Pırıl pırıl ışıyan Türkçesiyle Hasan Ali Toptaş, Kuşlar Yasına Gider'de romancılığına yeni bir boyut katıyor: anlatmıyor, söylemiyor; nefeslendiriyor.
Kadirşinas otlarının mırıltısını, of dememenin ilmini, eldeyken kıymetini bilmenin erdemini, ömürden giden günlerin sabrını okudukça zihnimiz, gönlümüz havalanıyor.
"Babalar, alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır" sözü yankılanıyor kulaklarımızda.
Kuşlar Yasına Gider; atların koşması kadar doğal, kaleme iç çektirecek kadar merhametli bir roman.
Helalleşme
Annem de ağlıyordu kuzinenin dibindeki minderin üstünde. Yazmasının ucuyla gözlerini silerek usulca doğruldu sonra, yatağın kenarına yaklaştı, babamın ellerini sımsıkı tuttu.
Bana bak Müslüman, dedi, gözyaşlarının arasından yükselen titrek bir sesle; ben bu kapıya duvağımla geleli elli yedi sene oldu. Elli yedi sene boyunca sen de bana çok iyi baktın, hiç hatırımı yıkmadın, Allah senden razı olsun!
Jön Türkler ve Fikri Derinlikleri
Şunu hemen ifade edelim ki, 1895-1908 yılları arasında söz konusu mücadeleyi yapmış olan kimselerin, bugün üzerimizde silik birer hayalet etkisi bırakmalarının sebebini bizzat fikirlerinin yalınkatlığında aramak gerekir. Jön Türklerin hiçbiri derin bir teori, özgün bir siyasî formül veya zihinleri devamlı olarak uğraştırmış bir ideoloji ortaya koymamıştır. Jön Türkler siyasî fikir boşluklarını iki şekilde kapatmaya çalışmışlardır. Bir yandan kendi devirlerinde Avrupa’da tartışılmakta olan fikirlerin “popülarize” edilmiş şekillerinin etkisi altında kalmışlar ve büyük teorisyenlerle halk arasında aracı rolünü oynayan ikinci derecede düşünürlerin gönişlerini kendi fikirlerine intikal ettirmişlerdir. Tarde gibi büyük bir sosyolog göz önünde tutulduğu zaman, Le Bon’un fikirlerinin Jön Türk düşüncesindeki yeri bu davranışın karakteristik bir örneğini oluşturur. Öte yandan, Jön Türkler uzun zaman fikirsizlikten kendileri de şikâyet ettikten sonra Abdülhamit devrinde ihtilalci çevrelerin dışında geliştirilmiş bazı siyasî ve sosyal dünya görüşlerini kabul etmek zorunda kalmışlardır. Jön Türklerde rastladığımız Türkçülük başlangıçları bunun tipik bir örneğini verir.
Aşkar Dergisi
Ömer Faruk Dönmez Dosyası
Sayı:36
Ekim Kasım 2015
Kitaplar ve okuma yöntemleri
Çocukluğumdan bu yana, bıkmadan usanmadan, deli pösteki sayar gibi kitap okuyan arkadaşlarım oldu; bazısı günde bir kitap bitirir ve okudukları kitap hakkında en az iki saat konuşabilirlerdi. Oysa benim elimde bir kitap bazen haftalarca sürünürdü, masamda her zaman, başlanmış ve bitirilememiş kitaplar olurdu, kimini ancak bir ayda tamamlar, kimini ise yarım bırakırdım. Bayılarak okuduğum kitaplar da vardı tabi; ama kendimi ne kadar zorlarsam zorlayayım, kitaplardan, yazarlardan cümleler hatırlayıp konuşmamı bunlarla daha etkili hale getirmeyi pek beceremezdim; oysa o arkadaşlar, en ilgisiz gibi görünen mevzuda pat diye Aristo’dan, Gazali’den, Kierkeegard’dan bir cümle söyler ve herkesi kendilerine hayran bırakırlardı. Bunu, zaman zaman, hafızamın zayıflığına, zaman zaman, aklımın eksikliğine bağladım; ama yıllar içinde yavaş yavaş fark ettim ki, okuduğu kitaplardan cümleler söyleyerek konuşmasını süsleyen ve daha etkili hale getiren kimi arkadaşlar, aslında kitaplardaki ruhtan, duygudan, incelikten, çoğunlukla habersizdiler; kitabı, yazarı ve hatta onlardan edindikleri fikirleri, sadece