Türü
Roman
Sayfa Sayısı
419
Baskı Tarihi
2010
Yazılış Tarihi
1935
ISBN
978-975-07-0776-6
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Orijinal Adı
The Clown and His Daughter
Sinekli Bakkal, Halide Edip Adıvar'ın ünlü romanıdır. İlk olarak İngilizce The Clown and His Daughter, (Soytarı ile Kızı) adıyla 1935 yılında Londra'da yayımlanmıştır. Türkçe olarak ilk defa 1935 yılında Haber gazetesinde tefrika edildi. Daha sonra 1936 yılında kitap olarak basılmıştır. 2006 itibariyle 37. basımı yapılmıştır. Birçok yabancı dile çevrilen roman, 1942'de CHP Roman Armağanı'nı kaz
Deniz ve Sükûn
— Bu dalgaları martta görmeli, Rabia. Kudurmuş gibi kafalarını kayalarda parçalarlar. Öyle yaman bir saldırışları, ahenkleri vardır.
— Bir gün sakin, telâşsız bir şeyden hoşlandığını işitmedim, Osman.
— Sükûn? Sükûnun denizde ne işi var? Düşün, kim bilir üstünde kaç milyon adam ölmüştür! Kim bilir şimdi üstünde kaç milyon avare cesetsiz ruh dolaşıyor...
Osman'ın elleriyle havayı göstererek, sırf şairane bir lâf diye söylediği bu sözler, Rabia'nın muhayyilesini harekete getirdi.
— Buraya geleli perşembe, pazartesi ölülere Yasin okumayı bile unutuyorum.
— Ölülerle senin ne alış verişin var, Rabia. Sen diriler için okuyorsun... Sen...
— Her sabah namazından sonra inşallah denizde ölenler için ayrı bir Yasin okuyacağım.
— Rabia, Rabia, bu eski, bu ölü şeylere gene dalma... Fakat Rabia onu artık işitmiyordu. Hafızasında solan
eski sevgililer, eski şeyler dirilmiş, ona sitem ediyorlardı. Etrafını sevmek, etrafını düşünmek, bu Dede'nin bilerek, Tevfik'in bilmeyerek ona öğrettiği biricik hakikat... Biricik, insana sükûn veren, haz veren şey. Halbuki o, tam bir aydır hep kendisiyle, kendi saadetleriyle meşguldü. Bu sabah o saadet, Rabia'ya biraz bayat, biraz tatsız geldi.
Türkü
Akşam oldu mu pencerenin yanına otururdu. Kaç gündür sokakta küçük bir çocuk peyda olmuştu. Her akşam elinde boş bir şişe veya başka bir kap, evlerinin önünden, türkü söyleyerek geçerdi. Mümtaz, daha sokağın başında iken onun sesini tanırdı:
Akşam oldu yakamadım gazımı
Kadir Mevlâm böyle yazmış yazımı
Doya doya sevemedim kuzumu
Ben ölürsem yavrum seni döverler...
Mümtaz annesinin her başını kaldırdıkça, üstüne dikilmiş bakışlarında bu türkünün güftesine benzer bir mâna bulunduğunu zannederek içi sızlardı. Bununla beraber onu dinlemekten de vazgeçemezdi...
Evlerinin biraz ilerisinde, aşağıya doğru giden sokağın tam başında türkü değişirdi. Ses birdenbire yükselir, aydınlanırdı. o kadar ki, evlerin duvarlarında, yol üstünde, hatta havaya çarptıkça sanki çok parlak akislerle kırılırdı:
Şu İzmir'in minaresi sedeften, annem sedeften
Sen doldur ben içeyim kadehten, aman kadehten...
Mümtaz, bu ikinci türkü ile küçücük ömrünün henüz mânasını dahi kavramadığı kederleri içinden çıkar, birdenbire çok ışıklı, taptaze; fakat bununla beraber yine hasret ve ıstırapla dolu başka bir dünyaya girerdi. Bu, bir ucu İzmir'in Kordonboyu'nda başlayan, öbür ucu babasının hiç anlayamadığı ölümünde biten dünya idi. Orada kendi çocuk muhayyilesine sığmayan bir yığın şey, orada da ölüm gurbet, kan, yalnızlık ve içinde çöreklenen o yedi başlı ejder hüznü vardı.
(..)
Annesi o hafta içinde bir gece sabaha karşı öldü. Ölmeden evvel oğlundan su istemiş, sonra ona bir şeyler söylemeye çalışmış, fakat bir türlü muvaffak olamamış, sonra yüzü sapsarı kesilmiş, gözleri kaymış, dudakları bir iki defa titredikten sonra kaskatı kesilmişti. Mümtaz'ın hafızası bu son ânı olduğu gibi tespit etmişti. Bu ölümün arkasında da bir türlü dolduramadığı uzun bir boşluk vardı.
Boşluğun aynası
Mümtaz, bu karanlık aynada henüz başlangıçta olan ömrünün dost hayallerini, babasının altında yattığı ağacı, olduğu gibi bıraktığı çocuk saatlerini, han odasında bâkir tenine çok derin bir aşı gibi yapışan köylü kızını, büyük siyah gözlerini her an uğultulu davete koşmaya hazır bir ürperme ile arar, sonra onun sadece boşluğun aynası olduğunu görünce yerinden kalkar, kâbuslu bir rüyadan çıkar gibi kayaların dev gölgeleri arasından her adımda sendeleyerek solumaya çalışırdı.
Saz parçası...
Elbisesini giyinirken "İnsan denen bu saz parçası..."diye bir kaç defa tekrarladı. Çocukluğunun mühim bir devrinde çok yalnız kalan Mümtaz, kendi kendisiyle konuşmayı severdi.
...
İnsanlar bazen doğuştan mahkûm olurlar, saz parçası kendiliğinden kırılırdı. Sabiha öyle değildi. O evin masalıydı.
Huzur...
fakat işin garibi, aynı merhalelerden geçmelerine, içlerinde aynı zemberekler çalışmasına rağmen, kendisinde belki onlarla en iyi anlaşacak taraftan habersizdi. hayır, oturmak, onlarla konuşmak beyhudeydi. bütün bu insanlar dostlarıydı. tıpkı bu kahve, bu ağ, bu duvara dayalı direkler, biraz ilerdeki cami, çeşme gibi hepsi dostuydular. hattâ şu iskelede her sabah kendisini bekleyen ve buraya kadar peşinden gelen, belki de ta yukarıya kadar onunla çıkacak olan siyah kıvırcık tüylü köpek yavrusu da dostuydu. fakat bugün Mümtaz sevincinde yalnızdı ve bu hep böyle olacaktı. yarın ıstıraplarında yalnız kalacak. bütün tanıdıkları, dostları için bir muamma, bir meçhul. yahut hayatın kenarına fırlamış bir rakam olacak, öbürsü gün öldüğü zaman da aynı şekilde yalnız ölecekti...'