Yüreksiz Molla'nın Yaraladığı Kalpler |
Söğüt'ün gelinleri, kızları Kara Osman Bey'in hasta babasına söylemeden ünlü Edebâli'nin kızı, ünlü güzel, Bal Hatun'u, üç yıl önce istediğini, Şeyh'in de on dördündeki koskoca kızı, "yaşı küçük" diye vermediğini biliyorlardı. Laf altında kalmadığıyla övünen Aslıhan'a bakarak, ne diyeceğini merakla beklediler.
-Alacak Ertuğrul Bey'imiz... Hemi Şeyh'imizin kızını alacak, hemi de kara Vasil'in Liya kızı... Niyeti, çifte düğün kurmak ve de Söğüt'ün eylül panayrına denk getirmek... Rum düğününün kasap horonundan çıkılacak da Türkmen düğününün halayına girilecek!
-Pınar başlarında el düğünlerini ballandıracağına, evde kalmışlığının derdine yan!
-Suç bende mi? Ana gibi, ana olup beşik kertmesi yavuklumun önüne geçemedin! Çenesiyle Çerkez gelinini gösterdi. Gitti, bunun Yahşi imam'ı yanına molla girdi, yüreksiz oğlun... Bacıbeylik böyle midir?
-Sen mollaya da varırsın ya, hani dileyip alan?
-Şimdi yanıldın Bacıbey! Silah ustası Kaplan Çavuşun kızıyım ben, Tanrı tanık, beli kılıçlı olmayan, bizim eşiğimizi aşabilemez. Çünkü bizim soyumuzda, kılıç taşımayanı erkek saymak yoktur.
Aslıhan, son sözleri şakadan biraz çıkarmıştı. Ötekiler ürkek Bacıbey'in kızıp köpürmesini beklediler. Küçük oğlu Kerim'in, molla olmak istemesini önlemek için, ne kadar çabaladığını hepsi biliyordu. Demircan'ın bir Rum kızına tutulmasından daha çok üzülüyordu buna... Babasının savaşçılık ününe, Kerim'in sürdüğü lekeyi önlemekte Demircan'ın gereği kadar kendisini arkalamadığı içindi, Liya kızın Müslüman olmasını şart koşması...
Bacıbey, karıların bekledikleri gibi Aslıhan'a kızmadı, tersine sert bakışlarından acımaya benzer bir yumuşaklık geçti. Kerim yüreksizliği mollalığa sapınca, bu edepsiz Aslıhan'ın ne kadar şaşırdığını, nasıl gizli gizli ağladığını biliyordu. "Savaşçı olmayana varmam" demişti bir kez, el kadar bebeyken... Hem inatçıydı, hem de sözünü geri yutmayacak kadar onurlu... Bacıbey, belli etmek istemiyor ama, seviyordu inadın her çeşidini... Karşısında, meydan okur gibi duran bu on beş yaşındaki güçlü kadının yanağını okşamamak için kendini zorlarken, kurtulmalık toplayan ayağı zincirli esirin köşeyi dönmesi imdadına yetişti.
|
121 |
|
Yiğit gitti, can kalmadı, nam kaldı. Ne mutlu! |
Yiğit Ertuğrul Bey'imizin şahana benzer canı, gerçek mutluluk evine gitti. Bu yeri bırakıp gidenlerin birincisi Ertuğrul Bey'imiz değildir! Dertlenme! Ölüm geldi! Yiğit gitti, can kalmadı, nam kaldı. Ne mutlu!
|
160 |
|
Gündoğusunu bırakıp günbatıya bakmak |
- Suyun akarını görmemekteyim Osman Bey oğlum! Gündoğusunu bırakıp günbatıya bakmakla nesne hasıl olabilir mi?
