İsrailli Yazar ve Tarih Profesörü Yuval Noah Harari’nin kaleme aldığı Hayvanlardan Tanrılara Sapiens, son yılların en çok ses getiren kitapları arasında yer alıyor. Başlangıçtan bugüne insanın tarihsel yolculuğunu ele alan eser, bugünü meydana getiren tüm koşulları fenni ve sosyal bilimler ışığında detaylandırıyor.
Devlet karşısında zayıflayan birey
Devlet ve piyasa, yabancılaşmış bireylerden oluşan bir topluma, güçlü aileler ve topluluklara göre çok daha kolay müdahale edebilir. Apartmandaki komşularıyla kapıcıya ne kadar ödemeleri gerektiği konusunda bile anlaşamayanlar devletlere nasıl direnebilirler?
Tabloda her şeyin bulanık göründüğü zamanlarda, hayatlarını kesinlik ve berraklığa adamış sosyal bilimciler genellikle susar ve taşların yerine oturmasını bekler. Zygmunt Bauman gibi kalburüstü düşünürler ise cesaretle belirsizliğe dalar ve bulduklarını, gördüklerini, hissettiklerini ortaya döker. İşte Küreselleşme böyle bir cüretin ürünü. XX.
Sibermekânın Tanrıları
Sibermekânda bedenlerin önemi yoktur, ama bedenlerin hayatında sibermekânın kesin ve vazgeçilmez bir önemi vardır. Sibermekân cennetinde verilen hükümlerin temyizi yoktur ve dünyadaki hiçbir şey bu hükümlerin doğruluğunu sorgulayamaz. Sibermekânın hikmetinden suâl olunmaz. Kararlarının gücünü arkalarına alan güçlülerin bedenleri ne güçlü bedenler olmak zorundadır ne de gerçek ağır silahlar kuşanmak ihtiyacındadır; dahası, Antheus’un aksine, güçlerini öne sürmek, temellendirmek ve açıkça göstermek için dünyadaki çevreleriyle bağa sahip olmaları da gerekmez. İhtiyaçları olan şey, şimdi sibermekâna nakledilmiş olduğu için toplumsal anlamından mahrum kalmış ve dolayısıyla sadece “fiziksel” bir alana indirgenmiş olan yerellikten yalıtılmaktır. Bu yalıtımın emniyetini sağlamak ise diğer bir ihtiyaçtır: “bir yöreye bağlı olmama” durumu; yerel müdahalelerden muafiyet; tam bir yalıtım; geçit vermez bir tecrit; kişilerin, evlerinin ve oyun alanlarının “güvenliği” olarak tercüme edilmektedir. Bu yüzden, gücün yersiz yurtsuzlaşması ile yurdun her zamankinden de katı bir şekilde yapılaştırılması el ele yürümektedir.
Tabloda her şeyin bulanık göründüğü zamanlarda, hayatlarını kesinlik ve berraklığa adamış sosyal bilimciler genellikle susar ve taşların yerine oturmasını bekler. Zygmunt Bauman gibi kalburüstü düşünürler ise cesaretle belirsizliğe dalar ve bulduklarını, gördüklerini, hissettiklerini ortaya döker. İşte Küreselleşme böyle bir cüretin ürünü. XX.
Çeşme başı artık yok
Musa dağlardan çıkıp geldi. Koltuğunun altında, dağların tepelerinden bile yukarıda olanın yazdırdığı, kendisinin de granite kazıdığı kuralları taşıyordu. Musa sadece bir ulaktı, halk -populus- ise alıcı... Çok sonra, İsa ve Muhammed de aynı ilkelere göre davrandılar. Bunlar, “piramitsel adalet”in klasik örnekleridir.
Ve sonra başka bir tablo: Çeşme başında, kuyu ağzında ya da nehir boyundaki doğal buluşma yerlerinde toplanan kadınlar... Su alınır, çamaşır yıkanır ve enformasyon ve fikir alışverişi yapılır. Konuşmaların başlangıç noktası genellikle somut eylemler, somut durumlar olacaktır. Bunlar tarif edilir, geçmişte ve başka yerde vuku bulan benzerleriyle kıyaslanır ve yanlış doğru, güzel çirkin, güçlü zayıf diye değerlendirilir. Vuku bulan olaylara ilişkin ortak bir anlayış her zaman olmasa da yavaş yavaş ortaya çıkabilir. Bu, normların yaratılması sürecidir. Bu, “eşitlikçi adalet’in klasik örneğidir...
