Şafak Özden yeşil elma, kekik ve tarçın kokuyordu. Çünkü Anadolu yeşil elma, kekik ve tarçın kokuyordu. Sonları bunlara başkaları da eklendi: Taze çimen, çıra, çakıl, akarsu. Sıfatların sonu gelmez gibiydi. Bir düş, bir özlemdi Şafak Özden. Bir toprak parçasının nasıl cismanileştiğini, Özden'in kişiliği ile birebir örtüştürdüğünü gördüm. Başı pare pare dumanlı dağlara yakıştırdı Günay onu. Memleketinin Zıganaları gibi yüce, sarp, zor geçit verir; çamları yalçın kayalarından fışkıran buz gibi suları ile nefes kesecek kadar güzel, bir o kadar da "temiz, hayırhah ve asude" gördü. Zıganalar gibi "heybetli ve ketum ve dimdik"ti. Bir basit türkü "almalar olanda gel, aney..."adamın saygılı alçakgönüllüğünün, insancıl hüznünün, erkekliğinin simgesi oldu. Doruklardaki mekanınından güneşe bu türkü ile eşlik eder, doğurur ve batırırdı Şafak Özden. Günay, Anadolu güneşinin neyden başka bir müzik aletine "Katiyyen" yüz vermeyeceğini söylerdi.
Durrell'in "tutkusuz bir aşkla sevemeyecek kadar onurluydu." dediği kadınlardandı. O noktada artık "Kafdağı"nın ardına göçmesini engelleyen bir şey kalmadı.
"Varken de yoktum, yokken de varım, canım! hepsi bu!"
Viva La Muerte! -
Sayfa 165
-