Mardin'den yola çıktım, Midyat üzerinden Cizre'ye. Mela'nın memleketi Cizre'ye. Bir şahtur kiralayacaktım Dicle'den aşağı, Musul'un az berisne, Havsar ovasına, Horsabad'a, Dur Şarrukin harabelerine. Herkes güneye gidemez a! Benimki de, sarı yolculuk işte. Zin'e sevdalı Mim'in rehberliğinde, aşıklar gibi sabırsız, o dur durak bilmez, çılgın nehirde. 'Galiba senin gönlünde de bir yer var' dedim, Dicle'ye 'yoksa, ne diye coşarsın -Cizrenin yanı başında, böyle!
'Xalıp dı dile teda neyarek' dedi, Mim,
'Sergeşte dı bi rex Cezir'e!'
Baktım, baktım da rehberim Mim'i sevmekten korktum. Uyardım onu, 'Dostluk, ahbablık ve kardeşlik, ikiyüzlülükle, lafla olmaz ha bilesin' dedim. 'Dostluk kolay değil, zordur.Dostluktan maksat da vefadır. Sonunda vefa göstermeyeceksen eğer, sen sen ol, göze alma o cefalı işi."
Baktı baktı da, beni sevmekten korktu Mim. Uyardı beni, "Yari ubirayi muvaxat Na bıt bı riya-ı meqalat, Yari ne hesaniye, cefaye Evvel ne de ber wve ve cefaye.'
Ahd ettik, el sıkıştık, öyle koyulduk yola. 'Çok uzak yoldan geldiler, Medler' dedi Mim, 'Asya'nın ortalarından biryerlerden. Buhara'ya, Semerkant'a, Hind'e uğradılar. İran'da konakladılar, Acemler'e dillerini, otuzaltı harfli Aryan alfabelerini sundular. Kafkasları aştılar, Kıble'ye indiler. Dur Şarrukin'e vardıklarından daha İsa'nın doğumuna bin yıl vardı. Derler ki vefadır birincil nitelikleri...
Vefasız atinalılar bile bilirlerdi ki, bir Med, ölür de sözünden dönmez. Bir ahd yapmışsa, vazgeçmez. Boynunu büktü, 'Benim övünmem değildir' dedi. 'Tarihçi Briffault da böyle der.' Kadim denizlerin yosunları nicedir buhar olmuş kıraç diplerini gördüm. Issızın ortasında, ufkun altında görünen karaltı bir ağanın kasrıydı ki, bir yudum acı su içebilmek için oraya varmam gerekti. Dizlerim kesildi, dudaklarım çatladı, rüzgar savurdu kumları taneleri terime karıştırdı, terim pıhtılaştı. Bedenimi gittikçe sertleşen bir çamur sardı. Yanıklar, kaşıntılar arttıkça, ama ben mecburdum o suya! Önce çıkınımı, sonra dostlarımı attım sırtımdan. Yükümü hafiflettim. İstanbul'da, şundan birkaç ay önce mantar topladığım Belgrad ormanlarının göğe varan ağaçları, dereleri gibi taşan çeşmeleri canlandı hayalimde. Sanki İstanbul'a diz çökmek, hayalimin serin gölgesine uzanmak istedim, ama Mim bırakmadı. Kasr'a varmazsan, telef olursun,' dedi. İçimden dayanaklar aradım. 'Bu yolda ben bir borcu ödüyorum' dedim,'Asırlardan beri soyulan, sömürülen, yalnız can, yalnız mal vergisi için aranan, şu bitmiş tükenmiş insanlara karşı İstanbul'un işlediği günahların borcunu ödüyorum,' dedim, kendi kendime. Yürümekten ziyade sürüneceğim.'
Öyle yaptım. Gün sona erdi, güneş arkamdan alçaldı, ıssıza vahşi bir sessizlik indi. Nihayet, uzaktan tüm umutlarımı bağladığım, Kasr'a vardım. Vardım ya varmaz olaydım! Gördüm ya görmez olaydım! Elin ayağın göçtüğünü, kuyunun suyunun çekilmiş Kasr'ın yıkılmış olduğunu! 'işte Şiran'ın evi burasıdır' dedi Mim. 'hayır...' diye haykırmışım da, tarla farelerini bile kaçıramamışım! Ama aklımı, aklımı yitirmiş olmalıyım... Mim 'öyledir!' dedi, 'Burası yukarı Mezopotamya'dır. Yüzyıllardır biriniz gelir, biriniz gidersiniz.'
'Kimse kalmaz mı, burada?' 'Kalır' dedi, Mim... 'Düşler kalır, benim gibi düşler!...'
Viva La Muerte! -
Sayfa 59
-