Çeşme başı artık yok. Bir süre öncesine kadar, modernleştirilmiş ülkelerde, kirli çamaşırlarımızla gelip temizleriyle çıktığımız; jetonla işleyen otomatik çamaşır makinelerinin olduğu küçük dükkânlarımız vardı. Çamaşırlar yıkanırken bazı kısa konuşmalar oluyordu. Artık bu makineler de kalmadı... Büyük alışveriş merkezleri insanlara karşılaşma fırsatı verebilirdi; ama genellikle onlar da dikey adalet yaratamayacak kadar genişler.
Tanıdık yüzlere rastlayamayacağımız kadar büyük ve davranış standartları oluşturmak için gerekli muhabbetleri sürdüremeyeceğimiz kadar telaşlı ve kalabalıklar...
Ayrıca ekleyelim: Alışveriş merkezleri öyle düzenlenmiştir ki, insanlar sürekli etrafa bakarak, gözlerini sonsuz sayıda cazip maldan ayırmadan, ama hiçbirinin başında da fazla dikilmeden bir oraya bir buraya gidip gelirler; durup birbirleriyle iki çift laf etmelerine, birbirlerinin yüzüne bakmalarına, tezgâhta sergilenen nesneler dışında bir şey düşünmelerine, ölçüp biçmelerine ve tartışmalarına (vakitlerini ticari değeri olmayan şeylere harcamalarına) imkân yoktur.
Tabloda her şeyin bulanık göründüğü zamanlarda, hayatlarını kesinlik ve berraklığa adamış sosyal bilimciler genellikle susar ve taşların yerine oturmasını bekler. Zygmunt Bauman gibi kalburüstü düşünürler ise cesaretle belirsizliğe dalar ve bulduklarını, gördüklerini, hissettiklerini ortaya döker. İşte Küreselleşme böyle bir cüretin ürünü. XX.
Yeni Seçkinlerin Yurtsuzluğu
“Building Paranoia” [Paranoya İnşası/İnşaat Paranoyası] gibi her şeyi anlatan bir başlıkla yayımladığı bir çalışmada Steven Flusty, metropol bölgelerin yeni bir alanında çılgın bir inşaat ve nefes kesici bir yaratıcılık patlaması olduğundan söz eder: Bunlar, “yasak mekânlar”dır; “durdurmak ve püskürtmek ya da muhtemel kullanıcılarını süzgeçten geçirmek üzere tasarlanmış”lardır. Flusty, birbirine eklenerek büyüyen ve bir zamanlar ortaçağ şatolarını koruyan su dolu hendekler ve kulelerin yeni kentsel muadilini oluşturan böylesi mekânların birkaç çeşidini birbirinden ayırmak için parlak zekâsını kullanır; tam hedefini bulan, iğneleyici yaratıcı terimler ortaya atar. Bu çeşitlerden biri “kaygan mekân” yani “kıvrımlı, sonu gelmez ya da bulunması imkânsız yollarıyla, erişilemeyen mekân”dır; bir diğeri “dikenli mekân” yani “işi olmayanları temizlemek için duvarlara monte edilmiş su serpme başlıkları ya da oturmayı imkânsız hale getiren bir eğimle yapılmış çıkıntılarına kadar ince ayrıntılarla savunulan, rahat yerleşilemeyen mekân”dır; ya da “asabi mekân” yani “mekik dokuyan devriyeleri ve/veya güvenlik merkezine bilgi gönderen uzaktan kontrol teknolojileriyle etkin gözetim altında tutulmak suretiyle kuş uçurtulmayan mekânlar”dır. Bunlar ve diğer “yasak mekânlar” yeni yerellik üstü seçkin kesimin toplumsal yurtsuzluğunu, yerellikten maddi ya da bedensel yalıtılmışlığa dönüştürmekten başka bir amaca hizmet etmez. Yerel olarak temellenmiş birliktelik biçimlerinin ve ortak, komünal yaşamın dağılmasına son darbeyi vuran da böyle mekânlardır. Seçkinlerin yurtsuzluğu en somut biçimde sağlama bağlanmıştır; giriş kartı olmayan hiç kimse onlara erişemez.
