Cumhuriyet idealinin zaafları |
Cumhuriyet ülküsü, İslamiyetin avantajlarına sahip olmadığı gibi, "sosyalist devrim" fikrinin sürükleyiciliğine, veya Amerikan cumhuriyetinin temelini oluşturan "özgürlük" fikrinin teorik zenginliğine de sahip değildir. Ahlak ve ahiret düşüncesinin insani sıcaklığına yabancı olduğu gibi, özgürlük düşüncesinin yüceltici ufkundan, ya da mutlak eşitlik düşüncesinin vahşi cazibesinden de mahrumdur. Belli bir insan grubunun temelsiz ve nedensiz bir şekilde yüceltilmesine dayanan ulus düşüncesi, çorak ve bencil bir kavramdır.
Mantıken içi boştur: "ulus"u, "ulus ülküsüne sahip olmak" ile tanımlayan bir teori, döngüsel (self-referential) bir akıl yürütmeye dayanır. Ulus ülküsüne niçin, hangi mutlak insani değer veya içgüdü nedeniyle sahip olunması gerektiğine ilişkin bir şey söylemez.
Evet, "istiklal", "düşmanı denize dökmek", "şehit kanıyla sulanmış topraklar" gibi kavramlar, ulus düşüncesine önemli bir duygusal boyut katarlar. Fakat bu boyutun temeli, dindir. Milli mücadele, din bazında verilmiştir. Sözgelimi İzmir'i işgal eden Rum değil de bir müslüman Çerkes çetesi veya Makedonya Türkleri olsa, düşman sayılacakları pek kuşkuludur; hatta İttihatçı zulmüne karşı, kurtarıcı olarak karşılanmaları bile olasıdır. Dolayısıyla din unsuru reddedildiği anda, Milli Mücadele geçmişiyle yeni Türk Cumhuriyetinin ulusal ülküsü arasında bağ kurmak çok zorlaşacaktır.
|
336 |
|
Savunulan, bir fikir veya prensip değil, bir kadrodur... |
İçi boşalmış, ahlaki ve teorik bir jüstifikasyona dayanmayan ulus düşüncesinin uygulamadaki tek faydası, devlet hakimiyetinin yabancılara değil, o ulustan olan insanlara ait olduğu düşüncesine zemin sağlamasıdır.
"Biz müslümanız, Kitaba göre yönetilmeliyiz" veya "biz Sovyet halkıyız, sosyalistçe; biz Amerikalıyız, özgürce... yönetilmeliyiz"
formülünün Türkiye'deki karşılığı, "biz Türküz, Türklerce yönetilmeliyiz" iddiasıdır. Aradaki farka dikkat edilmelidir: Savunulan
şey, ne kadar muğlak olursa olsun bir fikir veya prensip değil, bir kadrodur. "Türklerce" deyiminin yerine konabilecek bir teorik, ahlaki, ideolojik kavram yoktur. "Türk" olmak, devleti yönetme (ve ekonomik kaynaklara sahip olma) iddiasının gerekli ve yeterli koşuludur. Dolayısıyla devlet yönetimine (ve ekonomik güce) talip olanlar dışında, "Türk" kavramının kimseyi cezbedebilecek, heyecanlandıracak bir özelliği yoktur.
Cumhuriyetçi tanımın Türk devlet eliti arasında kazandığı popülerliği sanırız bu olgu yeterince açıklamaktadır.
|
336 |
|
1929'ler krizi |
1924 sonlarından 1930'a değin ülkenin hemen her bucağını saran isyan ve direniş dalgası, burada özetlenen ideolojik başarısızlık çerçevesinde ele alınmalıdır. Direnişin sayısal boyutları hakkında herhangi bir fikir edinmek güçtür. Rejime aktif olarak karşı koyan kesimler sayıca mutlaka azınlıktırlar; ancak her halükârda, Kemalist kadroyu hazırlıksız yakalayan ve "panik" denebilecek tepkilere sürükleyen bir karşı koyma olduğu muhakkaktır.
Direnişin odaklaştığı iki platformdan birincisi, kendilerini öncelikle "Türk" değil "müslüman" sayan insanların, bu kimliğin simgesi haline gelen şapka konusu üzerinde yoğunlaştırdıkları inatçı ve eylemli protestodur. Türkiye'nin her yanında onbinleri aşkın insan 1925'i izleyen yıllarda "şapka" uğruna ölümü göze almışlar; birçokları ise (bu arada mahalli etkinliğe sahip seçkinlerin birçoğu) şapka kullanmaktansa evlerine kapanmayı tercih etmişlerdir.
