Hürriyet ve İtilaf

Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
416
Baskı Tarihi
2009
Yazılış Tarihi
1923
ISBN
978-975-10-2884-6
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İnkılâp
Editörü
Aslıhan Karay Özdaş
Memleketimizde hiçbir anı Minelbab İlelmihrab kadar ilgi çekmemiş, Meclis'e kadar yansıyan gürültü koparmamıştır. İki kez yayını durdurulan eserin ancak 1948'de, yazarın ikinci Aydede dergisinde tam yayını mümkün olabilmiştir. Önemli yoğunluktaki yeniden basılması istekleri karşısında, hâlâ mizahi bir anlatımla o devrin tanınmış kişilerini gözümüzde canlandırdığına ve Mütareke yıllarına ışık tuttuğuna inanıyoruz. Bu anılar, yazarı dediği üzere, bir savunma olmayıp yalnızca günü gününe hislerin işlendiği Mütarake Devrinin özel bir tarihçesidir. (Tanıtım Bülteninden)

Acı bir hatıra

Bir gün ajans dönüşü, matbaada oturmuş, ziyaretçiler den, daha doğrusu, ricacılardan kurtulmak için kapım kilitli makalemi yazıyordum, kapı parola mucibince vuruldu, açtım: Mihran Efendi’nin vekili Aleksan Efendi polis müdürünün geldiğini haber verdi. “Buyursunlar!” dedim. Nurettin Bey sapsarı içeri girdi ve acı, zehirli, berbat bir tebessümle: “Haberin var mı?” dedi, “kovulduk!” Evet, basbayağı kovulmuştu; İngiliz mürakebe-i askeri yesi idaresi yeni polis müdürünü, kendi muvafakatleri haricinde tayininden dolayı tanımamıştı; Halil Bey’in tekrar iadesinde ısrar ediyorlardı. Bir kaynar sudur başıma giydim. “Peki ama,” dedim, “kabine heriflere danışmadan mı seni oraya getirdi?” Muhatabım kemküm etti, durdu. Hâlâ hatırımdadır, beraberce kalktık, Polis Müdüriyetine gittik; o evrakını topladı, keyfini çıkaramadığı, nüfuzundan istifade edemediği bu çıngıraklı, telefonlu geniş, süslü odaya bir tahassürle göz atıp ayrıldı... Odaya, bir daha geleceğinden ümidi yok gibi görünüyordu. Ben Babıâli’ye koştum, “Bu ne rezalet” diye haykıracaktım. Nazırlar beni görünce “İstifa ettik!” dediler. Öp babanın elini... Hiddetim ve ateşim birden düştü, donakaldım. Demek ki gelişimizle gidişimiz bir olmuştu. Hani, işgal hükümetleriyle hüsnü münasebet temin edecek bizler değil miydik? Hüsnü münasebetten vazgeçtik, ayrıca sui münasebet bile başlamıştı. Hatta daha birinci münasebette münasebetsizlik etmiş, münasebetimizi kesmeye mecbur olmuştuk. Bakınız vaka nasıl geçmişti: Cemal Bey öyle ince eleyip sık dokuyan bir idare adamı değildi; aceleyi seviyordu. Ona Halil Bey’i azil ve halefini tayinden evvel İngilizlerin muvafakatini almak lazımgeldiği anlatılmış, fakat o buna icap eden ehemmiyeti vermediğinden, hasbıhal arasında bir sefaret memuruna Nurettin Bey’in tayininde bir mahzur görüp görmediklerini sormuştu. O adam, orduya değil, sefarete mensup olduğundan, bittabi sefaret hesabına cevap vermiş, “Mahzur yoktur!” demişti. Halbuki cihet-i askeriye nezdinde hiçbir müracaatla bulunulmamış, Nurettin Bey’in “Thompson” ve “La Fontaine”lerle olan münasebeti kâfi görülerek tayini hemen arz olunmuştu. Sen misin yapan? Aradan bir gün geçmemişti. Sadrazamın karşısına İngiltere, olanca haşinliği ve soğukkanlılığı ile dikilmişti: “Müdürünüzü geri alınız ve eskisini yerine iade ediniz!” Ferit Paşa, Halil Bey’e kabinenin itimadı olmadığından bahisle evvela haktan, sonra İtilaf Devletleriyle aradaki hukuktan dem vurmuş bir itilafa yanaşmak istemişse de laf anlatamamıştı; o zaman keyfiyeti Meclis-i Vükelaya koymuş, nazırlar da vaziyeti haysiyet kırıcı bulmuşlar, istifa kararı vermişlerdi. Sadrazam bu kararı, yarı tehditkâr bir mahiyette Ingiliz memuruna anlatmış ve bir tesir ümit etmişse de ancak şöyle bir cevap almıştı: “İstifanıza çok teessüfler ederiz... Halil Bey’in iadesini ordu bir şeref meselesi addetmekten hiçbir sebeple vazgeçemez!” İşte, benim Babıâli’ye koştuğum zaman iş bu merkezde idi; Ferit Paşa vaziyeti anlatmak ve istifayı takdim etmek üzere saraya gitmişti. Yani, artık, ümit noktası kalmamış, bulundukları nezaretlerin tadı nazırlarımızın damaklarında kalmıştı. Matbaaya gelen birkaç nazırla o akşam hasbıhal edildi, hepsi de istifanın şu darbeyi müteakip hükümette kalmaya çok müreccah olduğunu, zira mevkileri böylece bir defa sarsıldıktan sonra artık nüfuzlarının kırılıp maneviyatlarının bozulacağını, yani doğrusu, tükürdüklerini yalamak güçlerine gideceğini söylüyorlardı. Polis müdürü Halil Bey’in de memuriyetinde ecnebi ve düşman nüfuzu ile kalmaya çalıştığı, feragat göstermediği ileri sürülüyordu, hareket tarzı ona yakıştırılmıyordu. Fakat, galiba, bütün bunları meseleyi bitmiş addiyle adeta kendi kendilerini teselli için ve yiğitlik kendilerinde kalsın diye nümayişkârane anlatıyorlardı. Hatta, bu hadiseyi vesile sayıp Dahiliye Nazırı Cemal Bey’in aceleciliğini tenkit dahi edenler oldu, azil ve nasıpta da dirayet ve ehliyet aramadığı ileri sürüldü. Hani, adeta “İş zaten yürüyeceğe benzemiyordu, mahcubiyetten kurtulduk!” diyorlardı... Bu, yeisin verdiği bir teselli idi! Ertesi gün haberdar edildim: Kabine yerinde kalmıştı. Halil Bey mevkiine iade ediliyor, Nurettin Bey Üsküdar mu-tasarrıflığına geçiriliyordu! Sadrazamın rivayetine göre padişah vakadan pek müteessir olmuş, kabinenin çekilmesine rıza göstermemişti; İngilizlerle uyuşmak, bir çare-i hal bulmak, hatta kabil olmazsa istediklerine muvafakat gösterip memleketi şu esnada, bir buhrana maruz bırakmamak için Heyet-i Vükelanın hamiyetine müracaat ediyor, cümlesine selamlarını gönderiyordu. Geceyi uykusuz geçiren nazırlar, sabahleyin, bu tatlı haberle yumuşayıvermişlerdi. Keyfiyet, sefarethaneye bildirildi. Kabine; artık polis müdüründen, bundan sonra, emre itaat ve hükümete hürmet hislerini bekliyordu; bu ciheti İngilizlere anlattı; onlar da nezaket göstermeye başladılar: Halil Bey’e kati emir verecekler, hükümete hürmetle mükellef bulunduğunu söyleyeceklerdi; bu hususta, şayet bir kusuru görülürse azline muvafakat edeceklerdi! Bir nokta daha kararlaştı: Karargâh, bilahare, hükümetin arzusunu yerine getirmeye, yani polis idaresinin başında bir değişme yapmaya razı oluyordu. Yani Halil Bey’in azliyle Nurettin Bey’in iadesi bir kısa zaman meselesi idi! Yeni irade o akşam çıktı ve polis müdürü de sadrazama teşekküre ve dahiliye nazırından, emir telakkisine geldi!