Üstad Ali Ulvi Kurucu Hatıralar-1

Türü
Hatırat
Sayfa Sayısı
393
Baskı Tarihi
Kasım 2007
Yazılış Tarihi
1992
ISBN
9944-125-03-2
Baskı Sayısı
3
Basım Yeri
İzmir
Yayın Evi
Kaynak
Editörü
Şeref Yılmaz
Yazan: AHMED ŞAHİN Yazı Kaynağı: Zaman Gazetesi, Ailem Eki, Sayı: 228 Çileli bir devrin hikayesini Ali Ulvi Kurucu merhumun hatıralarından okumak büyük bir şans. Hayatını tamamen ilme adamış yüksek bir kâmet olan merhum Kurucu, hatıralarıyla da irşad vazifesini yerine getiriyor. Değerli araştırmacı arkadaşımız Mehmed Ertuğrul Düzdağ, büyük bir çalışma sonunda Üstad Ali Ulvi Kurucu’nun hayatını kendi dilinden kayda alarak kitap haline getirmiş, Kaynak Yayınları da bu eşsiz hatıraları iki cilt halinde basarak okuyucunun istifadesine sunmuş. Hatıraların, bir devrin gizli kalmış mühim olaylarına ayna tuttuğu kesin.

Kaynaktan Diğer Alıntılar

Başlık Altı Çizili Satır Sayfa Azalan sıralama
Kör Düğüm Celâl Okten Hoca rahmetli de Adnan Menderes Beyi severdi. Adnan Bey, Tevfik İleri'ye söylemiş: "Yazın tatil zamanı İstanbul'da bizim çocuklara Kur'an-ı Kerim öğretecek, din dersi verecek bir hoca isterim..." Araştırmışlar, Celâl Hoca münasiptir, demişler. Celâl Hoca anlatırdı: "Fatin Rüşdü'nün arabası gelir, beni evimden alır, Fatin Rüşdü'nün köşküne götürür, orada Adnan Beyin çocuklarını okuturdum." Celâl Hoca'ya Kayseri'de eski Demokrat mebusları ziyaret ettiğimi söylediğimde, Allah rahmet eylesin, bana, "Celâl Bayar'ı da ziyaret ettin mi?" diye sormuştu. "Hocam, içimden gelmedi." dedim. "Ben de olsam, ben de gitmezdim." dedi. Celâl Hoca şunları söylemişti: "Türk'ün imanının düşmanları, Celâl Bayar'ı, Adnan Beye ayakbağı olarak koymuşlardı... Biliyorlardı ki, bu millet bütün felâketlere, musibetlere rağmen, daima imanına aşina olan kimselere rey verecek, onları kazandıracaktır. "Bunun için, milletin sevdiği kimseler seçimle iktidara gelseler bile, bir iş yapamasınlar diye, hem onların arasına kendi adamlarım soktular hem de bir sürü engeller, kanunlar koydular. "27 Mayıs hükümet darbesinden sonra yapılan anayasalar, çıkarılan kanunlar hep, başa gelecek vatan evlâdı dindar insanların ayağına, eline, diline vurulan kilitler, zincirlerdir. "Milleti temsil eden birileri başa gelse bile, önlerinde kaç tane engel vardır: Anayasa Mahkemesi engeli, Danıştay engeli, Sayıştay engeli, daha bilmem neler... Tabii bunlar, kendileri gibi düşünen, millete ve dine aykırı hükümetlere karşı kullanılmaz... "Yahu şu kadar milletvekilinin, şu kadar senatörün ittifakla aldıkları bir kararı, bilmem ne mahkemesi bozacaksa, o kadar adamı seçmeye, meclisleri toplamaya ne lüzum var? Yahu bu memleket onların çiftliği mi? Maalesef bu işler, işte çözülmesi beklenen kör düğümlerdir..." Merhum Celâl Hoca böyle söylemişti, Allah rahmet eylesin... 288