Devletin varlığı açısından daha tehlikeli olan, kendini "Kürt" sayan insanların, 1925 ve 1930 yıllarında patlak veren, ve onyıllar boyunca tam olarak bastırılamayan ayaklanmasıdır. Dikkat edilirse Kürtlerin, prensip olarak, bağımsız bir ulus olma talebi yoktur. Fakat "İslamlık" temelinde Türklerle sürdürmeye pekala razı oldukları siyasi beraberliği, "Türklük" temelinde yeniden tanımlamayı kabul etmemişlerdir.
İşte bu çift yönlü tehlike karşısında, 1930'a doğru, Kemalist rejimin yeni bir ulusal kimlik arayışına girmesi doğal karşılanmalıdır. Laik-cumhuriyetçi kimlikten "İslamiyet" seçeneğine geri dönmek, devleti yönetenlerin iktidarını – ve bu aşamada büyük ihtimalle hayatını – tehlikeye sokacağı için, geçerli çözüm değildir. Buna karşılık Türklerin biyolojik anlamda bir tek soy ve bir tek aile olduğu görüşüne dayanan ırk teorisi, cumhuriyetle birlikte tehlikeye giren ulusal kardeşlik ve
dayanışma duygusunu yeniden tesis etmenin yolu olabilir.
Üstelik bu yol, ülke nüfusunun sayıca en büyük, ekonomik ve siyasi açılardan en güçlü kesimini, Kürt tehlikesine karşı birleştirmek yönünden de yarar sağlayabilecektir.
|
338 |
|
Türk ırkı tezinin gayr-i Türk müellifleri... |
Türk ırkı tezini ilk ortaya atan yazar, Osmanlı devlerine sığınarak Mustafa Celaleddin Paşa adını alan Polonyalı Konstantin Borzecki'dir (Les Turcs anciens et modernes, Paris 1870). Türk kamuoyu açısından asıl etkili olan isim ise Fransız tarihçi Leon Cahun'dür (Introduction à l'histoire de l'Asie, Paris 1896). İçte Türkçü düşüncenin ilk kapsamlı ürünü olan Necip Asım'ın Türk Tarihi (İstanbul 1900) Cahun'den adapte edilmiştir.
|
343 |
|
Evrenos Paşa |
Devlet yönetiminde aslen Türk olmayan unsurlardan yararlanma eğilimi, genel kanının aksine, Fatih'le başlamış değildir. Osman Gazi'nin yakın mücadele arkadaşı olan Köse Mihal, Bilecik yakınında bir kalenin tekfuru (derebeyi) iken ihtida etmiş bir Bizans soylusudur. Onun soyundan gelen Mihaloğulları Rumeli fethine katılmış, karşılığında kendilerine Bulgaristan'da geniş araziler ve akıncılık payesi verilmiştir. Ailenin çeşitli kolları halen İstanbul ve Amasya'da yaşamaktadır. Rumeli fatihi Evrenos Paşa da aslen bir Bizans soylusudur (kimi kaynaklara göre Bizans'ın son Bursa valisi iken Osmanlı tarafına geçmiştir). Evrenosoğulları yüzyıllarca Vardar Yenice'sinde toprak ve mansıp sahibi olduktan sonra, 19.cu yüzyılın milliyetçilik keşmekeşinde yurtlarını terkedip muhacir olarak Türkiye'ye dönmek zorunda kalmışlardır.
|
348 |
|
Milli Mücadelede Türk ordusu, dünyanın en güçlüordularıyla savaşmış mıdır? |
Milli Mücadele yıllarında nizami ve gayrı nizami Türk kuvvetleri, Fransa, Ermenistan ve Yunanistan'a karşı savaşmıştır. Bunlardan Fransa dışındaki ikisini, "dünyanın en güçlü devletleri ve orduları" arasında saymak mümkün değildir.
|
355 |
|
İtilaf devletleri Yunanlıları neden harcadılar? |
Görünen odur ki Yunanlılar İtilaf devletleri tarafından Anadolu'ya piyon olarak sürülmüşler, sonra feda edilmişlerdir. Feda edilişlerinin nedeni, Türk direnişinin umulmadık gücü olabilir. Diğer muhtemel nedenler arasında şunlar da sayılabilir:
a. Yunan ordusunun tahmin edilenden daha zayıf çıkması,
b. Yunan iç politikasının istenmeyen bir yönde değişmesi,
c. Yunanlıları Anadolu'ya sürmekle elde edilmesi tasarlanan faydaların elde edilmiş olması.
d. İngiltere'de iç politik dengelerin, başbakan Lloyd George'un Yunan yanlısı politikasını sürdürmesine izin vermemesi,
e. Uluslararası dengelerdeki değişim (örneğin ABD desteğinin çekilmesi, Fransız ittifakının bozulması, Rus tehlikesinin artması...) nedeniyle İngiliz politikasının değişmesi.
