Düşünsel Çıkmazlar, Duygusal Fırtınalar |
Düşünsel, ahlaki, ritüel, geleneksel zenginliklerinden soyulmuş, kültürel kökenleriyle bağı koparılmış, bağımsız düşünme ve gelişme imkânları yokedilmiş, özünde kendisine düşman bir ideolojinin cenderesi içine alınmış bir din enkazını İslamiyet diye sunan Türkiye Cumhuriyetinin, aydınlanmayı dinde arayan insanlarda doğuracağı düşünsel çıkmazların ve duygusal fırtınaların boyutları ise, herhalde Fransa'dakinden çok daha vahim olmak zorundadır.
|
293 |
|
Örfî Hukuk |
Eski Osmanlı hukuk rejimi, şer'i hukukun yanısıra örfi hukuk adı verilen ikinci bir kaynağa sahiptir. |
296 |
|
Hukuk |
Tanzimat'ın temel kanunları Batı hukukundan tercümedir. 1850 Ticaret Kanunnamesi Fransız Code commercial'inin, 1858 Ceza Kannunamesi Fransız Code criminel'inin çevirileridir. Bunlardan birincisi, faizi yasallaştırmanın yanısıra, İslam hukukunda yeri olmayan sınırlı sorumlu tüzel kişilik (anonim şirket) ve kambiyo senedi kavramlarını Türk hukukuna kazandırmıştır.
1863 Ticaret-i Bahriye Kanunnamesi, Fransa, Prusya ve Holanda deniz ticaret yasalarından yararlanarak hazırlanmıştır. 1879 ve 1881'de kabul edilen Ceza ve Hukuk Muhakemeleri Usul Kanunları, Fransa'dan alınmıştır. CMUK, Türk hukukuna ilk kez kamu adına kovuşturulan (kişisel şikayete bağlı olmayan) suç kavramını ve savcılık müessesesini getirmiştir. HMUK ise, şeriye mahkemelerine ait olmayan davalarda kadın ve erkeğin muhakeme usulü açısından eşitliği ilkesini kabul etmiştir.
Yasama meclisi, vatandaşlık hakları, basın özgürlüğü gibi birtakım kavramları Türk devlet hayatına dahil eden 1876 Kanun-u Esasisi de şer'i hukuka değil, Fransız anayasa geleneğine dayanır.
Özetlemek gerekirse, Cumhuriyetin, ceza, ticaret, idare ve anayasa hukuku reformlarıyla yürürlükten kaldırdığı şey İslam hukuku değil, Osmanlı reformunun Avrupa'dan aktarmış olduğu hukuktur. Sözü edilen alanlarda "şeriat" şayet herhangi bir devirde uygulanmış ise, 1850'lerden itibaren bu durum sona ermiş bulunmaktadır.
Sadece medeni hukuk alanında, Osmanlı reformu şer'i hükümleri esas almaya devam etmiştir.
|
297 |
|
İktidar ve Din |
Tarihin çeşitli dönemlerinde dinin, istibdat rejimleriyle uzlaşmış, ve hatta istibdat rejimlerine ideolojik meşruiyet sağlamış olduğunu inkâr edemeyiz. İslam dininin özellikle sünni kanadının, siyasi iktidarla uzlaşma konusunda son derece güçlü birtakım eğilimlere sahip olduğu da kabul edilmelidir. Bundan, dinin, istibdada karşı yetersiz bir dayanak olduğu sonucunu çıkarmak mümkün olabilir.
Ancak bu gözlem, tek tanrılı dinlerin tarih boyunca oynamış oldukları çok daha derin ve kalıcı bir başka rolü gözden kaçırmamıza neden olmamalıdır. Tek tanrılı dinlerin – devleti ilahlaştıran eski Mısır, Roma ve Çin dinlerinden farklı olarak – temel özelliği, devletten bağımsız ve devletten üstün bir otorite kaynağı kabul etmeleridir. Böyle bir otoritenin mevcudiyetinden doğan başlıca objektif sonuç ise, devleti yönetenlerin özgürlüğünün kısıtlanmasıdır. Hükümdardan ayrı bir Tanrı'nın hüküm sürdüğü yerde, hükümdarın gücü hiçbir zaman mutlak olamaz.