İki Kalp Arapça belagattan "Cevher-i Meknûn" okutuyordu. Bu derse Türklerle beraber diğer talebeler de katılırdı. Çünkü İhsan Efendi, âlim olduğu kadar, dersi de çok güzel anlatan bir muallimdi. Talebenin dikkatli dilkkatsiz olanını hemen farkeder, uyandırıverirdi. "Şu bahis neydi bakalım?" diye soruverir, cevap veremediğimizde, "Çocuklar, Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'de: Mâ cealallâhu li-reculin min kalbeyni fî cevfihi, Allah bir kimseyi iki kalbli yaratmamıştır, buyuruyor. Ya buradasınız, ya değilsiniz. Burada iseniz konuşalım; değilseniz, kitabı kapatalım." deyiverirdi. 331
İlerici Bir Hoca Yine bir bayramdı. Arkadaşlarla hocanın evine gitmiştik. Yemeği yedik; sohbet başladı. Böyle günlerde öğleye kadar kalırdık. Memleket, millet meseleleri konuşuluyordu. Herkes düşündüğünü söylüyordu. Serbest bir konuşma idi. Aramızda, bizden yaşlı olmakla beraber tahsilde bulunan, sonradan Türkiye'de Diyanet'te vazife alan Hamdi Kasaboğlu da vardı. O serbestlik havası içinde, içinden geçenleri ortaya dökmekte bir mahzur görmemiş olmalı ki, biraz da şakaya vurdurarak, konuşmaya başladı: "İnşallah memlekete döndüğümde, öyle, 'şu haramdır, bu helâldir.' diye milleti perişan eden hocalardan olmayacağım. Bu hocalar milleti perişan ettiler. Millet ne yapacağım şaşırdı. Bilhassa 'Şapka haramdır.' diyenlere karşı, 'Bakın millet, ben iki şapka birden giyiyorum..." diyeceğim. Kasaboğlu'nun öyle yarı şaka yarı ciddi söylediği bu lâfları, İhsan Efendi, ciddiye aldı. O zamana kadar kendisinde görmediğimiz kadar kızarak, onun sözünü kesti. "Sus ulan, dangalak, sahtekâr!" diye bağırdı. Sonra şunları söyledi: Şakanın da bir haddi, bir sınırı, bir ölçüsü vardır. Bu şaka değil! Burada sana ağabey nazarıyla bakan çocuklar, genç talebeler var. Seni ağabey biliyorlar... İki şapkayı giyip de, memlekete ne kazandıracaksın? Türkiye'deki âlimler, Müslüman millet, seni tasvip edip alkışlayacaklar mı sanıyorsun? Senin yüzüne tükürecekler... Yahu sen memleketi ne zannediyorsun? Sen bu sözleri orada söyleyemezsin bile... Bu millet, dua almış, büyük millettir. Onun imanı böyle herzeleri kabul etmez. Millet başına geçenlerin hıyanetleri yüzünden şimdi şaşkın ve üzgündür. Bu günler geçecek. Millet uzun harplerden, kıtlıklardan çıktı. Biraz kendini toplasın, bak neler olur! Namık Kemal merhumun dediği gibi, Hakir olduysa millet şânına noksan gelir sanma Yere düşmekle cevher sakıt olmaz kadr ü kıymetten Bu millet de çabucak yerden kalkacak, eski şanlı günlerine dönecektir. İhsan Efendi, Kasaboğlu'nun sözlerini ciddiye alarak, hem ona, hem de bizlere iyi bir ders vermişti. Bu Kasaboğlu gibi birkaç tanesi, o zamanlar, artık gerçek mi, gösteriş mi bilmem, Kemalistlik davası güder, Mustafa Sabri Efendi'ye filân, bayramlaşmaya bile gelmezler, sık sık sefarethaneye koşarlardı... 355