bir nesne olarak görüp, onlarla sadece dışsal bir ilişki kurabiliyorlardı. Sanırım bu noktada şiirle ilgili bir sır var. Çok kitap okuduğu halde şiirle sıhhatli bir bağ kuramamış birçok insanda bu duygusuzluğu ve kabalığı gördüm ben. Deli gibi kitap okudukları halde şiirle sıhhatli bir bağları olmayan kimi arkadaşlarımın akıl yürütme biçimi -kendileri ‘ilkeli’ demeyi tercih etse de- aslında genelde köşeliydi, hükümlerini çoğunlukla insafsız bir kesinlikle verirlerdi; bu kadar kitap okuyan birinin normalde sahip olması gereken esneklik ve kıvraklıktan oldukça uzaktılar. Ancak nadiren, o da, iki arada bir derede kaldıklarında, esneklikten söz eder ve esnekliği överlerdi, ama bu da ehlinin gözünden kaçmazdı tabi.
İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var..
İsteyip istemediğimi doğru dürüst bilmediğim, fakat neticesi aleyhime çıkarsa istemediğimi iddia ettiğim bu nevi söz ve fiillerimin daimi bir mesulünü bulmuştum: Buna içimdeki şeytan diyordum; müdafaasını üzerime almaktan korktuğum bütün hareketlerimi ona yüklüyor ve kendi suratıma tüküreceğim yerde, haksızlığa, tesadüfün cilvesine uğramış bir mazlum gibi nefsimi şefkat ve ihtimama layık görüyordum. Halbuki ne şeytanı azizim, ne şeytanı? Bu bizim gururumuzun, salaklığımızın uydurması.. İçimizdeki şeytan pek de kurnazca olmayan bir kaçamak yolu.. İçimizde şeytan yok... İçimizde aciz var.. Tembellik var.. İradesizlik, bilgisizlik ve bunların hepsinden daha korkunç bir şey: hakikatleri görmekten kaçmak itiyadı var.. Hiçbir şey üzerinde düşünmeye, hatta bir parçacık durmaya alışmayan gevşek beyinlerimizle kullanmaya lüzum görmeyerek nihayet zamanla kaybettiğimiz biçare irademizle hayatta dümensiz bir sandal gibi dört tarafa savruluyor ve devrildiğimiz zaman kabahati meçhul kuvvetlerde, insan iradesinin üstündeki tesirlerde arıyoruz.
Ahmet Davutoğlu 1998'de yazdığı makalede medeniyet konusunu Edmund Husserl'in Selbstverständnis (ben-idraki) ile Lebenswelt (hayat dünyası; ortak tecrübe alanı) kavramlarıyla açıklıyor. Bu tespit çok önemli. "Ben idraki ile hayat dünyası arasında etkin ve doğrudan ilişki kurabilen medeniyetler canlanma yaşarken, bu ilişkinin koptuğu ya da zayıfladığı medeniyetlerde bunalımlar ve düşüşler görülmektedir" diyor.
Büyük Dörtlü Kurgu mu?
Başrolünü David Suchet'in oynadığı film uyarlaması Agatha Christie'nin 1927'de yayınladığı "Büyük Dörtlü" (Big Four) romana sadık kalmamıştır. Roman küresel entrikalara dikkat çekerken uyarlama dünyayı yöneten gizli organizasyonu sonunda bir aşk hikâyesine bağlayarak hafifletir. Filmin sonunda şu söz duyulmaktadır: “Büyük Dörtlü'nün kurgu olduğu ispatlandı”. Uyarlamayı yapan romandan yola çıkarak tamamen farklı bir yere ulaşmış, farklı şeyler söylemiştir. Ama orijinal mesajın parçaları alıcıya ulaşır ve alıcı Büyük Dörtlü'nün kurgu olmayabileceğini anlar. Uyarlamalar sıkıntı doğurur ve başkaca şeyler söyler. Anlamlar kaynağa ulaşamayanlar tarafından ıskalanma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Satranç hayatın bir uyarlamasıdır. Satrançta piyon 8. kareye ulaştığında şah dışında bütün taşlara, öncelikle de vezire dönüşür. Ama hayatta 8. kareye ulaşıp piyona dönüşenler de vardır. Kitleler karmaşadan hoşlanmaz; tarih ve siyaset onlara karmaşık gelir. Kitle hayran olmaktan; taraftar olmaktan hoşlanır. Çünkü liderleri onların yerine düşünmektedir.