Bundan ötürü, tarihte devlet gücüyle mutlak hakimiyet kurmayı tasarlayan zorbaların tümü, ya
a) dini siyasi iktidarın kontrolüne sokmaya gayret etmişler, ya da
b) dinin örgütlü gücünü ve etkisini yoketmeyi denemişlerdir.
Roma imparatoru Konstantin, İngiliz kralı VIII Henry, Fransa kralı XIV Louis, Rus çarı Büyük Petro, Osmanlı padişahı II. Mahmud, İtalya diktatörü Mussolini birinci yaklaşıma; Robespierre, Lenin, Hitler ve Mao ise ikinci yaklaşıma örnektir.
|
302 |
|
Devlet Zorbalığı |
Osmanlı entelektüel dünyasının zamanla saplanmış olduğu dar muhafazakârlığın kaynakları, belki de İslam dininin yapısından çok, devletin zorbalığına karşı toplumun geliştirdiği bir içe-kapanış refleks |
304 |
|
Osmanlı yönetiminin tarikatlara karşı tavrı |
Osmanlı yönetiminin tarikat olgusuna karşı tavrı hiçbir zaman bütünüyle olumlu olmamıştır. |
306 |
|
Osmanlı devletinde Türkler aşağılanır mıydı? |
Osmanlı devletinde Tanzimat sonrası dönemde görev yapan 41 sadrazamın 35'i doğma büyüme Türk, yani "baba dili Türkçe olan Anadolu ve Rumeli müslümanı"dır. Diğer beş sadrazamdan ikisi çocuk yaşta Türkleşmiş yabancı köle, dördü Türkleşmiş Arnavut veya Kafkasyalıdır. Devletin en üst siyasi makamına bu dönemde gelenler arasında gayrımüslimler bulunmadığı gibi, Arap ve Kürt de bulunmaz.
Benzer oranlar aynı dönemin şeyhülislamları ve askeri erkânı için geçerlidir. 1839'dan sonra atanmış olan 26 şeyhülislamın biri Arap, ikisi Türkleşmiş Dağıstanlı ve Boşnak, diğerleri doğuştan Türktür.
|
309 |
|
Sorular |
Yüzyıllarca Çin ve Hint'e eşdeğer boyutta bir uygarlık potası oluşturabilmiş olan Yakındoğu havzası, ve o havzanın uzun süre hakimi olan Osmanlı devleti, acaba neden çağdaş dünyaya benzer bir ulusal sentezle çıkamamıştır? Ve neden böylesine müthiş bir başarısızlık, böyle acı bir hezimet, modern Türk ulusçuluğunun bir gurur vesilesi olarak sunulabilmektedir?
Ortak toplumsal bünyesinden Arabı, Ermeniyi, Arnavudu ve Rumu tasfiye etmekle Osmanlı-Türk toplumu ne kazanmıştır? Türkle Arabın kültür, dil ve ırk farkı, Pencaplıyla Tamil arasındaki farktan daha mı büyüktür? Tuna'dan Basra'ya uzanan bir coğrafyada, ikibin yılı aşkın bir ortak siyasi tarihe sahip olan, benzer kent ve köy geleneklerini paylaşan, yaklaşık aynı ırka mensup olan, ortadoğunun birbiriyle akraba üç dinini tanıyan halkları, aralarındaki dil farkını aşamayacak kadar birbirine yabancı mıdır?
|
311 |
|
Emelen Müttehit |
Atatürk'ün yazdığı Medeni Bilgiler kitabının ilk cümlesine göre, "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir."
Dikkat edilirse, "TC dahilinde oturan," "tabiiyetinde bulunan", "vatandaş olan" vb. değil, kuran. Çünkü millet, Atatürk'e göre, belli sınırlar dahilinde oturan lalettayin bir topluluk değil, bir irade ve ülkü birliğidir; "emelen müttehit" bir varlıktır. Türkler için bu ittihadın esası ise, Türkiye Cumhuriyetinde tecelli eden bağımsızlık, milliyetçilik, laiklik, cumhuriyetçilik, muasır medeniyetçilik vb. ülküsüdür. Cumhuriyet idealini ve onun bütünleyici ögeleri olan Türk dili ve kültürünü benimseyen herkes, din ve soy ayrımı olmaksızın kendine Türk diyebilir.