-Olur şeyhim! İstanbul'un Bizans'ı, Frenk'in karanlık dünyasından kopup geldi. Ama, oranın kölelik düzenini burada tutturamadı. Tutturamayınca da "Toprak Allah'ın, İmparator kâhya, köylü kiracı" demek zorunda kaldı, imparator'un hür köylüleri, Latin İstanbul'u basıp alınca Frenk düzeninin nasıl bir bela olduğunu görüp anlamıştır. Bu düzen köylüyü köle etmeye dayanır. Kim ister köle olmayı? Demek zorlayacaksın aralıksız! Zorlarken zorlarken n'olur adam? İnsanlıktan çıkar! İşte bu sebepten Frenk adamı, say ki, kuduz canavardır. Kahpedir, kıyıcıdır, Allah'ı maldır, dini imam soymaktır. Irzı, namusu, utanması, acıması, sözü, yemini hiç yoktur. Bunalırsa insan eti yer, Bizans köylüsü kabul etmez bu rezilliği... Uçlara yerleştirilmiş Hıristiyan Türklerse hiç yanaşmazlar köleliğe... "Suyun akarı" dediğim, işte budur. Bu yöneliş çok adam istemez! Kalabalıkları biriktirip köylünün başına musallat etmek zorunda değilsin. Bu zamana kadar hiç görmediği, bilmediği bir düzeni götürüp Bizans köylüsünü şaşırtıp ürkütmek de yok! Köleliğe karşı, Frenk soygununa, zulmüne, ırk düşmanlığına karşı biz hoşgörü, dayanışma, can, ırz, mal güvenliği sağlayacağız. Alın teriyle çalışanlar bizden yana olacak ister istemez... Bizim, suyumuzun akarı budur, şeyhim, şimdilik de günbatıyadır. Frenk düzeninin gerçek sınırına dayanıncaya kadar, günbatı bizimdir! Bir an soluklandı, gözleri umutla, güvenle parlıyordu. Eğer bu yolu tutmazsak, fırsatı kaçırırsak, Bitinya ucu da, her yerdeki yüzlerce uçlardan biri gibi, iz bırakmadan batar gider!
Şeyh Edebâli, bir şey söyleyecekmiş gibi yekindiyse de, yutkunarak geri durdu.
Osman Bey bir zaman saygıyla bekledi. Yaşlı adamı daha çok bunaltınayı uygun görmemişti. Şeyh bir şey demeyince, sanki çok yararlı öğütler almış da teşekkür ediyormuş gibi sesini yumuşattı:
-Evet şeyhim, ferah olun! Ben bu işin her yönünü ölçüp biçtim, nerden girip nerden çıkacağımı hesaba vurdum. Dayanağım sizlersiniz! Babamın savaş yoldaşları... Uğraşta yenici, barışta düzen tutucular... Çoktandır şeyhim, şunları hiç aklımdan çıkaramamaktayım: Batıya yöneleceğiz! Talan etmeyeceğiz! Din yaymaya çabalamayacağız. Tersine herkesin inancına saygı göstereceğiz! insanlar arasında, din, soy, varlık bakımından hiçbir üstünlük tanımayacağız! Günbatının 'Karanlık Dünyası,' karanlığını yüzyıllardan beri, sınırımıza sürmekte, bizi boğmaya çabalamaktadır. Yolunu kesene kuduz it gibi saldıracaktır. Bu sebeple yükleneceğimiz iş ağırdır. Gireceğimiz geçit derindir. Bu kancık karanlığa karşı diri durmak gerektir. Savaşta düşmandan habersizlik körlüktür. Aldığın haberleri, ulaştır hiç gecikmeden... Ahilerin bizi arkalasın! "Gerekirse para veririz" dedin! Sağ ol! Gelir isterim, aldığımı öderim! Yüreğimizdekini söyledik! Doğruda bizi arkala! Yanılırsak yakamıza yapış!..
|
190 |
|
Devlet Ana |
Mavro tepeden tırnağa titremiş, bunu Bacıbey yaralı yüreğinde duymuştu. Osman Bey, içinde bulundukları durumda, bir Karacahisar reayasına nasıl arka çıkabileceğini hızla düşünerek gözlerini Mavro'nun dehşetle açılmış bakışlarından kaçırdı. Filatyos alıp giderse çocuğun başına neler geleceğini bilmek için keramet sahibi olmak istemezdi. Bereket Bacıbey kestirip attı.
-Oğlumun yerine oğul buldum! Vermem! Birden kabadayılığı umutsuzluğa döndü. Yalvarır gibi ekledi. Kendi "Giderim" derse, o başka...
