Abdullah Dağıstanî gönderdi...
Bu garip adam gözlerini dosdoğru yüzüme dikmişti. Hoş bir siması vardı, gözleri nemli ve ışıl ışıldı. (...)Bu adam, hiç tanımadığım, daha önce hiç görmediğim bu yabancı benim için gerçek bir manevî yoldaş oluvermişti. Onun varlığı onca umutlarımı haklı çıkarmaya yetiyordu. Sözü alarak konuşmaya başladı:
"Beni sana manevî üstadım şeyh Nun Kıbrısî'nin Şeyhi, Şeyh-i Ekber Abdullah Dağıstanî gönderdi. Şeyh-i Ekber halen ahirette olduğu için, kendisi hakkında daha çok bilgi edinmek istersen Şeyh Nun ile temas kurmanı tavsiye ederim. Şeyh-i Ekber bana aradığın Şeyhi ve ayrıca diğer aradıklarını da bulacağını söyledi."
Ağlıyordum. O konuştukça ben ağlıyordum. Bana bir çok şey anlattı. Allah'tan, Resulullâh Muhammed aleyhissalâtü-vesselâmdan, bütün peygamberlerin (aleyhimüsselam) kardeş oluşundan, İslâm'ın Allah'a teslimiyet yolu olmasından ve hak aşıklarının arayışça ikiye ayrılışından, kendisinden 'Ehl-i Zahir' dediği, daha çok ritüeller ve biçimlerde kalıp sadece zahirî olanı arayanlar ve ritüellerden ve biçimlerden geçip mânâ okyanusuna varmak isteyenlerden, yani 'Ehl-i Bâtın'dan- sözetti.
En güzel müslümanlar...
İlk turlarımız sırasında Türkiye'den gelen bir adamla tanıştık:
"Burada konuşman gereken biri var," dedi İbrahim, "Bu kardeşe çok dikkat et, çünkü sana Sufî diliyle konuşabilir.(..)
Bu karmaşık uyarıdan sonra, İbrahim kalkıp gitti. Orada kalıp, bir süre söylediklerinin anlamını çözme çabasıyla kendi içime daldım. Kimi büyük Sufîlerin eserlerini okumuş ve bunların güzelliğinden ve derinliğinden hayli etkilenmiştim. En güzel müslümanları hep onlar arasında görmüş ve gizliden gizliye hep onların safına katılabileceğimi ummuştum.
Ne mutlu bize!
O yapışkan örümcek ağı. Gitar sesi, dudak boyası ve mikrofon. Ses seslikten, dudak dudaklıktan çıkmalıdır. Fitne vücuda adım adım yayılmalıdır. Toprağın üzeri asfaltla kaplanmalı, insanlar arabalara binmeli, ayakları yerden kesilmelidir. Sebzelere sun'î gübre verilmeli, tüpte çocuk üretilmelidir. Yeryüzü devasa bir tiyatro sahnesidir, herkes rolünü ezberlemeli.
- Siz hangi rolde oynuyorsunuz?
- Ben alçak rolündeyim.
- Ya siz?
- Aldatılmış koca.
- Peki sizin rolünüz nedir?
- Para yiyorum, küçük bir rol, ama mühim dedi rejisör.
- Aranızda Allah korkusu duyan var mı? Hep bir ağızdan ve çığlık çığlığa:
- Onu unuttuk. Ne mutlu bize onu unuttuk...
-Peki size bir şey sormak istiyorum.
Buyurun
- Haram ne demek?
Kör kuyuya taş atmıştı. Adamın yüzü aniden duvar. Sesinde mütereddit bir ton bulunmamasına özellikle dikkat ederek;
- Ben ateistim Engin Bey.
Acaba bu cevap "uygun" düştü mü diye duyulan tedirginlik.
- Peki insan ateist olunca kavunun tadı değişiyor mu?
Sükût.
Harama batmamış bir belde?
- Kazandığın her şeyden vazgeç. Bırak onları.
.................
- Tövbe et.
- Nereden çıkarıyorsun şimdi bunları Süheyla. Biliyorsun ben yoksul bir ailenin çocuğuyum. Yıllarca didindim, bir yere geldim. Benden bunları isteme.
- Harama batmışsın. Mülevves bir ortamda çırpınıp duruyorsun.
- Peki tutalım ki sen haklısın. Ne olacak o zaman?
- Hayatımızı birleştiririz.
- Evet..
- Harama batmamış bir beldeye, hicret ederiz.
...............
- Hadi ne olur niyet et, içindeki ürpertiye kulak ver, hadi yalvarıyorum.
...............
- Bana bak, yüzüme bak, sana teslim olacağım. Seninle birlikte Hakk'a teslim olacağız.
...............
- Engin. Heyyy.. Yoksul ve temiz çocuk. Sana sesleniyorum.
...............
Miniminnacık bir yalnızlık daha..
Mesela dün saç tokalarımdan birini kaybettim. Bir süre telaşla arandım durdum. Odadan odaya, dolaptan dolaba gidip geliyorum.
Aman Allahım!..
Ne kadar çok saç tokam varmış benim.
Benim ne kadar çok el çantam, kol çantam varmış.
Bunların içinde, üzerinde küçük mavi-pembe mineli çiçekleri olan saç tokam kayboluvermiş.
Nedense ona pek önem verirmişim.