Stefan Zweig ünlü İskoç kraliçesi Mary Stuart'tan bahsederken, "Dünya tarihinde belki de başka hiçbir kadın edebiyata bu kadar çok konu olmamış, dramlarda, romanlarda, biyografilerde ve tartışmalarda böylesine çok işlenmemiştir," der.
Siyaset
Şimdilik her şey yeniden yoluna girmiş gibi görünmektedir. Fakat siyaset her zaman bir tutarsızlıklar bilimidir. Basit, doğal ve makul çözümler ona aykırı gelir; zorluklar en büyük zevki, nifaksa unsurudur.
"Bir sabah uyanıyorsunuz ve yoksunuz. Aynaya bakıyorsunuz, yüzünüz aynı yüz, elleriniz aynı eller... Bedeninizi yokluyorsunuz, orada duruyor... Ama siz hükümsüzleştirilmişsiniz, yoksunuz... Tapındığınız Allah'ın kitabı da dahil olmak üzere her şey, herkes değişmiş, tanımıyorsunuz... Rusya'ya ve bana böyle oldu."
Gogol'un İzinde dörtlüsünün Rus kahramanı, Prens Aleksi Kristovoviç Zelenski'nin dediği gibi: "Diriliş, ancak isteniyorsa gerçekleşebilir; ancak o zaman mümkündür."
Rus kültürü ve Batılı dünya görüşü
Theresa, Rus kültürünün daha halen toplum denilen soyutlamayı bireyden yüce tutan Aydınlanma öncesi ortaçağ dünya görüşünü yansıttığını savunurdu. Bunun böyle olduğunun bir göstergesi de, Avrupa'da toprağa bağlı kölelerin on beşinci yüzyılın ortalarında azat edilmiş olmalarına karşın, Rusların bu noktaya ancak üç yüzyıl sonra gelebilmiş olmasıdır. Rusya'da insan hakları meselesinin, çözümü şöyle dursun, gündeme dahi yeterince gelmiyor olmasını da Rusların bütünü parçalarından üstün tutmasına bağlardı. Rus insanının kendisinde bireysel yaşamını iyileştirme hakkını görmediğini; bu bağlamda, Bolşevik Zudin kadar, on dokuzuncu yüzyılın Romantik Panslavizmini diriltmeye çalışan Soljenitsin'in de, gelişmiş Avrupa'nın geride bıraktığı bir düşünce sisteminin ürünü olduğunu anlatırdı.
Theresa'yı dinlerken, ulus ya da toplum şöyle dursun, Allah'a bile vizyon yüklemeyen Batılı dünya görüşü doğrultusunda, aşk'ın da azgelişmişlik sınıfına giren bir yanılsama olarak değerlendirilmesinin kaçınılmaz olduğunu düşünmüştüm. Nitekim öyleydi; Theresa üzgündü ama aşk'ın bir anakronizm olduğunu itiraf etmek zorundaydı.