-Gitmem, hayır! Öldürürler bunlar beni... Kırbaçladılar sabaha kadar. Verme beni, Devlet Ana!..
|
200 |
|
Okun vurması baht işi değil, ceht işidir! |
Hadi bir daha... Kur, çek, bırak... Olmadı. Ne denildiydi size dünkü gün? Okun ilki hedefe yapışmadan, ikinci yarı yolda, üçüncüsü yayda... Hani bakalım? Birinci hedefteyken, siz savruntuyu savuşturamamaktasınız. Hiç olmadı. Bu kaltabanlıkta usta okçuluğu altın bilezik edip takınamazsınız. Hızlılık isterim, vuruculuk isterim, delicilik isterim. Oka yaydayken güç yetirirsen yetirirsin, avanak Kerim, koyuverdin mi, gitti gider. Kaç kez dedim, "Okun vurması baht işi değil, ceht işidir! Pazı cehti sanma sırıtkan Mavro, bilim cehridir bu, şaplak gelmekte ensene... Hadi baştan... Aralıksız ok yağdıracağız, Allah'ın izniyle, hayın düşmana, yağmur gibi... Kur, çek, salıver... Sallantı istemem! Diri durulacak, demir kazık gibi...
|
206 |
|
Rüyâ |
Bilirsin! Âdemoğluna düşler iki çeşit verildi. Biri Tanrısal düş... Öteki, şeytan aldatmaları... Tanrısal düşler hayırlıdır, olacakları sezdiricidir. Elçiliğinin bize düşmesi ne mutlu!
Bu kez, İtburnu'nda, Şeyh Edebâli Efendi’mizin mübarek katında, hayırlı perşembeyi, hayırlı cumaya bağlayan gece, bir düş gördüm. Şeyh Edebâli Efendi’mizin mübarek kucaklarından bir ay doğdu, parıltısı karanlığı çalkadı çıktı, yükseldi, orak biçimindeyken dola dola sini değirmisine döndü. Dünyayı nura boğdu.
Öyle ki, gözler kamaşıp bakmaya güç yetesi kalmadı. Baktım ki, sizin Osman Bey'iniz de iki dizi üstünde sağ yanındadır ve de tespihe girmiştir. Gökleri bezeyen ay, inip geldi, göğsüne yaslandı, gövdesine karıştı. "Aman nedir, ne hikmettir?" dememize kalmadı, ayın gömüldüğü yerde bir fidan belirdi, yeşerip büyüdü, göklere dal budak saldı. Toprağın, denizlerin yüzünü kapladı. Kaf dağlarının ve de Toros dağlarının ve de Atlas dağlarının ve Hosna dağlarının doruklarını gölgesine aldı. Fırat ırmağını, Dicle'yi, mübarek Nil'i, Frenk içindeki coşkun Tuna'yı kavradı. Uçsuz bucaksız çöller, bozkırlar, çayırlı çemenli ovalar, sahralar, yedi denizler ve de ağaç denizinden nişan verir derin ormanlar, uzakların parlak gümüş kubbeli, göğe baş çekmiş kuleli, Firavun çağından kalma nice nice anıtlı nice kentler geldi, hep bu ağacın altına sokuldu. Bize hayret elverdi. "Neyin nesi?" demeye kalmadan, bir esinti çıktı, yürekten sıkıntıyı, vesveseyi sürüp çıkaran yedi cennet yeli... Kendime geldim, sabaha kadar düşündüm, yazdım çizdim. Sabah namazından sonra, Şeyh Edebâli Hazretleri'ne düşümü açıp danışayım dedi, elini kaldırıp susturdu, "Gerekmez, sana açılan bize de göründü. Tanrı işaretidir" buyurdu. Beyinize büyük devlettir ve de büyük müjdedir. |
220 |
|
Yüreksiz Yiğit Çok Yaşar! |
Yüreksiz yiğit çok yaşar, çünkü yiğidi yüreğinden tutup yüreğinden vururlar. |
307 |
|
Mavro'nun Müslüman Oluşu ve "Sarık Paha" |
Yeni Müslüman olanlara, "Sarık Paha" vermek Selçuk töresiydi. Bu sebeple Mavro'nun omzunda çifte kılıç, kuşağında çifte hançer, kendi yayının yanında bir Moğol yayı, bir de büyücek çıkın vardı. Başta Nurettin Voyvoda olmak üzere, İnönü Ahileri, Osman Bey, Gündüz Bey, Orhan Bey, Bayhoca güçlerince ayrı ayrı armağanlar vermişlerdi.
../..
