Sultani hilafet'in başlamasıyla yapılan onca zulmün ve fıskın ardından ortaya atılan bir yığın soruya cevap bulunmaya çalışılıyordu. Örneğin Busr b. Ertad Yemen'e vali olunca ilk olarak Hz. Ali'nin valisi Abdullah b. Abbas'ın iki küçük çocuğunu analarının gözü önünde katlediyor, bunu gören anne çıldırıyordu. Medine'ye giren hilafet ordusu çoğu sahabe yakını olan Medine kadınlarına tecavüz ediyordu. Ka'be mancınıkla taşlanıyor, ateşe veriliyor, öldürülen insanların cesetlerine akla hayale gelmedik işkenceler yapılıyordu. Bunlar sosyal olan cürümlerdi. Bir de halifelerin şahsi yolsuzlukları, taşkınlıkları ve irtikab ettikleri kimi haramlar vardı.
Sorular sorulmaya başlanmıştı: Bu gibi büyük günahları (kebire) yapan müslüman olabilir miydi? Müslüman olursa nasıl olur, değilse ahirette nasıl muamele görürdü? Sorular uzayıp gidiyordu...
Bu sorulara cevap bulma telaşı iki şeyi gündeme getirdi: îman-amel münasebetleri ve kader konusu.
Bu konularda yoğun bir tartışma başlamış, hizipler ortaya çıkmıştı. Kimisi 'amel imandandır' derken kimisi 'amelle imanın hiç bir ilişkisi yok" diyordu. Hariciler ameli imanın kendisi sayarak "kebire" (büyük günah) sahibini tevbe etmediği sürece kafirmürted ilan ettiler. Mutezile bu konuda Hariciler gibi aşırı gitmiyor, amel imandandır, mürtekib-i kebire tevbe etmediği sürece ne cennette ne cehennemdedir diyorlardı. Şia da bu konuda onlar gibi düşünüyordu.
Bir kesim daha vardı ki amelin imanla ne zatında, ne sıfatında hiç bir ilgisi olmadığını savunuyordu. Kişi hangi günahı işlerse işlesin onun imanına bunun hiç bir zararı olmazdı. Bunlar sonradan Mürcie olarak isimlendirilecekti.
Mürcie kulun çabasının faydasız olduğunu, dolayısıyla günahının da zararsız olduğunu söylüyordu. Hiç kimse için dünyada hüküm verilmez, ididasiyla başta asr-ı saadettekiler olmak üzere münafık zümresini mümin addediyorlardı. Zulmedene "zalim" demeyi, fısk ve fücur içinde yüzene fa-sık facir demeyi Allah'ın hükmüne müdahale olarak görüyor, "dünyada hüküm olmaz hüküm ahirettedir" tezini savunuyordu. Bu inançta olan bazıları imanı yalnızca Allah'ı bilmek olarak tanımlıyordu. Tabi bu durumda küfür de Allah'ı bilmemek oluyordu. Bu tarife göre Allah'ı bildikleri gibi ona inandıklarını Kur'an'daki ayetlerden (Lokman, 25; Zuhruf, 8; Mu'minûn, 84-89) öğrendiğimiz müşriklerin bile mü'min safında olması gerekecekti.
Yine bu sapık inanış farziyeti tartışılmaz olan Emr bi'l-ma'ruf Nehy ani'l-münker'i fitne olarak görüyor, yöneticilere hakikati söylemeyi 'fitne çıkarmak' olarak niteliyordu. Zulme başkaldıran sahabi, tabiin ve imamları "fitneci" olarak vasıflandırıyordu.
İbadetlerin toplumsal boyutlarını iptal ediyorlar; cuma, hac, bayram namazı gibi ibadetlerde tahrifat ve değişiklik yapmak için gerekirse hadis uyduruyorlardı. Zalim ve fasık yöneticilere karşı yapılan cihadı haram sayıyorlar, fitne, sabır, gıybet gibi İslami ıstılahları yöneticilerin işine gelir bir biçimde tahrif ediyorlardı.