Bunu tamamlayan bir gelişme de farklı yerleşim alanlarından gelen insanların yüz yüze görüşebildiği, tesadüfen karşılaşabildiği, birbirine dayılanıp kafa tutabildiği, konuşup, kavga edip tartıştığı ya da görüş birliğine vardığı, özel sorunlarını kamusal düzleme taşıdığı ve kamusal meseleleri de özel kaygılan haline getirdiği, (Comelius Castoriadis’in “özel/kamusal” agoralar dediği) kentsel mekânların sayı ve hacim olarak hızla küçülüyor olmasıdır. Kalan birkaç agora da giderek daha fazla seçici hale gelmekte; parçalayıcı güçlerin uyguladığı tazyikin verdiği zararı onarmaktan ziyade, onu kuvvetlendirmektedir.
../..
Seçkinler yalıtımı seçmiştir ve bu uğurda canı gönülden bol bol para öderler. Nüfusun geri kalanı ise tecrit edilmiş ve bu yeni yalıtılmışlığın ağır kültürel, psikolojik ve politik bedeliini ödemek zorunda bırakılmış halde bulur kendini. Ayrı yaşama konusunda tercih hakkında sahip olamayan ve bu yaşamın emniyet altına alınmasının maliyetini karşılayamayanlar, modern çağın ilk dönemlerindeki gettoların çağdaş benzerlerinde yaşamaya mahkûmdur; rızaları alınmadan etrafları “çitlerle çevrilir” daha dün herkesin olan odaklara adım atmaları yasaklanır, “özel mülk” ikaz işaretine dikkat etmeyerek ya da dile dökülmemiş olan, ama gene de hiç de daha az kararlı olmayan “geçmek yasaktır” imalarını ve ipuçlarını okumayarak yasak bölgeye girme gafletine düştüklerinde tutuklanır, kapı dışarı edilir ve ani, keskin bir şokla tanışırlar.
../..
Seçkinlerin bu yeni yurtsuzluğu baş döndürücü bir özgürlük hissi verirken, diğerlerinin yurt temelli oluşu evde değil, hapiste olma hissi vermektedir; ötekilerin hareket özgürlüğü bu kadar göze batarken yurt temeli olmak çok daha aşağılayıcıdır. “Çakılı kalma” canının istediği gibi hareket edememe ve yeşil çayırlara girmekten men edilme durumu yalnızca yenilginin nahoş kokusunu salmakla, insan olarak eksikli oluşun işaretlerini vermekle ve hayatın sunduğu güzelliklerin bölüşülmesinde aldatılmışlığı ima etmekle kalmaz. Yoksunluk daha derinlere iner. Yeni yüksek hız dünyasında “yerellik” bir zamanlar enformasyonun bir yerden bir yere sadece taşıyıcısı olan bedenlerle birlikte taşındığı zamanlardaki yerellik değildir; ne yerelliğin ne de yerel nüfusun “yerel cemaat”le ortak bir yanı kalmıştır artık. Seçkin kesimin peşinden kamusal mekânlar da (çeşitli tezahürleriyle meydanlar ve forumlar, gündemlerin belirlendiği, özel meselelerin kamusal hale getirildiği, kanaatlerin oluştuğu, sınandığı ve teyit edildiği, yargıların ve hükümlerin verildiği yerler [de]) yerel zincirlerinden boşanmıştır; bunlar, yurtsuzlaşan ve herhangi bir yerelliğin ve onun sakinlerinin salt “wetware” iletişim kapasitesi vasıtasıyla erişebileceği sınırların çok ötesine taşınan ilk mekânlar olmuştur. *Yerel nüfuslar, cemaatlerin sıcak yuvası olmaktan çıkmış, uçlan bir yere bağlı olmayan gevşek yumaklar haline gelmiştir.*
Tabloda her şeyin bulanık göründüğü zamanlarda, hayatlarını kesinlik ve berraklığa adamış sosyal bilimciler genellikle susar ve taşların yerine oturmasını bekler. Zygmunt Bauman gibi kalburüstü düşünürler ise cesaretle belirsizliğe dalar ve bulduklarını, gördüklerini, hissettiklerini ortaya döker. İşte Küreselleşme böyle bir cüretin ürünü. XX.