Kel Derviş büsbütün azıtıp diz çökmüştü. Önüne bir küçük bohça bıraktı:
-Gelinimiz Bala Hatun'un "Sarık Pahası"dır efendim, "Azımızı çoğa tutsun, Mavro Aga’mız" dedi.
Mavro, önce şaka sanmıştı. Açıp içindekileri ateşe kaldırınca sevinçten soluğu kesildi. Gerçekten, bohçada, bir şal kuşak, dışa giyilecek, ak ipekten uzun kollu bir gömlek, bir çift çorap, bir tiftik eldiven, birkaç işlemeli yağlık vardı.
Neyapacağını şaşıran Mavro, hemen iki dizi üstüne gelmişti. Yutkunuyordu:
- Sağ olsun, Bala Hatun'umuz... Sağ olsun! Canım kurban yoluna...
Derviş çömezleri, el çırptılar:
- Uğurun açık ola yiğit! Çok yaşa...
Mavro yardım arayarak Kerim'in yüzüne baktı. öteki nöbetçiler "N'oluyor" diye koşmuşlardı. Bayhoca, "Görelim yahu" dedi, birazı "Giyinsin de öyle görünsün" diye güldü. Mavro yutkundu. Gerçekten duygulanmıştı. Âdem Ejderhası Pir Elvan elini kaldırıp gülüşenleri susturdu:
- "Sarık Paha'lar yağmakta ya, yağmur gibi... Hay anan öle, kötü Kel... Töresince şartlandı mı bunun İslâm'a girmesi?
Kel Derviş hopladı:
- Essah... Aman Mavro!.. Aman din kardaşım... Aldırırız elimizden sarık pahaları... Yanarız kıyamete kadar... Gel aman...
Mavro'nun ellerine yapıştı. Dediğimi deyiver bi solukta... Aman berbatlık elvermeden, hoplayalım bu berzahı kardaaaaş...
"Tanrı'dan başka Tanrı yoktur, Muhammet onun elçisidir" dedirtti!.. İslâm'ın şartını, inançlarını tekrarlattı. Sonunda parmağını göğe kaldırdı:
- Kulağını ver, can kulağını... Beni sağlam işit... İslâm'a giren, Tanrı'yı her yerde var göre... Peygamberden gayet utana... Halka karşı edepsiz olmaya sakın... Töresiz iş tutmaya hiç... Kendinden büyüğe kasıntılı olmaya... Küçüğe kıyıcı olmaya... Sözünde, yemininde dura sımsıkı... Kimselere haset etmeye... Doğru söze "Evet" diye... Ayıp görse gerilip örte, kendi günahlarını bilip... Çünkü, yere güç yetmez, göğe el vermez. Tamamsın, Kara Vasil'in Mavro kardaşım, var yürü... Bundan böyle cennetliksin, çünkü sana kör şeytan girişebilemez! |
401 |
|
Nerede eski günler!... |
Yaşlılar, cevizin gölgesinde, suyun başına yan gelmişler, içlerini çekerek eskinin Kozpınar pazarını, yayla göçü panayırlarını ballandırmaya girişmişlerdi.
-Hani eskinin Kozpınar'ı.. Burda iki döneleye mi bilirdin, birkaç çerçi ayaklanmayınca...
-Vah ki, vah! Söğüt'ün yayla göçünün böyle geçe kaldığı görülmüş müydü kardaşlar?..
-Hay hay! Göçün günü bilinmeyince fukara çerçi nasıl sürüp gelsin de yükünü yıkıp dolabı bezesin!..
-Gerçek!.. Çarşı arastası gibi dükkan kuracaksa, başka!..
-Leblebi gelirdi vaktiyle buralara, katır yükleriyle, çuval çuval... Nah başparmağım gibi... Dağılırdı ağzına attın mı, un gibi...
-Leblebi helvasını desene, leblebi helvasını...
-Taraklı'dan tarak gelirdi, benzerini Konya Sultanı'nın hatunu hiç görmemiş... Boynuzdan, kemikten, ağaçtan taraklar ki... Vay ki ne taraklar... Hele ki şimşir taraklar...
-İğnecinin ya, çeşit çeşit, boy boy iğneleri... Çuvaldızları...
-Göynüklü bardak alır gelirdi ki, su sızdıran bardaklar... Burcu burcu çam kokulu... Kaşıklar ki sapının kırıldığı hiç görülmemiş...
-Ya gezgin demirci abdalının kazması küreği, tırpanı, orağı, nalmıhı, sacayağı, maşası...
