Yüz santimlik cetvel |
Bazen tüyler ürpertici bir Türkiye tablosu çiziveriyordu."Bir milyondan fazla yüksek okul öğrencimiz var, eğittiğimiz yalan; yüzlerce camimiz var, müslüman olduğumuz yalan, milyarlarca liralık matbaamız var, gazeteciliğimiz yalan; hükümetimiz var, iktidar olduğu yalan; Türkçe konuşuruz, birbirimizi anladığımız yalan; metrelik cetvelimiz var, yüz santim olduğu yalan; kilogram kullanırız, bin gramı doğru tartabildiğimiz yalan; dünyanın en eski uluslarındanız, tarihimiz yalan; NATO'nun en büyüğü ordumuz var, ülkemizi savunabileceğimiz yalan; Cumhuriyetiz, demokrat olduğumuz yalan; konukseverliğimiz ünlüdür, birbirimizi sevdiğimiz yalan...daha sayayım mı?"
Ritüeller ülkesi olduğumuza katılıyordum. Hep "..."mış gibi, rencide olmuş gibi, bıcak kemiğe dayanmış gibi, isyan edermiş gibi, inanırmış gibi, hatta eğlenirmiş gibi yaptığımız doğruydu. Kim daha iyi ...miş gibi yaparsa o kazanıyordu.
|
46 |
|
Büyük Yalan |
Ahlak kaosu dediğin...?
"Ahlak kaosu, Büyük Yalan!.. Şimdi, tabi Türkçe'de kelimelerin içi boşaldığı için 'ahlak'ı yeniden tanımlamak lazım. Örneğin sana 'Ayşe ahlaksız bir kadındır' desem, ilk akla gelen şey Ayşe'nin kocasını aldatttığı olurdu. Oysa ben 'Ayşe, ahlaksızdır çünkü muhasebeciliğin m'sinden anlamadığı halde, muhasebeci geçinir demek istiyor olabilirim hatta belki de onu diyorumdur. Aynı şekilde, falan profesör ahlaksızdır dediğim zaman, illa da, o adam yolsuzluk yapıyor demiyorum. Son on yıldır tek bir kitap okumadığı halde, hala ameliyat yapma cüretini kendisinde buluyor, tembelliğinin masada bıraktığı canlara kayıtsız kalabiliyor diyorum. Türkiye'de profesör olmak için iki yabancı dil bilmek gerekirken, bir dil olsun bilen profesör sayısı parmakla sayılacak kadar azdır diyorum. Bir bilimi ona doktorluk edebilecek kadar iyi bildiklerini iddia ettikleri gibi bir Büyük Yalanı paylaşırlar. (burada kelime oyunu yapıyordu Günay. Profesör kelimesinin 'iddia etmekten' türediğini, 'doktora yapmanın' bir bilimi revize ya da tedavi edecek seviyeye ulaşmak demek olduğunu hatırlatıyordu.) Bu yetersiz insanlar zamanla öyle bir şebeke, bir mafya oluştururlar ki iktisattaki kötü paranın iyi parayı kaçırması ilkesi gibi 'sahici' profesörlere hatta 'sahici' profesör olma yolundakilere geçit vermezler.
Türkiye'de istisnasız her alanda yaşanan facia budur. Zabıta rüşvet almayanı barındırmaz; politika yalan söylemeyeni; piyasa sözüne sadık tüccarı. Bu kıyım böyle gider"
|
47 |
|
Gerçekler |
Bir milyondan fazla yüksekokul öğrencimiz var, eğittiğimiz yalan;yüzbinlerce camimiz var, Müslüman olduğumuz yalan; milyonlarca liralık matbaalarımız var, gazeteciliğimiz yalan;hükümetimiz var, iktida |
56 |
|
Düşler kalır, benim gibi düşler... |
Mardin'den yola çıktım, Midyat üzerinden Cizre'ye. Mela'nın memleketi Cizre'ye. Bir şahtur kiralayacaktım Dicle'den aşağı, Musul'un az berisne, Havsar ovasına, Horsabad'a, Dur Şarrukin harabelerine. Herkes güneye gidemez a! Benimki de, sarı yolculuk işte. Zin'e sevdalı Mim'in rehberliğinde, aşıklar gibi sabırsız, o dur durak bilmez, çılgın nehirde. 'Galiba senin gönlünde de bir yer var' dedim, Dicle'ye 'yoksa, ne diye coşarsın -Cizrenin yanı başında, böyle!