Tıpkı İslamiyete girmek için kelime-i şehadetin yeterli sayılması gibi, o halde, yeni anlamıyla Türklüğün şartı da bir siyasi amentüdür.
"Türklüğü" tesis eden irade beyanı, Kurtuluş Savaşı, Millet Meclisi, padişahın ve halifenin kovulması, Sakarya, Dumlupınar, düşmanın denize dökülmesi, laiklik, Medeni Kanun, şanlı ordu, Latin alfabesi, 19 Mayıs, 23 Nisan, 30 Ağustos, 9 Eylül, 29 Ekim gibi birtakım temel kavram ve sembolleri içeren, kısaca "vatan-millet-sakarya" deyimiyle özetlenen bir formüldür. Bu formülü kabul ve beyan etmekle "Türk" olunur.
|
325 |
|
Cumhuriyet idealinin krizi |
Yeni ulusal kimliğinin esası olarak sunulan Kemalist cumhuriyet fikri, birleştirici bir ideal olarak zayıftır. Israrlı propagandaya rağmen "tutmamıştır". Tutmadığı, üç-beş yıl içinde anlaşılmıştır.
Ulus fikrinin temeli, bir devletin vatandaşları arasında bir kardeşlik ve dayanışma duygusu yaratmak; ülkeyi yöneten devletin "iyi" ve "bizim" olduğu kanısını yerleştirmektir. Oysa,
1923-24'te tanımlanan cumhuriyet ülküsü, yerini almaya çalıştığı "müslümanlık" fikrinin şümulüne, duygusal sıcaklığına ve siyasi esnekliğine sahip değildir.
Şümulüne sahip değildir: çünkü toplumsal ve bireysel yaşamın her vechesini kucaklama iddiasındaki İslamiyetin aksine, cumhuriyet fikri halkın büyük çoğunluğunun gerçek yaşamına yabancı, soyut bir kavramdır. Yirmiüç Nisan ve Yirmidokuz Ekim törenleri dışında, halkın yaşamında gerçek bir anlam ifade etmez.
Duygusal sıcaklığına sahip değildir: çünkü toplumun yüzyıllardan beri "bizim" saymaya alıştığı İslamiyetin aksine, cumhuriyet "birilerinin" tasarlayıp yürürlüğe koyduğu bir projedir. Toplumsal bünyeye eski bir pijama gibi oturan İslamiyetin aksine, cumhuriyetin simgeleri şapka ve kravattır. İmam, halktan biridir; cumhuriyet fikrinin misyoneri olan öğretmen, köye dışarıdan gelir.
Siyasi esnekliğine sahip değildir: çünkü ünlü tabiriyle "herkesin ve hiç kimsenin" olan, dolayısıyla hiç kimseyi kolay kolay dışlayamayacak olan İslamiyetin aksine, cumhuriyet, son derece katı sınırları olan bir siyasi tercihle özdeştir.
İslamiyet için hayatını seve seve feda edecek insanlar vardır; oysa 1920'lerin sonunda, rejim ileri gelenleri dışında kimsenin Kemalist cumhuriyet için hayatını isteyerek feda edeceğini düşünemeyiz. 1922'de, evet, Mustafa Kemal Paşa Türk halkı arasında son derece popülerdir: ama bu popülerliğin temeli, "İslam milleti" adına Ruma, Ermeniye ve Hıristiyan Batı'ya cidal etmiş olmasıdır. Bu temel, 1924 ve 1925 yıllarında tahrip edilmiştir. Halifeyi kovduğu, tarikat ve türbelere savaş açtığı, "gâvur" başlığı ile yazısını empoze ettiği noktada Gazi'nin popülerliğini koruyabilmiş olduğu çok şüphelidir. Açıkça karşı tavır almayanların bile, Anadolu insanına özgü "bekle gör" tavrına girmiş olduğunu düşünmek, gerçekçilikten uzak olmaz.
|
335 |
|