kendinde bulduğu tam özgürlüğün imkânsız bir şey olduğunu, her hareketin kendi bünyesine, karakterine ve özüne etki eden faktörlere bağlı olduğunu gösterir ona ama insan hiçbir zaman bu deneyim ve yargıların sonuçlarına boyun eğmez. İnsan taşın düştüğünü deneyim ve gözlemle öğrenince buna mutlak surette inanır ve öğrendiği bu yasanın her olayda uygulanmasını bekler. Ama iradesinin yasalara tabi olduğunu da aynı şekilde mutlak surette öğrense buna inanmaz, inanamaz. Deneyim ve muhakeme insana, aynı şartlar içinde, aynı karakterle daha önce yaptığının aynısını yapacağını kaç kez gösterirse göstersin, aynı şartlar içinde, aynı karakterle her zaman aynı şekilde sonuçlanan bir işe bininci kez girişirken, istediği gibi hareket edebileceği konusunda kendini yine eskisi gibi özgür zanneder. İlkel ya da gelişkin her insan, deneyimleri kendisine aynı şartlar içinde iki ayrı hareket düşünülemeyeceğini ne kadar reddedilmez bir şekilde kanıtlarsa kanıtlasın (özgürlüğün anlamını oluşturan) bu saçma algı olmaksızın hayatı düşünemeyeceğini hisseder. İmkânsız da olsa böyledir; zira özgürlüğün bu yorumu olmasa o hayatı anlayamayacağı gibi bir an bile yaşamazdı. Yaşayamazdı, çünkü insanın tüm eğilimi özgürlüğün çoğalması amacını güder. Zenginlik ve yoksulluk, ün ve bilinmezlik, yönetme ve yönetilme güçlülük ve zayıflık, sağlık ve hastalık, bilgi ve cehalet, çalışma ve aylaklık, tokluk ve açlık, erdem ve erdemsizlik, bütün bunlar özgürlüğün az veya çok derecelerde olması şartlarından başka bir şey değillerdir. Özgür olmayan insan ancak hayattan mahrum bir insan olarak düşünülebilir. Özgürlük kavramı bir yandan aklın tutarlılığı, bir yandan da nedensiz eylem gibi çelişkili yorumlara yol açıyorsa bu, ancak bilincin akla tabi olmadığını kanıtlar. İşte, herkes tarafından kabul edilen, hissedilen bu sarsılmaz, çürütülmez, deneyime ve yargıya tabi olmayan özgürlük bilinci (insanın, varlığı dışında hakkında hiçbir şey bilmediği şey) sorunun bir başka yanını oluşturur. İnsan, her şeyi bilen Tanrı'nın yarattığı bir varlıktır. İnsanın özgür bilincinden doğan "günah" nedir? İşte tanrıbilimin meselesi. İnsanın eylemi, istatistiğin belirleyebildiği genel, değişmez yasalara tabidir. Toplum karşısında insanın bu özgürlük bilincinden doğan sorumluluğu nedir? İşte hukukun meselesi. İnsanın eylemi, yaradılışından ve ona etki eden faktörlerden doğar. Vicdan ve özgürlük bilincinden doğan iyi ya da kötü davranışlar nedir? İşte ahlâkın meselesi. Ortak yaşama bağlı insan, bu yaşamı düzenleyen yasalara tabidir. Ama aynı insan, bu yaşamın yanında bir de özgürdür. Ulusların ve insanlığın geçmiş hayatına nasıl bakmalı? İnsanların özgür ya da kısıtlı eylemlerinin bir sonucu gibi mi? İşte tarihin meselesi. Ancak en güçlü cehalet aracının, yani basımın yayılması sayesinde bilginin herkes için anlaşılacak bir şekle sokulduğu kendini beğenmiş çağımızda özgür irade sorunu öyle bir şekle sokulmuş bulunuyor ki kendisi bir mesele olmaktan çıkıyor. Zamanımızda çağdaş denen insanların çoğu, yani bir cahiller güruhu, bütün meseleyi çözmek