'Xalıp dı dile teda neyarek' dedi, Mim,
'Sergeşte dı bi rex Cezir'e!'
Baktım, baktım da rehberim Mim'i sevmekten korktum. Uyardım onu, 'Dostluk, ahbablık ve kardeşlik, ikiyüzlülükle, lafla olmaz ha bilesin' dedim. 'Dostluk kolay değil, zordur.Dostluktan maksat da vefadır. Sonunda vefa göstermeyeceksen eğer, sen sen ol, göze alma o cefalı işi."
Baktı baktı da, beni sevmekten korktu Mim. Uyardı beni, "Yari ubirayi muvaxat Na bıt bı riya-ı meqalat, Yari ne hesaniye, cefaye Evvel ne de ber wve ve cefaye.'
Ahd ettik, el sıkıştık, öyle koyulduk yola. 'Çok uzak yoldan geldiler, Medler' dedi Mim, 'Asya'nın ortalarından biryerlerden. Buhara'ya, Semerkant'a, Hind'e uğradılar. İran'da konakladılar, Acemler'e dillerini, otuzaltı harfli Aryan alfabelerini sundular. Kafkasları aştılar, Kıble'ye indiler. Dur Şarrukin'e vardıklarından daha İsa'nın doğumuna bin yıl vardı. Derler ki vefadır birincil nitelikleri...
Vefasız atinalılar bile bilirlerdi ki, bir Med, ölür de sözünden dönmez. Bir ahd yapmışsa, vazgeçmez. Boynunu büktü, 'Benim övünmem değildir' dedi. 'Tarihçi Briffault da böyle der.' Kadim denizlerin yosunları nicedir buhar olmuş kıraç diplerini gördüm. Issızın ortasında, ufkun altında görünen karaltı bir ağanın kasrıydı ki, bir yudum acı su içebilmek için oraya varmam gerekti. Dizlerim kesildi, dudaklarım çatladı, rüzgar savurdu kumları taneleri terime karıştırdı, terim pıhtılaştı. Bedenimi gittikçe sertleşen bir çamur sardı. Yanıklar, kaşıntılar arttıkça, ama ben mecburdum o suya! Önce çıkınımı, sonra dostlarımı attım sırtımdan. Yükümü hafiflettim. İstanbul'da, şundan birkaç ay önce mantar topladığım Belgrad ormanlarının göğe varan ağaçları, dereleri gibi taşan çeşmeleri canlandı hayalimde. Sanki İstanbul'a diz çökmek, hayalimin serin gölgesine uzanmak istedim, ama Mim bırakmadı. Kasr'a varmazsan, telef olursun,' dedi. İçimden dayanaklar aradım. 'Bu yolda ben bir borcu ödüyorum' dedim,'Asırlardan beri soyulan, sömürülen, yalnız can, yalnız mal vergisi için aranan, şu bitmiş tükenmiş insanlara karşı İstanbul'un işlediği günahların borcunu ödüyorum,' dedim, kendi kendime. Yürümekten ziyade sürüneceğim.'