Latife Hanım'ın Eğitimi
1919 yılının sonbaharındaki tehlikeli kaçışın ardından Uşakizade ailesi, Avrupa'nın dört bir yanına dağıldı. Muammer Bey ile Adeviye Hanım o sıralar çocuk felci geçirmekte olan küçük oğulları Münci'yle birlikte Fransa'nın İspanya sınırında bir sahil kenti olan Bianitz'e, Villa Stella Maris diye anılan eve yerleştiler. Latife'nin eğitimine ve kültürüne uygun bir kız okuluna gitmesine karar kılındı. Londra yakınlarında, 1850 yılında kurulmuş Chislehurst'te Tudor Hall School adıyla bilinen okul her bakımdan uygun bulundu. Akademik anlamda Tudor Hall, o günlerin tipik kız okullarından farklı olarak derinlemesine ve bol seçenekli bir eğitim olanağı sunuyordu. 11-18 yaş grubundaki kız öğrenciler için yatılı bölümü vardı. Kültür ve dil ağırlıklı okulda matematik, coğrafya, tarih, botanik, astronomi, kimya, edebiyat, Latince, Fransızca, resim, yazı dersi ve jimnastik okutuluyor, hemen her dersi değişik hocalar veriyordu. Dans dersi, piyano dersi olması, okulda atların ve altı tane tenis kortunun bulunması Latife'ye çok cazip gelmişti. Zamanın önde gelen akademisyenleri ve müzisyenleri okula konferans vermeye geliyor; öğrenciler baskı altına alınmadan yeteneklerine göre eğitiliyordu. Sık sık münazaralar yapılıyordu. Seçilen konular da birbirinden ilginçti; sufrajetler (oy hakkı için kavga veren kadınlar); basın özgürlüğü, Manş Tüneli -1994 yılında açıldı- açılsın mı açılmasın mı gibi başlıklar vardı. Kızlar sık sık Londra'ya resim galerilerine, müzelere, Londra'nın önemli yenlerini gezmeye götürülüyorlardı. Opera dahil, kendileri tiyatro oyunlarını hazırlayıp şehrin yoksul semtlerindeki halka gösteriler yapıyorlardı. Musluklarından sıcak ve soğuk su akan banyosu olan, yatak odalarının pencerelerinden orman manzarası görülen konforlu bir mekândı. 1917 yılında okulun 51 kız öğrencisi vardı.
1800'lerden bugüne, özgün, karmaşık, tartışmalı hatta kavgalı bir süreç olarak yaşanan modernleşme tarihimiz üzerine derinlikli bir inceleme... Zürcher'in emeği, hem yeni bilgiler sunuyor okurlara hem de tutarlı bir yaklaşım. Üçüncü Selim'den, Zürcher'in tanımlamasıyla "Üçüncü Cumnuriyet"e, yani 1980 sonrasına.
(Tanıtım Bülteninden)
İstiklal Harbi Öncesi Vaziyet
Kasım 1918’de bir “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” Edirne’de ve aynı tarihlerde bir diğeri de Batı Trakya’da kuruldu. Bunları, kendi bölge örgütünü Aralık’ta kuran İzmir izledi. Doğudaki ilk örgüt Kars’ta (Kasım 1918’de) kurulmuştu, bunu Trabzon ve Erzurum’da (ilk hazırlıklardan sonra ikisi de Şubat 1919’da) kurulanlar izliyordu. Bir tane de Aralık ayında, Urfa’da kurulmuştu.
Birçok küçük örgüt vardı ve hepsi de benzer şekilde hareket ediyordu: Örgütün arkasındaki İttihatçılar genellikle, örgütün “ulusal” niteliğini vurgulamak ve geniş destek çekmek amacıyla, yerel eşraf ve din adamlarının (çok defa müftülerin) cemiyetin itibari başkanları olmalarına çalışıyorlardı. Sonra da, örgütün temsile dayanan niteliğini kanıtlamak için bir kongre düzenlemeye girişiyorlardı. Gerçekte bu kongrelere genellikle, İTC taşra örgütünün davetli, ama seçilmemiş memurları gidiyordu.
1918’in 28 Aralık’ı ile ve Müslüman niteliğini ve anayurtla birleşik kalma kararlılığını ilân edeceklerdi. Anadolu kentlerinde “Müdafaa-i Hukuk” örgütleri genellikle Müslüman toprak sahipleri ve tüccarlarından destek görüyordu. Bu kişilerin birçoğu, devlet ihaleleri yoluyla ve sürülmüş ya da göç etmiş Yunanlıların ve Ermenilerin topraklarını, taşınmazlarını ve işlerini, hemen hiçbir şey ödemeden devralmak suretiyle zenginleşmişti. Bu nedenle Yunanlıların ve Ermenilerin hak iddialarına karşı koymak için çok güçlü bir saikleri vardı. “Müdafaa-i Hukuk” topluluklarının önderleri genellikle yeraltı direnişine de iştirak ediyorlardı. Bu model, Kasım 1918 ile Haziran 1919 arasındaki yıllarda Anadolu ve Trakya’nın her tarafında görülebilir.