Siber âlem ve yeni elitler
Elektronikle desteklenen “sibermekân”da vücut bulan “yeni özgürlük”e düzülen ortak methiyede kaydedilen şey, bu yeni seçkinler için gücün —kadiri mutlaklık, fiziksellikten arınmışlık ve gerçeklik oluşturma gücü ile dünya ötesi oluşun garip, bir o kadar da korkunç karışımının— dünyevi olmayışı deneyimidir; Margaret Wertheim, “Hıristiyanlık’taki cennet anlayışı ile sibermekân arasında bir benzerlik” kurmuştur. Bu dikkate değer benzetimde Wertheim şöyle der:
"Nasıl ilk Hıristiyanlar cenneti maddi dünyanın kaosu ve kokuşmuşluğunun ötesinde, idealleştirilmiş bir âlem olarak hayal ettilerse —ki bu, çevrelerindeki imparatorluk unufak olurken fazlasıyla aşikâr bir çözülmeydi- bu toplumsal ve çevresel dağılma çağında, günümüz sibermekân misyonerleri de kendi âlemlerini maddi dünyanın sorunları “üzerinde” ve “ötesinde” bir yer olarak sunuyorlar. İlk Hıristiyanlar cenneti insan ruhunun bedenin zaaflarından ve yanılgılarından kurtulacağı bir âlem olarak tanıtırken, sibermekânın günümüz savunucuları ise sibermekânı benliğin fiziksel bedenin sınırlarından kurtulacağı bir yer olarak ayakta alkışlıyorlar."
Sibermekânda bedenlerin önemi yoktur, ama bedenlerin hayatında siber mekânın kesin ve vazgeçilmez bir önemi vardır. Siber mekân cennetinde verilen hükümlerin temyizi yoktur ve dünyadaki hiçbir şey bu hükümlerin doğruluğunu sorgulayamaz. Siber mekânın hikmetinden sual olunmaz kararlarının gücünü arkalarına alan güçlülerin bedenleri ne güçlü bedenler olmak zorundadır ne de gerçek ağır silahlar kuşanmak ihtiyacındadır; dahası, Antheus’un aksine, güçlerini öne sürmek, temellendirmek ve açıkça göstermek için dünyadaki çevreleriyle bağa sahip olmaları da gerekmez. İhtiyaçları olan şey, şimdi siber mekâna nakledilmiş olduğu için toplumsal anlamından mahrum kalmış ve dolayısıyla sadece “fiziksel” bir alana indirgenmiş olan yerellikten yalıtılmaktır. Bu yalıtımın emniyetini sağlamak ise diğer bir ihtiyaçtır: “bir yöreye bağlı olmama” durumu; yerel müdahalelerden muafiyet; tam bir yalıtım; geçit vermez bir tecrit; kişilerin, evlerinin ve oyun alanlarının “güvenliği” olarak tercüme edilmektedir. Bu yüzden, gücün yersiz yurtsuzlaşması ile yurdun her zamankinden de katı bir şekilde yapılaştırılması el ele yürümektedir.
"Ne var ki, kapitalizmi bu denli yıkıcı kılan akıldışı büyüme zorlamasını neyin açığa çıkardığı sorusu yanıtsız kalmaktadır. Kapitalizmi kör bir sermaye birikimine zorlayan şey nedir? Burada ölüm gündeme gelir. Kapitalizm ölümün olumsuzlanmasına dayanıyor. Sermaye mutlak bir kayıp olan ölüme karşı biriktirilmektedir. Üretim ve büyüme zorlamasını meydana getiren şey ölümdür."
Büyüme
Günümüzde büyüme dediğimiz şey, aslında kanseri andıran, nereye gittiği belli olmayan hızlı bir çoğalma. Halihazırda ölüm esrikliği etkisi bırakan bir üretim ve büyüme esrikliği [Wachstumsrausch] yaşıyoruz. Ölümcül bir felaketin yaklaştığını örten bir canlılık yanılsaması yaratıyor bu esriklik. Üretim giderek daha fazla yıkıma benziyor. İnsanlığın kendine yabancılaşması belli bir raddeye, kendi imhasını ona estetik bir haz gibi yaşatma raddesine ulaştı muhtemelen. Walter Benjamin'in, zamanında faşizm hak kında söyledikleri bugün kapitalizm için geçerli.
İsrailli Yazar ve Tarih Profesörü Yuval Noah Harari’nin kaleme aldığı Hayvanlardan Tanrılara Sapiens, son yılların en çok ses getiren kitapları arasında yer alıyor. Başlangıçtan bugüne insanın tarihsel yolculuğunu ele alan eser, bugünü meydana getiren tüm koşulları fenni ve sosyal bilimler ışığında detaylandırıyor.