|
360 |
|
Emperyalist devletlerin değişmez emeli, Türkiye'yi bölmek, paylaşmak veya işgal etmek midir? |
Emperyalizmin altın çağı olan 19.cu yüzyıl boyunca iki büyük Batılı emperyalist devletin Şarktaki hakim politikası, Osmanlı
imparatorluğunun varlığını ve toprak bütünlüğünü korumak olmuştur. İngiltere ve Fransa, bu amaç uğruna 19.cu yüzyılda üç kez (1828, 1854 ve 1878'de) genel bir Avrupa savaşını göze almışlardır. 1854-56 Kırım harbinde yüzbinin üzerinde İngiliz ve Fransız genci, Osmanlı devletinin birlik ve bütünlüğünü savunmak uğruna hayatlarını feda etmişlerdir.
|
362 |
|
İngiltere 1919'da neden düşman oldu? |
Saydığımız faktörler, harbin son aylarında İngiltere'nin (ve uluslararası platformda yeni müttefiki olan ABD'nin) Türkiye'ye yönelik kapsamlı ve uzun vadeli bir barış arayışı içinde olduğunu düşündürürler. Suriye'nin kaybediliş biçimi ve Mondros mütarekesinin imzalanış tarzı gibi bazı olgular, bu arayışın belki de Türkiye'deki bazı etkin çevrelerle müzakere içinde yürütülmüş olabileceği ihtimalini akla getirir. Ne yazık ki böyle bir ihtimali doğrulayacak (veya yalanlayacak) kaynak araştırmaları, çağdaş Türk tarihçilerinin henüz ilgisini çekmemiştir.
Yukarıdaki gözlemleri pekiştirir nitelikte bir başka çarpıcı olgu, savaşın sona erdiği 1918 Ekimi ile 1919 Mayısı arasındaki altı aylık dönemde İngiltere'nin Türkiye'ye yönelik somut herhangi bir düşmanca adım atmamış olmasıdır. Oysa bu aylar, bir yandan Türkiye'nin tam bir askeri ve siyasi teslimiyet içinde olduğu, öbür yandan İngiltere'nin henüz ordularını terhis etmediği, dolayısıyla aktif bir müdahale için ideal koşullara sahip olduğu aylardır. Amaç eğer Türkiye'yi istila etmek, bölmek veya ezmekse, bu işin optimum zamanı mütarekeyi izleyen günlerdir. Eğer İngiltere düşmansa, düşmanlığını göstermek için neden altı ay beklemiştir? |
380 |
|
Erzurum'un Ermenistan'a verilmesi konusu ne kadar ciddiydi? |
Nisan 1920'deki San Remo konferansında, Erzurum'un Ermenistan'a verilmesi önerisine sert tepki gösteren Lloyd George, şöyle konuşur:
"İngiltere'de bir kişi bile, Erzurum'un işgali için asker gönderilmesi amacıyla [bütçeden] 1.000.000 sterlin istemek sorumluluğunu üzerine almayacaktır. Ermeniler kendi başlarına işgal edemeyeceklerine göre, bölgenin Ermenistan'a bırakılması tam anlamıyla kışkırtıcı bir önlem olacaktır. Ermenilere, korumalarına yardım etmeye niyetli olmadığımız bir toprağı kâğıt üzerinde vermek adil bir tutum değildir."
Eski başbakan Balfour'ın 1921 Şubatında ifade ettiği görüşleri şöyledir:
"İnsani prensiplere dayananlar hariç olmak üzere Büyük Britanya'nın Ermenistan'da hiçbir menfaati yoktur. Büyük Britanya'nın elinde olmayan olaylar bu fikrin gerçekleştirilmesini önlemiş ve Türkiye ile barışı geciktirerek kötü sonuçlara sebep olmuştur. Ermenistan'a kuruluş devrinde yardım edecek olan devletin asker kuvveti kullanmaya da mecbur olacağından korkarım. Büyük Britanya şimdiye kadar yaptığı taahhütlerin sorumluluğu altında kalmamak için büyük güçlüklerle karşılaşmış bulunmaktadır. Bunlara bir de Ermenistan'ı ilave edemez." Dışişleri bakanı Lord Curzon, Ermeni davasının daha aktif bir şekilde desteklenmesini talep eden bir siyasi gruba şu cevabı verir:
"İngiltere hükümetinin durumunu anlamamakta ısrar ediyorsunuz [...] Bu ülkenin (ya da başka herhangi birinin) Türkiye'nin lalettayin bir bölgesini seçip, oradaki diğer tüm ırkları kovarak, İngiliz süngüleri etrafında çok sayıda [Ermeni] muhacirle doldurmasını ve böylece, İngiliz vatandaşlarından alınacak muazzam vergilerle burada bir Ermeni ulusal varlığı teşkilatlandırmasını bekleyemezsiniz. Bunun düşüncesi bile ham hayalden öteye gitmez." (6.12.1921) |
417 |
|