/../
Osmanlı ordusu yenilgiler, salgın hastalıklar ve firarlar yüzünden tükenmiş haldeydi, ama yine de bir varlığı vardı. Ordunun komuta yapısı henüz sağlamdı ve önde gelen subayların hemen hepsi –mesleklerinde geçen on yıl içinde yükselmiş olan Jön Türk subayları– yek vücut direnişi destekliyorlardı. Askerlerinin silah bırakmasını ve terhis olmalarını gizlice engellemişler ve bölgesel direniş örgütlerine gizlice silah ve mühimmat temin etmişlerdi. Öyle bile olsa, Anadolu’nun çoğunda ordunun gücü etkili değildi. Trakya, Boğazlar bölgesi ve tüm Batı Anadolu, 804 kilometrelik bir kıyı hattı boyunca dağılmış 35 bin civarında askere sahipti ve birçoğu İtilaf devletlerinin denetimindeki bölgelerde bulunuyorlardı. Düzenli ordu birlikleri öylesine zayıftı ki milliyetçiler Yunan işgalcilerine karşı direnmek için 1921’e kadar Türk ve Çerkes çetelerine bel bağlamak zorunda kalmışlardı. Bu çeteler sürekli akınlarla Yunan ordusuna hayli rahatsızlık verebilirlerdi ve verdiler de, buna rağmen bunlar tayin edici bir etken olamayabilirlerdi.
Türk aydını, kendi tarihinden koptuğu ölçüde aydındır
İlhan bir hatırasıyla giriyor bölüme: "Genç bir ozan hatırlıyorum. Yumruğunu göğsüne vura vura 'Ben, demişti, Türk olmak istemiyorum. Çevremde gördüğüm her şey kızgın bir demir dehşetiyle etime yapışıyor. Sanatımla ve duygulanma gücümle başka ve Batılı bir ortama aidim ben 1 ". Bu parçalanışın başka bir. milletin tarihinde benzerine rastlayamayız. Sadullah Paşa'nın Paris sergisindeki aptalca hayranhğıyla başlayan bir dramın son perdesi... Genç Osmanlılardan, genç sosyalistlere kadar bütün Türk aydınlan bir hıyanet psikozu içindedir.. Bu bir alınyazısı mı? Yani, haşin ve kaçınılmaz bir muayyeniyet mi söz konusudur? Elbette, imparatorluğun yükseliş devrinde aydın, toplumun herhangi bir ferdidir, zevkleri ile, zilletleri ile, mukaddesleri ile, acıları ile... Kadıdır, müftüdür, tahrirat kâtibidir vs. Toplumun herhangi bir ferdiyle aynı camide namaz kılar, aynı kahvede dinlenir, aynı sofrada yemek yer. Ne imtiyazı vardır, ne imtiyaz peşindedir. Tanzimattan sonra durum değişir. Aydın, kendi tarihinden koptuğu ölçüde aydındır; kendi tarihinden, yani kendi insanından. Batı'nın temsilcisi olduğu ölçüde aydın. Batı medeniyetine bağlanmak, deri değiştirmekle olmaz. Daha köklü, daha uzvî bir istihale gerek. Aydın, bu istihaleyi başardığı, yani ihanette muvaffak olduğu ölçüde benimsenir Batı tarafından. Padişah halktır. Gerçi, o da hastalığa yakalanmıştır, "frengi hastalığı" na, ama yine de halk. Babıâli, Reşit Paşa'dan itibaren Avrupa'yı temsil eder. Saraydan da, halktan da kopmuş bir bürokrasi. Aydın da bir bürokrattır; o da mütevazı bir temsilcisi bulunduğu içtimaî zümre gibi şöhret ve itibarını yeni efendilerine, yani Avrupa'ya borçludur.