Ailenin ve cemaatin çöküşü
Sanayi Devrimi insan toplumlarında pek çok büyük değişikliğe yol açtı. Endüstriyel zamanlamaya uyarlanmak bunlardan sadece biridir. Diğer önemli örnekler arasında şehirleşme, köylülüğün ortadan kalkması, proleteryanın yükselişi, bireyin güçlenmesi, demokratikleşme, gençlik kültürü ve ataerkilliğin güçsüzleşmesi sayılabilir. Bütün bu değişimler, insanlığın başına gelmiş en ciddi toplumsal devrim karşısında bir hiçtir: Ailenin ve topluluğun çöküşü, yerine devletin ve piyasanın geçmesi.
Lübnan & Fransa ortak yapımı dram filmi, Lübnanlı bir çocuk olan Zain'in hikayesini anlatıyor. Film, Zain'in sıradan bir küçük çocuktan, kendisini istismar eden ailesine baş kaldırıp kaçan, zekası ve pratikliği ile sokaklardaki yaşam savaşından galip çıkan ve kendisine yapılan haksızlığın karşısında dimdik duran, 12 yaşındaki genç bir delikanlıya dönüşümünü gözler önüne seriyor. Bu süreçte Zain hayat mücadelesi veriyor, Etiyopyalı mülteci Rahil ve onun bebeği Yonas'a göz kulak oluyor, şiddet suçundan hapse giriyor ve en sonunda mahkemede adalet arıyor. Nadine Labaki'nin yönetmenliğini üstlendiği Kefernahum filminde başrolü, Zain Al Rafeea üstleniyor. Filmin senaryosunda ise yönetmenle birlikte Michelle Keserwany ve Jihad Hojeily'nin imzası var. Prömiyerini Cannes Film Festivali'nde gerçekleştiren film, Toronto, Melbourne, Saraybosna, Zürih, Busan, Londra ve Stockholm gibi uluslararası festivalleri dolaştı. Cannes'dan 3 ödülle dönen film Altın Palmiye ödülü için de adaylık sahibiydi.
Kaynak: https://www.beyazperde.com/filmler/film-251090/
Günümüzün yaşayan en önemli düşünürlerinden biri sayılan Manuel Castells, üç ciltlik dev eserinde, yeryüzündeki kültürlerin ve kurumların çeşitliliğine bağlı olarak ortaya çıkan ve çok farklı biçimlerde tezahür eden yeni toplumsal yapının oluşumunu inceliyor. Castells bu yapının biçimlenmesini, 20. yüzyılın sonlarına doğru kapitalist üretimin yeniden yapılanmasıyla kendini gösteren yeni bir kalkınma biçiminin ve bu anlamda enformasyonilzmin ortaya çıkışıyla ilişkilendirmektedir.
Yapmak - Olmak
Toplumsal değişimler de, teknolojik ve ekonomik dönüşümler kadar büyük. Kadınların içinde bulunduğu koşulların dönüştürülmesi sürecindeki tüm güçlüklere karşın, ataerkillik bazı toplumlarda saldırı ya uğradı ve sarsıldı. Böylece dünyanın büyük bir bölümünde cinsiyet ilişkileri, kültürel yeniden üretime dönük bir alan olmaktan çıkıp bir mücadele alanı haline geldi. Bunu kadınlarla, erkekler ve çocuklar arasındaki ilişkilerin, dolayısıyla aile, cinsellik ve kişiliğin temelden yeniden tanımlanması izledi. Çevre bilinci toplumun kurumlarına nüfuz ederken, çevreyle ilgili değerler şirketlerin ve bürokrasilerin gündelik pratikleriyle ihanete uğramak ve manipüle edilmek pahasına siyasi bir cazibe kazanmakta. Siyasi sistemler yapısal bir meşruiyet krizi içindeler, dönem dönem skandallarla sarsılıyorlar, temelde medyanın onlara gösterdiği ilgiye ve kişisel liderliğe bağımlılar ve giderek yurttaşlardan kendilerini yalıtıyorlar. Toplumsal meseleler ya kendi iç dünyalarına kapanarak ya da sadece bir anlığına bir medya sembolünün etrafında parlayıvermesiyle parçalı hale gelme, yerelleşme, tek bir meseleye odaklanma, gelip geçici olma eğilimi içindeler. Böyle