için onun bir yanıyla ilgilenen doğacıların işlerini ele aldılar. Ruh da, özgürlük de yoktur, çünkü insanın hayatı kaslarına bağlıdır, kaslarsa sinirlere; ruh da, özgürlük de yoktur, çünkü biz bilinmeyen bir devirde maymundan çıktık, diyerek fizyoloji ve karşılaştırmalı zooloji ile gayretle kanıtlamaya çalıştıkları yasanın binlerce yıl önce tüm dinler, tüm görüşler tarafından kabul edilmiş olduğunu, hatta hiçbir zaman inkâr edilmediğini asla akıllarına getirmeden söylüyor, yazıyor ve basıyorlar. Doğal bilimlerin bu konudaki rolünün yalnızca onun bir yanını aydınlatmaya hizmet etmekten ibaret olduğunu görmüyorlar. Çünkü gözlem bakımından akıl ve iradenin ancak zihnin salgısı (secretion) olması ve insanın, genel yasaya uyarak, ilkel hayvanlardan çıkarak gelişebilmesi, binlerce yıl önce bütün dinler ve felsefi tezler tarafından kabul edilen, insanın doğa yasalarına tabi olduğu gerçeğinin yeni bir yanını açıklar; ancak özgürlük bilincine dayanan soruna kıl kadar katkısı olmaz. Eğer insanlar bilinmeyen bir devirde maymundan çıktılarsa, bu, onların bilinmeyen bir zamanda bir avuç topraktan yaratılmaları kadar anlaşılır bir şeydir (birinci halde x zaman, ikinci halde soyun türeme şeklidir) insanın özgürlük bilincinin, onun tabi olduğu özgürlük yasasıyla ne şekilde birleştiği sorusu karşılaştırmalı fizyoloji ve zooloji ile halledilemez, çünkü kurbağada, tavşanda, maymunda biz ancak kas ve sinirleri gözleyebiliriz, insandaysa hem kas ve sinir, hem de bilinç vardır. Doğabilimciler ve onların bu sorunu çözmeyi düşünen takipçileri kilise duvarının bir tarafını boyamaya memur edilen ve şefinin yokluğundan yararlanarak aşırı bir gayretle pencereleri, kutsal resimleri, ahşap kısımları, henüz berkitilmemiş bölmeleri de sıvayan ve kendilerine göre her şeyin iyi gittiğine sevinen sıvacılara benzerler.
Elma ağaçtan neden düşer?
Elma olgunlaşınca düşer; niçin düşer? Ağırlığı onu yere doğru çektiği için mi? Sapı kuruduğu için mi, güneşten kızardığı, ağırlaştığı, rüzgâr onu sarstığı için mi, aşağıda duran erkek çocuk onu yemek istediği için mi? Sebep hiçbiri değil. Bütün bunlar sadece her türlü hayati, organik, içgüdüsel olayı doğuran şartların bir araya gelmesidir. Elmanın, dokusu bozulduğu için düştüğünü ileri süren bitki bilimci de, aşağıda duran, kendisi yemek istediği için elmanın düştüğünü, bunun için dua ettiğini söyleyecek bir çocuk kadar haklı olacaktır. Altı kazılmış milyonlarca pud ağırlığındaki bir dağın, son işçinin son kazmayı vurduğu için devrildiğini söyleyen kimse ne kadar haklı, ne kadar haksızsa, Napoléon'un, Moskova'ya gelmek istediği için geldiğini ve Aleksandr onun mahvını istediği için mahvolduğunu söyleyecek kimse de o kadar haklı ve o kadar haksızdır. Tarihî olaylarda büyük dediğiniz adamlar, adlarını olaya vermiş birer etiketten başka bir şey değildirler. Onların da, etiket gibi, olayın kendisiyle pek az ilgileri vardır. Onların, istenerek yapıldığını sandıkları hareketlerden hiçbiri tarihî anlamda istemli değildir, tarihin genel gidişine bağlıdır, çok önceden belirlenmiştir.