İşte bu küçük eşyanın beni yalnız bıraktığı gün. Onun benden, benim ondan kurtulduğum gün, böylesine miniminnacık bir yalnızlık daha edinmiş oldum. Kim bilir içinde daha nice saç tokaları, nice el-kol çantaları çöreklenmiş yatıyor.
Müslüman oldum!
Ne zaman ki sokakta bir eski okul veya iş arkadaşına raslıyordu. Yerlere kadar uzanan geniş mantosu, alnını çevreleyen uzun başörtüsü ile gülerek yaklaşıyor, muhatabının şaşıran ve irileşen gözlerinin ta içerisine kadar keyifle bakıyordu.
- A.. Aaa.. Süheyla sen misin? Gözlerime inanamıyorum. Kız bu ne hal?
- Müslüman oldum!..
Kına ve limonlu çay ile ilgili olmayan şeyler..
İnsanların kadın-erkek öyle uluorta birarada oturamadıkları, yani haramın helalin açık seçik bilindiği bir yere, bir ikametgaha girmemişsin. Başını başörtüsü veya şal, ne bileyim şapka ile örtmek gibi bir şey değil bu. Hem sonra sadece başla, vücutla ilgili değil. İnanmakla ilgili doğrudan doğruya. Yani nasıl şu saksıda belli belirsiz seçilen çiçeğin Begonya olduğunu biliyorsun. İsterse karanlıkta olsun veya sen istersen bu evde bulunma da başka bir yerde bulun hep orada, o sedirle sehpa arasında bir Begonya'nın bulunduğunu biliyorsun onun gibi. Açık, aşikar.
Saçının bir tek teli bu açıdan kıymetli. Bunun için sana saç üzerine Framcolor, ne bileyim Blendaks, kına veya limonlu çay ile ilgili olmayan şeyler söylüyorum!..
Türü
Roman
Sayfa Sayısı
277
Baskı Tarihi
Ocak 2010
ISBN
978-975-289-670-3
Baskı Sayısı
0. Baskı
Ece Temelkuran, kalplerin yağmalandığı yerden anlatıyor hikâyesini; Ortadoğu'dan. Bizden alıp döküntülerini iade ettikleri hikâyelerimizi geri almak için… Aşklarımızı, acılarımızı, haysiyetimizi… Yağmalandıkça kapattığın kalbini aç şimdi. Çünkü bu senin hikâyen. Sen de Ortadoğulusun!
Biri olmamanın konforu insanı çok çabuk soysuzlaştırır
Sırtını pervaza dayandı Bayan Trablousi:
"İki yıldır size söylemek istediğim bir şey var Bayan Öztürk. Nasılsa beni terk edeceğinize göre...İki yıldır size bakıyorum ve şunu görüyorum. Siz, akarken çarpacağı taşlardan korkan bir su gibisiniz. Ortadoğu çalışıyorsunuz ama Ortadoğu'ya gitmiyorsunuz. İslami hareketler çalışıyorsunuz ama kafanız karışmıyor. Yoksulluk çalışıyorsunuz ama öfkelenmiyorsunuz! Siz niye bu kadar Batılıymış gibi yapıyorsunuz Bayan Öztürk? Yabancıymış gibi? Esas şunu söyleyin bana, bu tezi siz niye yapıyorsunuz?"
Trabloussi'nin yanına oturdu Deniz. Yırtıcı bir annenin memesini emen yırtıcı bir yavru gibi sokuldu Trablousi'ye.
"Bayan Öztürk...Size Deniz diyeceğim. Deniz siz bir melezsiniz. Doğu ile Batı'nın tam ortasından gelen bir melez. Melezlik bir imkan gibi görünüyor ama bir engeldir aslında. Biri olmamanın konforu insanı çok çabuk soysuzlaştırıyor. Siz dünyanın o tarafından gelmiş olmayı unutmaya çalışıyorsunuz sanki?"
Deniz başını salladı sadece...
[...]
Türü
Roman
Sayfa Sayısı
277
Baskı Tarihi
Ocak 2010
ISBN
978-975-289-670-3
Baskı Sayısı
0. Baskı
Ece Temelkuran, kalplerin yağmalandığı yerden anlatıyor hikâyesini; Ortadoğu'dan. Bizden alıp döküntülerini iade ettikleri hikâyelerimizi geri almak için… Aşklarımızı, acılarımızı, haysiyetimizi… Yağmalandıkça kapattığın kalbini aç şimdi. Çünkü bu senin hikâyen. Sen de Ortadoğulusun!
Portakal Ağacı
Aylardan nisandı. Beyrut portakal çiçeği kokuyordu. Koku o kadar güçlüydü ki kampa kadar geliyordu. Ve annen - hakikaten o dönemde aklını yitirmişti sanırım- bana bile haber vermeden kamptan çıkıp tek başına bu portakal ağaçlarını görmeye gitmiş. Döndüğünde ona ne kadar kızdığım da umurunda değildi, onu ne kadar merak ettiğim de... Son derece kararlı bir biçimde şöyle söyledi:
"Portakal ağaçları dikmemiz gerekiyor!"
"Niye gerekiyormuş habibti?" diye bağırdım, "Burada insanlar için bile yer yok, ne ağacı?!"
"Portakal ağacı dikmeliyiz" dedi, "Çünkü bir çocuk doğuracağım ve karnım büyürken güzel bir şeye bakmak istiyorum."