Türü
Roman
Sayfa Sayısı
784
Baskı Tarihi
2014
ISBN
978-605-360-442-6
Baskı Sayısı
4. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Editörü
Ali Alkan İnal
Mütercimi
Ergin Altay
Dostoyevski bu eserinde, sara hastası bir genç adamın merkezine yerleştirdiği bir dünyada dürüst ve açık bir insan olarak yaşamanın zorluklarına değinmekte ve toplumun ne kadar da iki yüzlü bir sistem üzerine dayanarak ayakta durduğunu gözler önüne sermektedir. Böyle bir dünyada dürüst olmak "budala" olmaktır.
Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Budala
Gerçekte hiçbir dakikayı dolu dolu, hesaplı yaşamak mümkün değil
Cezaevindeki yaşam konusunda benimle aynı görüşte olmayabilirsiniz. Cezaevinde on iki yıl kalmış birinin öyküsünü dinlemiştim. Benim profesörün hastalarından biriydi. Sık sık nöbetler geliyordu. Kimi zaman karamsarlığa kapılıyor, ağla-maya başlıyordu. Bir gün intihara bile kalkışmıştı. Cezaevinde yaşamı çok kötüydü. Ama inanın, yine de kapik etmez bir yaşam değildi. Tek tanıdığı, bir örümcekle penceresinin önün-deki bir ağaçmış... Ama iyisi mi ben size geçen yıl tanıştığım başka birinin öyküsünü anlatayım. Çok tuhaf, sık rastlanmayan bir olay geçmişti başından. İdam edilecek öteki mahkûmlarla birlikte onu da idam sehpasına çıkarmışlar. Siyasi bir suçu nedeniyle kurşuna dizilerek idam edileceği kararı okunmuş kendisine. Yirmi dakika sonra da bağışlandığı, ölüm cezasının baş-ka bir cezaya çevrildiğinin karar yazısı... İki karar arasındaki yirmi dakikayı ya da en azından bir çeyrek saati birkaç dakika sonra kesinlikle öleceğini düşünerek yaşamış. O anda yaşadıklarını anlatırken büyük bir merakla dinliyordum onu. Aynı şeyleri tekrar tekrar soruyordum kendisine. Yaşadıklarını olağanüstü bir açıklıkla hatırlıyor, o dakikalarda yaşadıklarını hiç unutamadığını söylüyordu. Çevresinde askerlerin ve halkın toplandığı idam sehpasının yirmi adım ötesinde, idam edilecekler çok olduğu için üç direk daha dikilmiş. İdam edilecek ilk üç kişiyi götürüp direklere bağlamışlar, idam giysilerini (uzun, be-yaz gömlekleri) giydirmişler, tüfekleri görmesinler diye başla-rına beyaz başlıklar geçirmişler; sonra her direğin karşısında birkaç asker geçmiş. Benim tanıdığım sekizinciymiş. Yani üçüncü grupta yer alacakmış. Papaz elinde haçla her birini dolaşmış. Demek en çok beş dakika daha yaşayacakmış. Bu beş dakikanın ona sonsuz bir zaman dilimi, büyük bir servet gibi geldiğini söylüyordu. Bu beş dakikada birçok yaşamı olacağını düşünerek, son dakikayı düşünmeyi bile gerekli görmüyor, önündeki zamanın planlamasını yapıyormuş: Arkadaşlarıyla vedalaşmaya iki dakika ayırmış, iki dakika da kendini son bir kez düşünmeye... Geri kalan zamanda ise çevresine son kez bakınacakmış. Önündeki zamanı böyle üçe ayırıp kullanmayı planladığını çok iyi hatırlıyordu. Yirmi yedi yaşındaydı, sağlıklıydı, güçlü kuvvetliydi, ama ölecekti. Arkadaşlarıyla vedalaşırken, birine hayli tuhaf bir soru sorduğunu, aldığı cevabı da çok ilginç bulduğunu hatırlıyordu. Daha sonra, kendini düşünmek için ayırdığı iki dakika başlamış. Ne