uzlet

Türü
Diğer
Sayfa Sayısı
527
Baskı Tarihi
Eylül 2010
ISBN
978-605-5482-00-8
Baskı Sayısı
0. Baskı
Basım Yeri
Ankara 2010
Yayın Evi
FECR YAYINEVİ
Mütercimi
Prof.Dr.Hicabi Kırlangıç - Prof.Dr.Derya Örs
Orijinal Adı
Hubut der Kevir
Birden elindeki elmayı uzattı ve gözleriyle benden onu dişlememi istedi. Fakat ben dudaklarımı daha sıkı kapattım. Yüreğimdeki dilsiz bir duygu diyordu ki an, büyük bir inkılâp anıdır. Bütün varlık olduğu yerde durmuş heyecanla bekliyordu. O, bir isyan alevi gibi karşımda dalgalanıyor ve sabırsız yakıyordu beni. Bense kalbinde korkunç bir volkanın patlamak için sabırsızlandığı dağ zirvesinin sakinliğine sahiptim. O her an daha kararlı ve saldırgan, ben her an daha tereddütlü ve ezgin. Günah duygusu.
Neden Altını Çizdim?
"İşte o bilgin din adamı, babamın büyük babasıydı." diyerek üstad, sevinçle en yakın "akraba"larından birinden bahseder.

Ne aldatılmak ne de çamurlara bulanmak

Mezinan'dan söz ediyorduk. Bundan yaklaşık seksen yıl önce, büyük İslam bilgeleri halkasının son filozofu olan merhum Hacı Molla Hâdî Esrâr, ders havzalarında yüksek bir makama ve seçkin bir şahsiyete sahip olan bu büyük filozof ve fıkıhçı ömrünü yalnız başına geçirmek ve çölün susuz dudağı üzerinde unutulmuş bir sessizlik içinde ölmek üzere bu köye gelir. Büyük bilge merhum Sebzîvari'nin deyişiyle o, Esrâr'ın huzurunda bir öğrenci gibi değil, tıpkı bir arkadaş gibi diz dize otururdu. O hikmeti bundan önce kelam, hikmet ve fıkıh üstadı olan hikmet konusunda Hakim Esrâr'a karşı çıkan ve kimi otoritelere göre ondan üstün sayılan dayısı Allâme Behmenâbâdî'nin yanında okumuştu. Mezinan yakınlarında sapa bir köy olan Behmenâbâd'da inzivaya çekildiği halde, şöhreti Tahran, Meşhet, Isfahan, Buhara ve Necef gibi ilim havzalarında dillerde dolaşıyordu. O günlerde çeşitli toplulukları, dergileri, kalemleri ve sıkı bağlantıları olan sözde allameler, ilmi ve fazileti ay ışığının görülmediği gecelerin sessizliğinde boğamıyorlardı. (..) Allâmenin dehasının ve hikmetinin şöhreti Tahran'da yayıldı. Kaçar şahı onu başkente çağırdı. Sipehsâlâr Medresesi'nde felsefe dersi verip Nâsıruddin Şah'tan yılda kırk tümen maaş alıyordu. Ancak atalarımın kanında var olan bu yalnızlık duygusu, toplumdan kaçma ve uzlet etme sevdası onu da bu kargaşanın içinden Behmenâbâd'daki inzivaya sürükledi. Kendi kabuğunda yaşamaya, o en üstün bilginin içi boş ve kirli kavgasından kaçıp, bu köyün dışındaki eski harabelerde kalmaya çekti. Çünkü dertli ve kararsız bir ruha sahipti. Sessiz gecelerde bu viranelerin arasında dolaşıp inlerdi, bir duvarın gölgesinde oturur, kendi esrarlı cezbelerine dalar, kendi kendine ve Tanrı'sı ile konuşurdu, bütün hayatı buydu. (...) Öğrenmek, bilgi edinmek için gençliğini Buhara, Meşhed ve Sebzivâr'in eski medreselerinin rutubetli ve dar dersliklerinde kitaplar üzerinde, o zamanların büyük bilginlerinin ve üstadlarının önünde diz çökerek geçiren öğrencisi tam da kemale erdiği, ruhani bir mevki ve makama, yüksek dereceli ilmi bir mesnede, halka liderlik etme aşamasına geldiği dönemde, bir otorite, nüfuz, düzen, şan, şöhret sahibi olması gerekirken herşeyi bıraktı. Hakîm Esrâr'dan sonra, hikmet havzasını canlandırması, bilim, felsefe ve kelam ışığını, ona layık bir halef olarak yakması için bütün gözler üzerine çevrilmişti. Ama o, uğrunda gençliğini harcadığı ağacın meyve vermesine pek az kala, bilimsel ve sosyal hayatının baharının gelip çattığı çağda birdenbire değişiverdi. Felsefe ve din onu bu noktaya getirdi. Felsefe onu, hayat kavgasının, çabasının ve aldanışının tümüyle boş, anlamsız, yalan ve kandırmaca olduğunu öğretmişti. Din ona dünyanın ve içindeki herşeyin tümüyle pislikten ibaret olduğunu temiz kalpleri ve yüce ruhları aldatamadığını, bu bataklıkta pis sularla kendinden geçip sevinen kurtçuklardan başka bir şey olmadığını öğretmişti. Böylece ne aldatılmak ne de çamurlara bulanmak istemeyen o, şehri ve şehrin gürültü patırtısını terk etti. Gözleri intizarda bırakıp, onun gibisinin gelişini asla beklemeyen bir köye geldi.