"Rübâb-ı Şikeste" Şiirinden Başka yerde bulunamayacağı için bu son kısmı Ertuğrul Bey, Kadir Mısıroğlu Beyden fotokopisini aldığı ve "Mısır Daneleri" adını taşıyan, İbrahim Bey'in basılmamış divanından, ricam üzerine istinsah etti ve hatırata alındı: Ey mûsikî-i Şark, tesellîli zemzeme! Lağvın, dokundu doğrusu mecruh gönlüme. Ey mûsikî-i aşk, ey elhân-ı zâr-ı dil! Ey ruhlar içinde akan eşk-i selscbil! Ey Şark'ın en rakîk temeddün numunesi, Bağdâd'ın, Isfahan ve Bizans'ın teranesi! Meclislerinde şarkı, gazel vâye-dâr idi, Türk şi'rinin, hemen o muhalled kasâidi, Cânâna yalvaran tarab-âbâd güftedir, Sazında, şûh bir edebiyyât bestedir. Ey Lâle Devri'nin şeb-i sevdâ-penâhını, Bir ahd-i şevketin edebî intibahını, Târihe: Şal, ipek ve mücevherli haymeler, Fil dişli kasırlar kurarak, bir perî-eser Âlem içinde, sihr ile sermest eden sadâ, Sultanlar ettiler, seni tertîle i'tinâ... İslâm, eder seninle ibâdet, okur Ezan, Kur'an okur ki, şâiri Garb'ın da bir zaman, Gaşyoldu selsebîl-i deminden... Bu haleti, Görseydi, kahrolurdu muhakkak Piyer Loti. Lâkin nedir tabîate isyan, bu nağmeler, Hatta çobanların kavalından silinseler, Irmakta, dağda, kuşta... Sabâ'dan gürül gürül, Elhânı, Suzinak eserler duyar gönül. Şâir, bu hâli, sanki, görüp iptida demiş: "Bakî kalan bu kubbede, bir hoş-sadâ imiş!.." Şiirin altında 26 Kasım 1934 tarihi vardır. Baştan ikinci mısra için, İbrahim Bey şu dipnotu koymuştur: "Şark mûsikîsi yerine, Garp mûsikîsinin, devlet mûsikîsi olarak kabul edildiği ilân olundu." 356
Şehzade Aziz Efendi Bir keresinde, bayram ziyareti için, Mustafa Runyun ve Ali Yakup Beylerle birlikte, Sultan Abdülaziz'in torunu Şehzade Aziz Efendi'ye gitmiştik. Yağmurlu bir gündü. Öyle görülüyordu ki Aziz Efendi, tek fanilasını yıkamış, fakat kurumadığı için giyememişti. Gömlek düğmelerinin arasından teni görülüyordu. Kahve getirdi. Eski bir tepsi ve en ucuzundan fincanlara koymuştu. Kahve de ancak suyun rengini değiştirecek kadar katılmıştı. Şehzade, kahveleri utanarak verdi. "Aziz kardeşlerim, dedi; sizler benim evime değil gönlüme geldiğinizi biliyorum. Tepsinin, fincanların ve kahvenin kusuruna bakmazsınız. Siz benim hatırıma, ecdadımın hatırına geldiniz, sağolun..." Bunları söylerken gözlerinden yaşlar damlamaya başlamıştı. 369
Kartallar ve Tavuklar Akif Bey'in sevdiği muharrirlerden olan Mustafa Sâdıkur Râfiî'ye de, Taha Hüseyin gibi modernistler, demişler ki: "Üstad, siz çok yükseklerde uçuyorsunuz. Üslûp ve ifadenizi gençlik anlamıyor. Biraz okuyucunun seviyesine inseniz!" Üstad Râfıî'nin onlara bir cevabı var. Eminim Akif Bey de olsaydı, böyle söylerdi. Demiş ki: "Yahu, ben, yerlerde, topraklarda sürünen cemiyeti, biraz yükselsin, nefes alsın, ciğerlerine biraz temiz hava girsin diye, semalara, göklere çıkarmak istiyorum. Siz tavuklarla, kartalları bir tutmak, kartalları da tavukların yanına indirmek istiyorsunuz. Ben hepsini kartal yapmak istiyorum." 383