düşüneceğini önceden biliyormuş: Bir an önce öğrenmek, açıkça cevaplamak istediği soru şuydu: "Şimdi varım ve yaşıyorum, ama üç dakika sonra bir cansız madde, cansız biri veya bir şey olacağım. Nasıl olacak bu? Nerede olacağım?" O iki dakika içinde hep bunu anlamaya çalışmış! Hemen yakında bir kilise varmış, kilisenin altın kaplı kubbesi güneşin parlak ışığı altında parlıyormuş. Kilisenin kubbesinden ve ondan yansıyan parıltıdan gözlerini ayıramadığını hatırlıyordu. O parlak ışıklara takılıp kalmış bakışı. Bu ışıklar onun yeni kaderiymiş, üç dakika sonra onlara karışacakmış gibi geliyormuş ona... Bu bilinmezlik ve beklediği değişikliğe duyduğu nefret korkunçmuş. Ne var ki o anda ona asıl ağır gelen şu düşünceymiş: "Ya ölmezsem! Ya tekrar yaşamaya başlarsam! Upuzun bir hayat olursa önümde! Her dakikasıyla benim olan bir hayat!.. Her dakikasını yüzyıl yapardım, bir anını boşa harcamazdım, her dakikasını hesaplı kullanırdım, bir dakikasının bile değerini bilirdim!" Bu düşüncenin onu sonunda sinirlendirdiğini, öyle ki bir an önce onu idam etmeleri için sabırsızlanmaya başladığını söylüyordu.
Birden sustu prens. Herkes anlatmayı sürdüreceğini, öyküyü bir sonuca bağlayacağını sanıyordu.
— Bitti mi? diye sordu Ağlaya.
Prens, bir an süren dalgınlığından sıyrılıp,
— Efendim? dedi. Evet, bitti.
— Peki, neden anlattınız bize bunları?
— Öylesine anlattım işte... Aklıma geldi, anlattım.. Konuş-muş olmak için...
Aleksandra,
— Çok karışık anlatıyorsunuz prens, dedi. Yanılmıyorsam, hayatın bir dakikasının bile parayla ölçülemeyecek kadar değerli olduğunu, kimi zaman beş dakikanın bir hazineden bile çok değerli olduğunu anlatmak istediniz. Çok güzel, övgüye değer bir şey bu. Ama izninizle sorabilir miyim, size bütün bunları anlatan o arkadaşınız... ölümden kurtulmuş, yani "sonsuz bir hayat" bağışlamışlar ona. Peki, kavuştuğu o büyük zenginliği ne yapmış sonra? Her dakikasını "değerini bilerek" yaşamış mı?
— Yo, hayır! Bana anlattığına göre -sordum ona bunu çün-kü- hiç de öyle yaşamamış, çok dakikasını, çok zamanını boşa harcamış.
— İşte size bir yaşam deneyimi... Demek tam gerektiği gibi, her anın değerini bilerek yaşamak olanaksızmış. Nedense olanaksız...
İtiraf
İtiraf etmeliyim ki, aziz okur, benim ömrüm, her birini gebertmek istediğim insanlarla aramdaki buzdağlarını eritmeye çalışmakla geçiyor.
Türü
Diğer
Sayfa Sayısı
527
Baskı Tarihi
Eylül 2010
ISBN
978-605-5482-00-8
Baskı Sayısı
0. Baskı
Basım Yeri
Ankara 2010
Mütercimi
Prof.Dr.Hicabi Kırlangıç - Prof.Dr.Derya Örs
Orijinal Adı
Hubut der Kevir
Birden elindeki elmayı uzattı ve gözleriyle benden onu dişlememi istedi. Fakat ben dudaklarımı daha sıkı kapattım. Yüreğimdeki dilsiz bir duygu diyordu ki an, büyük bir inkılâp anıdır. Bütün varlık olduğu yerde durmuş heyecanla bekliyordu. O, bir isyan alevi gibi karşımda dalgalanıyor ve sabırsız yakıyordu beni. Bense kalbinde korkunç bir volkanın patlamak için sabırsızlandığı dağ zirvesinin sakinliğine sahiptim. O her an daha kararlı ve saldırgan, ben her an daha tereddütlü ve ezgin. Günah duygusu.