-Kütahya'nın tın tın öten kızıl testileri, burunlu ibrikleri, cam gibi pişmiş güveçleri...
-Küpleri demedin küpleri... Pekmez küpleri, kursu küpleri, şarap küpleri, demedin!
-Beride, ip, urgan, kendir, sicim... Kayış sahtiyan, gön, kösele...
- Bilecik'ten ipek bürümcük, Afyon'dan pamuklu, Ankara'dan sof...
-Karı örtüleri, karı çemberleri...
-Yamçılar, abalar, kepenekler!
-Hay babam, kaputluk çuha, kolluk... Eğer, üzengi kayışı, kantarma, yular, belleme...
-Hele ki çeşitli zırhlar... Kılıç işlemez, kargı delmez yaman zırhlar...
-Çizme... Pabuç... Yahu buranın farkı mı vardı kardaşlar. Yellice, Uçkapılı, Göksün panayırlarından?
-Evet dağı taşı tutmuş bunca abdal nic'oldu yahu? Elekçi Abdalı, Teberci Abdalı ki, çömçe, fıçı, badya, külek, matara taşırdı arabalar dolusu...
-Heyvah ki görünmez olmuştur Tahtacı Abdalın hamur tahtaları, çamaşır tokaçları, tahta kürekleri, dirgenleri, boyundurukları... Hiç!
-Kuyumcu Abdalı hani, ve de Cambaz Abdalı, üfürükçü, dermancı, Bilici abdalı ve de maskara Yamak Abdalı, ilahiler, Dede Korkut masalları okuyan Gurbet Abdalı..."
-Ya geceleyin ateş söndürür ışık yakmaz, yazın çadır altında yatmaz Sepetçi Abdalı nerde ihvanlar?
-Ve de keyfinde havasında, saz bilir, namaz bilmez, çökür sapı takıp tambura oyar, davul gerip zuma deler, çalıp söyler, içer oynar eşinir. "Dünya ateşe gitse içinde hasırımız yoktur" diye şişinir, Hasırcı Kara Çingene Abdalı hani?
- Yahu, Söğütlü'de trampa edecek mal mı kaldı ki bunlar sürüp gelecek de, Kozpınar'da panayır kurup yayla göçü bekleyecek.. Harmana girdiğimiz mi var ki veresiye bıraksın harman ödemesi... Paraya geldi mi... Eyvah...
|
437 |
|
Toprak beyin malı değildir |
Bilirsiniz, drahoma âdeti vardır bizde... Kızlar kocalarına soyluluklarına uygun çeyiz getirirler. Drahoma istemiyormuş, Senyör Rumanos benden... Azdır babamın toprağı... Drahoma için birkaç köy verdi mi, yoksulluğa düşer enikonu...
-Sizi, drahomasız alacak hiç kimse yok mu başka?
-Bilmem. Çıkmadı şimdiye kadar... Kederlenmiş gibi yalancıktan yüzünü astı. Çıkacağını da hiç ummam!
Orhan Bey yutkundu. Bir an durakladı. Sonra, çok zor bir işe karar vermiş gibi gözlerini kıstı:
- Yoktur bizde drahoma âdeti, çok da ayıp sayılır. Tersine üste başlık veririz biz Türkmenler, kız alırken...
Lotus önce şaşırmış gibi gözlerini kırpıştırdı, sonra çapkın çapkın gülümseyerek sordu:
- Sözgelimi... Diyelim ben... Ne kadar olur benim başlığım, sizde?
Orhan Bey böyle bir soruyu hiç beklemiyordu. Birden umutlanmış, sevinç soluğunu kesmişti. Konunun şakaya dönme tehlikesini bu sevinçle sezemedi. Kandırmanın, atıp tutmanın acemisi olduğundan, doğrusunu bulmak için biraz düşündü.
-Bir sürü koyun veririz. Üç yüz baş... Sağmal inekler, su sığırları veririz... Mandalar... Soylu savaş atları, değerli silahlar veririz. Kilimler... Halılar... Kumaşlar...
-Toprak?..
Orhan Bey hemen telaşlandı. Kelimeleri arayarak karşılık verdi:
-Toprak bağışlanmaz bizde, kız karşılığında... Toprak beyin malı değildir çünkü...
-Ya kimindir?
-Allah'ın...
|
467 |
|