yazı

Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
231
ISBN
978-975-342-183-6
Baskı Sayısı
0. Baskı
Yayın Evi
Metis Yayınları
İlk kez 1985 yılında yayımlanan Gece 1991 yılında Pegasus Edebiyat Ödülü'nü aldı. Çeşitli dillere çevrilen ve yayımlanan Gece için Akşit Göktürk'ün "Sunuş"unu okuyabilirsiniz.

Daha düne dek

‘Daha düne dek…’ diyebilirim, öylesine yakın bir geçmişten söz ediyorum çünkü; daha düne dek (bu defterleri doldurmağa başladığım sıralarda bile) yapılan edilen her şeyin, yazılan her yazının, yaşanan her günün, bir duvar gibi, bir kumaş –hem de en incesinden, en ustalıklısından bir kumaş- gibi, özenle, kusursuz, her karışı her karışına, her taşı, her atkısı, her taşına, her çözgüsüne sıkı sıkıya bağlı bir duvar örer, bir kumaş dokur gibi yapılması, yazılması, yaşanması gerektiğine inanıyordum. Ölümlü bir dünyada insan çabasının en büyük başarısı, ölüm diye bir şey hiç yokmuş gibi davranarak, ölüme meydan okuyarak kurmak, örmek, kendi payına düşeni yapıp sonrakilere bırakmaktır diyordum… Yanılıp yanılmadığımı bilecek durumda değilim ama şimdi bu kumaşın yırtıldığını, çözgülerin kaydığını sanıyorum; duvar çatlamağa başladı. Elimi attığımda taşlar, iplikler elimde kalıyor. Bu taşları yeniden tutturmak, bu iplik uçlarını birbirine bağlamak, gücümü aşan bir şey gibi mi görünüyor? Değil. Ama, kesinlikle boş bir iş gibi görünüyor. Yapmağa değmez, uğraşılmaz bir iş… Defterimin bu son sayfalarını doldururken artık açıklamalar, bağlantı kurmalar, süreklilikler, etkili olabilecek tümceler de boş işlerden görünüyor. Düzensiz (daha doğrusu, insan kafasınca bir düzenin dışında kalan) bir dünyaya, düzen getirmekte, bir düzen getirilmiş gibi aldatıcı bir duygu yaratmakta, yazıyı bir araç (ya da aracı) diye görmekten vazgeçmemiz gerekiyor galiba. Yazı yazmak, konuşmak, etmek eylemek, bizleri, bu (yadırgayıp durmaktan öteye geçemediğimiz) düzen yokluğuna alıştırmayacaktır.

Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
324
Baskı Tarihi
1999
Baskı Sayısı
2. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Ötüken
Bir sanat eseri, yaratıldığı devre göre ve o devrin hassasiyetini, zevkini ve anlayışını en iyi ifade ettiği için mi değer kazanır? Yoksa o devri aşan, her zaman için taze, hatta her zaman yeni güzelikleri keşfedilen ebedi değerlere mi sahiptir? Başka ve daha kestirme bir deyimle, bir eserin, bilhassa bir şaheserin değeri "tarihi" midir, "ebedi" mi? Batıda bu mesele çok münakaşa edilmiştir. Geçen asrın büyük Fransız tarihçisi ve filozofu Ernest Renan "İlmin Geleceği" adlı meşhur eserinde tarihi görüşü savunur. "Mutlak bir hayranlık daima sathidir.