kontrolsüz, kafa karış tırıcı bir değişim dünyasında, insanlar, aslî, yani dini, etnik, ülkesel, ulusal kimlikleri etrafında yeniden gruplanmaya meyilli. Bu zor zamanlarda kişisel güvenliği, kolektif seferberliği sağlamaya yönelen en dehşet verici güçse, muhtemelen dini köktencilik (Hıristiyan, İslamcı, Yahudi ve hattâ Budist - terimsel bir çelişki gibi görünse de). Servet, güç, imge akışının küresel olduğu bir dünyada, kolektif ya da bireysel, atfedilmiş ya da inşa edilmiş bir kimlik arayışı, toplumsal anlamın temel kaynağı haline geliyor. Bu, hiç de yeni bir eğilim değil; çünkü insan toplumunun doğuşundan beri, anlamın kökleri kimliğe, özellikle de dini ve etnik kimliğe dayalı olmuştur. Fakat şu var ki, kimlik, hemen her yerde örgüt yapılarının çözülmesi, kurumların meşruiyetini yitirmesi, büyük toplumsal hareketlerin silinip gitmesi, kültürel ifadelerin gelip geçici olması gibi özellikleriyle öne çıkan tarihsel bir dönemde, anlamın aslî, hattâ bazen temel kaynağı haline geliyor, insanlar giderek anlamlarını ne yaptıkları etrafında değil, ne oldukları ya da olduklarına inandıkları etrafında örgütlüyor. Bu arada, diğer taraftan değiş tokuş aracı olan küresel ağlar, seçici bir tutumla, durmak bilmeyen bir stratejik kararlar akışı içinde, ağ dahilinde belirlenen hedeflerin gerçekleştirilmesiyle ilgilerini değerlendirerek bireyler, gruplar, bölgeler hattâ ülkelere kapılarını açıyor ya da kapatıyor. Akabinde, soyut, evrensel bir araçsalcılık ile tarihsel bakımdan köklü, zata mahsus kimlikler arasında temel bir bö lünme ortaya çıkıyor. Toplumlarımız giderek Ağ ile benlik arasındaki çift kutuplu bir karşıtlık etraftnda yapılanıyor.
İşlev ile anlam arasındaki bu yapısal şizofreni durumunda, toplumsal iletişim şablonları da hızla baskı altına giriyor. İletişim kopunca, çatışma ihtiva eden bir iletişim olarak (toplumsal mücadeleler ya da siyasi muhalefet biçiminde olduğu gibi) dahi varlığını sürdüremediğinde toplumsal gruplar ve bireyler birbirlerine yabancılaşıyor, ötekini bir yabancı, nihayetinde bir tehdit olarak görmeye başlıyor. Bu süreçte, kimlikler daha özgül, paylaşması güç hale gelirken toplumsal par çalanma da yayılıyor. Bilgi toplumu aynı zamanda, Aum Shinrikyo’nun, Amerikan milislerinin, İslami/Hıristiyan teokratik tutkularının, Hutular ile Tutsilerin karşılıklı soykırımının da dünyası.
Tarihsel değişimin çapı ve ölçeği karşısında sersemleyen zamanımızın kültürü ve düşünme biçimi, sıklıkla yeni bir binyılcılığı kucaklıyor. Teknoloji peygamberleri, toplumsal eğilimler ve örgütlenmeye, bilgisayarlar ve DNA’nın nadiren anlaşılan mantığını yükleyerek yeni bir çağı vazediyor. Postmodern kültür ve teori kendini, tarihin sonunu, hattâ bir ölçüde aklın sonunu kutlamaya; anlama, anlamlandırma, hattâ saçmalama kapasitemizden vazgeçmeye kaptırmış durumda. Örtülü varsayımsa, davranışın tümüyle bireyselleşmesinin, toplumun kendi kaderi üzerindeki güçsüzlüğünün kabulü.
Ben Jack’tan korkuyorum
Domuzcuk, “Ben Jack’tan korkuyorum” dedi. “Onun için Jack’ı iyi biliyorum. Birinden korkunca ondan nefret edersiniz ama boyuna da düşünüp durursunuz onu. Kendi kendinizi aldatırsınız; aslında kötü değildir dersiniz. Ama onu görünce, tıpkı nefes darlığına tutulmuş gibi olursunuz, soluk alamazsınız.