Öyle yaptım. Gün sona erdi, güneş arkamdan alçaldı, ıssıza vahşi bir sessizlik indi. Nihayet, uzaktan tüm umutlarımı bağladığım, Kasr'a vardım. Vardım ya varmaz olaydım! Gördüm ya görmez olaydım! Elin ayağın göçtüğünü, kuyunun suyunun çekilmiş Kasr'ın yıkılmış olduğunu! 'işte Şiran'ın evi burasıdır' dedi Mim. 'hayır...' diye haykırmışım da, tarla farelerini bile kaçıramamışım! Ama aklımı, aklımı yitirmiş olmalıyım... Mim 'öyledir!' dedi, 'Burası yukarı Mezopotamya'dır. Yüzyıllardır biriniz gelir, biriniz gidersiniz.'
'Kimse kalmaz mı, burada?' 'Kalır' dedi, Mim... 'Düşler kalır, benim gibi düşler!...'
|
59 |
|
kısa bir süre için |
samanyolu galaksisinin güneş sisteminin kokuşan bir gezegeni olan dünyada, insanoğlu insanoğluna kısacık bir süre için teğettir. sonra herkes kendi meçhulüne yollanır. bir başına. |
63 |
|
Batı ancak görmek istediği Doğu'yu anlatana sıcak bakar |
Yüzüne baktım, korktuğu başına gelmiş gibi duralamıştı. Hüzünle öfke arasında gidip geldiğini görebiliyordum. Kendimi aptal gibi hissediyordum, onun hemen gördüğü, benim göremediğim neydi? Neden göremiyordum?
"Bir de bana anlat şunu, nereden bildin?"
" E, hayatım, kitap Amerikan basımı! Ticari bir iş olmadığı besbelli. Amerikada kaç kişi şiir okur, kaç kişi Arap şiiri okur? Yine de basılabilmişse bir nedeni var. O neden de şu: Batı'nın kafasındaki kültürden kurtarılması gereken Doğulu kavramını perçinliyor. Başka türlü olsa basmazlardı, inan bana! Batı ancak görmek istediği Doğu'yu anlatana sıcak bakar. 'Evrensel' olduğu iddia edilen bir kültür dayatılıyor ya canım, bu kadınlar o 'evrensel' kültüre duydukları özlemi, daha doğrusu kendi 'ilkel' kültürlerinden ne denli nefret ettiklerini dile getirdikleri sürece itibar görürler. Hoş, itibar da değil bu. Saraya kabul edilmek gibi bir şey."
|
67 |
|
Fayda |
Sizin dünyanızın öğrenme azmini kamçılayan tek şey vardır, o da bir şeyi biliyor olmanızın size sağlayacağı ekonomik fayda! |
92 |
|
Binali, Gül, Azot ve Testi |
Binali!!! Binali!!! Yıllar öncesinden bir anı, Binali. Taksim İntercontinental'in girişinde aynı cümle. "Patron" dediği, her ay yapmadığı işler için para aldığı Şiran'ı Kadıncıktan kurtarmaya çalışan, Binali. Sömürü düzeninin en galiz örneği pazarlamacılığın nimetlerinden kendisine her nasılsa düşeni her nasılsa tüketen Binali.
Güle beslendiği azotu hak etmek için ne yaptığı sorulur mu? Gül'dür, azot gerekmektedir, o kadar. Azot yoksa zaten gül de yoktur. O da o kadar. Dünya bir hayrattır. Çok doğru! Şiran kusa kusa kazanırmış, pazarlama elemanlarını sokağa her saldığında beline kadar soğuk terler döker, midesi tutarmış olgusunu usunun gündemine dahi almayan Binali.
Acımasız bir iklimin, daha da acımasız domdom kurşunlarının çocuğuydu. Dehası onu olmadık bir ilçenin, dokuz dersin altısı öğretmensiz geçen bir lisenin diplomasıyla, dul anası ve tek kardeşini taş tarlanın merhametine terkettirip, İTÜ elektronik laboratuvarına ışınladığında, talihine şükredecek hali yoktu.