Nesirde Konuşur Gibilik

Türk Düşüncesi, 1 Temmuz 1954 Bir edebiyat soysuzlaşmaya yüz tuttuğu zaman ona birtakım belâ-fikirler musallat olur. Genç Kalemler'den beri Türk şiirine, bilhassa Türk nesrine dadanan sırnaşık fikirlerden biri de, gitgide bir engel inanç halini alan şu yanlış ilkedir. Yazı dili konuşma diline yaklaştığı nisbette gelişir. Genç Kalemciler ve ondan sonraki Türkçülük ve sadelik hareketleri, Osmanlıca'nın Türkçeleşmesi imkânlarını yazı dilinin halk ve konuşma diline yaklaşmasında aramışlar, dile ve edebiyata ait iki ayrı hâdiseyi birbirine karıştırmışlardır. Bir dilin yabancı sözlerden temizlenmesi halk diline dönmekle mümkün olamaz. Çünkü umumiyetle konuşma dili, insanla tabiat ve eşya arasındaki : maddî ve kaba münasebet çerçevesi içinde kalır. Bu, günlük ve amelî hayatın dilidir. Edebî veya ilmî yazı dilindeki birçok mücerred (soyut) kavramlar halk ve konuşma dilinde yoktur. Meselâ "hâdise, alâka, münasebet, müşahhas, mücerret, tekâmül, inkılâp..." gibi daha binlerce söz konuşma veya halk dilinde olmadığı için bunlara "olay, ilgi, somut, soyut, evrim, devrim..." gibi türetme yoluyla elde edilmiş yeni karşılıklar aranmıştır. Böyle yine halk dilinden ayrı bir ilim argosu kurulmak yoluna gidilmektedir. Halk için bir "somut" kelimesi bir "müşahhas"tan daha az yabancı değildir. Çünkü halk zekâsı ikisinin de mânâsını kavrayacak seviyeden mahrumdur. Türkiye'de yarım yüzyıldan beri gelişen "halka doğru" akımı, halka doğru gitmenin seviyesizliğe, dil ve düşünce fakirliğine, yavanlığa ve âdiliğe doğru gitmek olduğunu anlayamadı. Bütün medenî diler ortak dilden uzman diline doğru, konuşma dilinde olmayan yeni terimlerle alabildiğine zenginleşirken, son yarım yüzyılın Türkçe'si ve bilhassa yazı dili ortak dilin fakir söz hazinesi içinde kalmaya doğru yöneldi. Zamanında köylünün üç yüz kelime ile konuştuğu, Shakespeare'in eserlerinde otuz bin kelime sayılmıştır. Dünyanın herhangi bir yazarı halk dilinin dar söz hazinesi içinde kalmaya razı olsaydı edebiyat tarihi çocukça düşünce ve heyecanların iptidaî ifade tarihinden ibaret kalacaktı. Dünyaca tanınmış yazarların hepsi, halk dilini aştıkları ve günlük ifade imkânlarına yeni imkânlar katan nüansları dile getirmeğe muvaffak oldukları nisbette şöhret ve otorite kazanmışlardır. Yarım yüzyıldan beri şiirimize ve nesrimize musallat olan konuşur gibilik son yıllarda bir salgın halindedir. En ciddî yazılara bir dedikodu, sohbet ve yârenlik üslûbu da-danmıştır. Âdiliğin bu derecesine Batının kaba mizah ve eğlence gazetelerinde bile rastlamak mümkün değildir. Edebiyat öğretmen ve profesörleri, lise ve üniversite gençliğinin söz hazinesindeki darlık ve fukaralıktan yanıp yakınmaktadır. Türkçe'deki birçok Arapça ve Farsça sözlerin mânâsını anlamayan bu nesil, Türkçe'si olmayan bu soyut kavramlardan mahrum, günlük dilin kaba ve mahdut vokabüleri içinde bütün düşüncelerini ve ruh hallerini ifade etmek zorunda kaldıkları için amatör san'at sahi-felerinde ve dergilerde görülen o lâubali ve yavan üslûp alıp yürüyor. Edebî ortaklık seviyesi o kadar düşüyor ki, ben bile meram anlatabilmek için arada bir tiksindiğim beylik halk deyimlerine, hattâ külhanbeyi argosuna başvurmak zorunda kalıyorum. İfade edilen fikrin veya ruh halinin kendine has değerinin dışında, iyi bir nesrin vasıflarını tâyin etmek lâzım gelirse, mümkün olduğu kadar az hatâya düşmek şansı içinde, şu prensipler ileriye sürülebilir: 1. Tekrarlardan (fazla kelime ve cümlelerden) kaçınmak, (ne bir kelime eksik, ne bir kelime fazla) sağlam bir ifadenin ana prensibidir. 2.Halk tâbirlerinden, atasözlerinden, beylik ifade şekillerinden, basmakalıp üslûbdan kaçmak. 3.Âdilikten kaçarken yapmacığa düşmemek. 4.Kuvveti kendi kendine yeten bir düşünceyi veya ruh hâlini imajlarla (teşbih, istiâre vesâir edebî san'atlarla) desteklemekten kaçınmak. 5.Mânâyı en sâde şekline ircâ ederken basitliğe düşmemek. 6.Yazının inceliklerini anlaşılır olmasına feda etmemek. 7.Basit mânâyı karışık ve karışık mânâyı basit şekilde ifade etmekten kaçınmak. 8.Mânâya en uygun kelimeyi bulmak. 9.Kelimelerin sesleriyle mânâları arasındaki münasebeti gözden kaçırmamak. 10.Fakat mânâ inceliklerini âhenge feda etmemek. 11.Bir cümle yapısiyle o cümleyi yüksek sesle okuyanın teneffüs ritmi arasındaki münasebeti gözden kaçırmamak (içimizden okuduğumuz yazılarda da bu münasebetin değeri aynıdır.) 12.Fakat mânâya ait derinlikleri bu münasebete feda etmemek. Bu prensiplerden bâzıları onlardan daha üstün değerlere feda edilebilir. Yazının şahsîliğini ve orijinalliğini vücuda getiren de, her muharririn kendine has bir değer sistemine sahip olmasıdır.