Kuşlar görüyorsun, kanadı var, uçması yok... Akif Bey'den duymuştum. Esterâbâdî'nin bir beyti var. Beytül kasîddir, mısra-ı bercestedir, hakkında cilder yazılsa, şerhi bitmez. Beyit şudur: Alimanra ilm hest ü nist Mürganra bal hest pervaz nist Bu Farsça beytin kısa manası şudur: "Âlimler görüyorsun, ilmi var, irfanı yok. Kuşlar görüyorsun, kanadı var, uçması yok..." Hayredlere sezadır ki, âlim görüyorsun, irfanı yok, derunî tarafı yok; ilmiyle âmil değil, ilmini hazmedip kendine hâl edinmemiş; dışı var içi yok; cismi var, ruhu yok... Cevheri yok, cihadı yok, gayesi yok, davası yok... 383
Akif ve Hâmid Birgün (Mehmet) Akif (Ersoy) Beyle konuşuyorduk. Kendisine sordum: "Efendim, kudret-i şairane itibariyle, (Abdülhak) Hâmid'le kendinizi nasıl bulursunuz?" Şöyle cevap vermişti: "Hâmid'le benim aramdaki fark şudur: Ben yükseldiğimde, Hâmid kadar yükselemem. Alçaklığımda da o kadar alçalamam..." 384
Bahçe Duvarından Okunan Şiir Meselâ, bu hürriyet sevdalılarından Süleyman Nazif de, en kuvvetli muhaliflerden iken ve Meşrutiyet'ten önce: İşte gülzâr-ı vatan mahv oldu istibdâd ile, Bizden istimdâd eder her zerre bir feryâd ile, Geçmesin, eyyamımız bî-hûde istimdâd ile, Pençeleşmek muktazî gaddar ile, bîdâd ile; Arkadaşlar, kan dökün, kan dökmenin eyyamıdır. diye Sultan Abdülhamid aleyhine, imzasız manzumeler neşredip, "Gizli Figanlar" diye Mısır'da bastırmışken; Meşrutiyet'ten sonra İttihat Terakki istibdadını, kavmiyetçilerin ayrılık davalarını ve memleketin mahva doğru gittiğini görünce, "Sultan Hamid'e Şarkı" yazıp yayınlamıştı: Pâdişâhım gelmemişken yâda biz, İşte geldik senden istimdada biz, Öldürürler başlasak feryada biz, Hasret olduk eski istibdada biz. Dembedem coşmakta fakr u ihtiyaç, Her ocak sönmüş ve susmuş, millet aç, Memleket matemde, öksüz taht u taç, Hasret olduk devr-i istibdada biz. Fakat artık olan olmuş, idare, bu milletin ve dininin düşmanı gizli ellere geçmişti. Yani denildiği gibi: Ba'de harabil Basra, Basra harap olduktan, iş işten geçtikten sonra... Ne gariptir ki bu söz Süleyman Nazif e gerçekten de uygun düşer. Çünkü kendisi Bağdad'daki son Osmanlı valilerinden birisidir ve Basra da o sırada elden çıkmıştı. Bir rivayete göre Süleyman Nazif, eski yaptıklarına ve yazdıklarına o kadar pişman olmuş ki bu şarkıyı yazıp yayınlamakla kalmamış; Sultan Abdülhamid'in de duymasını arzu etmiş. O sırada Sultan, Balkan Harbi'nde elimizden çıktığı için, sürgün olarak bulunduğu Selanik'ten getirilip Beylerbeyi köşküne kapatılmış imiş. Sultan'ın sabah namazlarını bahçede kıldığını öğrenen Süleyman Nazif, o sırada bahçe duvarının dışından birisine okutarak, bu şiirini Sultan'a da duyurmuş imiş... 389