Ömür güzergahı...
Yabancılık, uçsuz bucaksız "varlık" âlemini boğucu bir darboğaz haline getirir. Dar ve karanlık hücrede tek başına hapse mahkum olan kimsenin hücresinin tavanı, tanıdık birinin getirildiğini duyunca, göğe kadar yükselir ve duvarları her yandan yeryüzü ufuklarının ötesine kadar uzaklaşır ve mahkum, zindanını dört yönden "O"nunla sınırlı tanıdık bir iklim olarak bulur. "Mesaj" sahibi olan ruh ne mürit ister ne âşık. "Ömür" güzergahında bekleyen gözlerle durur. "Varlığı" tanıdık birini çağıran bir "sesleniş"tir. "Hayat"ı boşuna gelip geçen bu mükerrer, mesuliyetsiz, bekleyişsiz ve ızdırapsız yüzler kalabalığında alışılmış ve mahrem bir akraba yüzü bulma ümidinde, "hayret" dalgasına düşmüş bir bakıştır. İki gözü, bu sığınaksız dünyada tıpkı annesini kaybetmiş iki çocuk gibi ne yapacağını bilemez haldedir.
Türü
Diğer
Sayfa Sayısı
527
Baskı Tarihi
Eylül 2010
ISBN
978-605-5482-00-8
Baskı Sayısı
0. Baskı
Basım Yeri
Ankara 2010
Mütercimi
Prof.Dr.Hicabi Kırlangıç - Prof.Dr.Derya Örs
Orijinal Adı
Hubut der Kevir
Birden elindeki elmayı uzattı ve gözleriyle benden onu dişlememi istedi. Fakat ben dudaklarımı daha sıkı kapattım. Yüreğimdeki dilsiz bir duygu diyordu ki an, büyük bir inkılâp anıdır. Bütün varlık olduğu yerde durmuş heyecanla bekliyordu. O, bir isyan alevi gibi karşımda dalgalanıyor ve sabırsız yakıyordu beni. Bense kalbinde korkunç bir volkanın patlamak için sabırsızlandığı dağ zirvesinin sakinliğine sahiptim. O her an daha kararlı ve saldırgan, ben her an daha tereddütlü ve ezgin. Günah duygusu.
Hubût
Yabancılık, uçsuz bucaksız "varlık" âlemini boğucu bir darboğaz haline getirir. Dar ve karanlık hücrede tek başına hapse mahkûm olan kimsenin hücresinin tavanı, tanıdık birinin getirildiğini duyunca, göğe kadar yükselir ve duvarları her yandan yeryüzü ufuklarının ötesine kadar uzaklaşır ve mahkûm, zindanını dört yönden "O"nunla sınırlı tanıdık bir iklim olarak bulur!
"Mesaj" sahibi olan ruh ne mürit ister ne âşık. "Ömür" güzergâhında bekleyen gözlerle durur. "Varlığı" tanıdık birini çağıran bir "sesleniş"tir. "Hayat"ı boşuna gelip geçen bu mükerrer, mesuliyetsiz, bekleyişsiz ve ızdırapsız yüzler kalabalığında alışılmış ve mahrem bir akraba yüzü bulma ümidinde, "hayret" dalgasına düşmüş bir bakıştır. İki gözü, bu sığınaksız dünyada tıpkı annesini kaybetmiş iki çocuk gibi ne yapacağını bilemez haldedir.