Testiyi herşeye rağmen kırmamış, suya gidebilmiş olmayı da, olmamayı da rastlantısal olgular olarak değerlendirdiğinden, birinin ötekine üstünlüğü yoktu. Ne varlığa sevinen, ne yokluğa yerinen bir derviş ve tanrı tanımaz bir devrimciydi Binali.
|
107 |
|
TDK |
Dünyada bizden başka hiçbir ulus, kuşakları birbirinin dilinden anlamaz kılan bir faciayı böylesine şevkle alkışlamamıştır. |
118 |
|
Hangi birini düzelteyim |
Şimdi siz ne diyorsunuz, biliyor musunuz? dedi Günay, ağır ağır,
"Siz diyorsunuz ki, "Turgut Reis, 21 Ağustos 1565'te, Nice'de karaya çıktı". Turgut Reis değil, Barbaros Hayrettin. 21 Ağustos değil, 21 Temmuz. 1565 değil, 1543. Nice değil, Marsilya. Bilmem anlatabiliyor muyum? Hangi birini düzelteyim, ne diyeyim size?"
Önce bir duraladı, sonra da, "Heh, heh, heh!" zoraki güldü adam, arkadaşlarına baktı,
"Hiç konuşmayalım mı, yani?"
Rodoplu'nun dilinin ucuna geldi, "Eh vallahi bence hiçbir mahzuru yok!" diyecekken sustu.
"Hep sizler konuşun, biz konuşmayalım!" yine arkadaşlarına baktı. Ezilen halk çocuğunu oynadığını görüyordu Rodoplu; ezilen halk çocuğunu oynadığını ve birilerine yatırım yaptığını. Göz ucuyla Şafak'a baktı, genç adam gözlerini önündeki tabaktan ayırmamakta kararlı gibiydi. Günay, onun da öfkelendiğini sezinledi. Öfkenin kaynağı da, muhatabı da kendisi olabilirdi. "Evet, ama görev görevdir. Öne kafalardaki keşmekeşi dağıtmaya, metafizik birer or***u olup çıkan kaypak, hain mefhumlara karşı çıkmak zorundayız." Ev sahiplerini mahcup etmek pahasına da olsa, yanlışı düzeltmekten sorumluydu. "Bakın kardeşim" diye başladı ve atılmadık ne cinsel ne de entelektüel köprü bıraktı Rodoplu.
"Bir kere, Türkçeye girmiş dini terimler, Arapça değil, Farsçadır. Çünkü biz İslamiyeti Araplardan değil İranlılardan öğrendik. Örnek: peygamber, örnek namaz, Farsçadır, Arapça değil. İkincisi 'öz' denilen Türkçe'de kelimeler, türetilmiş değil, üretilmiştir. Daha da kötüsü, Batı dillerinden alınmadır yani bağımsızlık söz konusu değilir. Bir boyunduruk başkası ile değiştirilmiştir. Mesele ondan ibarettir. Örnek: Arapça kökenli 'usul' kelimesinin yerine 'yöntem' kelimesinin 'yön' hecesi , Türkçe'de; 'tem' hecesi, Fransızca 'systeme' kelimesinin 'tem'idir. Türkçede böyle bir sonek yoktur. Aynı şey, 'kıyası mukassem' ya da 'dilemme'in karşılığı olarak sunulan 'ikilem' kelimesi için de geçerlidir, ilk hece Türkçe, ikincisi Fransızca. 'Mektep' kelimesinin yerini alan 'okul' kelimesi, Fransızca 'ecole'ün bozulmuşudur. 'üstüvane' yerine kullandığımız 'silindir' batı dillerinin 'cylinder'idir. 'Umumi' kelimesinin yerini alan, 'genel' İngilizce'dir. Sekizgen'in 'gen'i 'octagon' un 'gon'udur.
Bunun böyle olması da doğaldır, çünkü şu kadar yıllık hayatında TDK'da tek bir filolog, dilbilimci çalışmadığı gibi, bir tek Türkolog da yoktur.
Neticeyi kelam, TDK, yarattığı kavram kargaşası ile Türk fikir hayatını tarumar etmekten başka bir işe yaramamıştır.
|
119 |
|