Türü
Şiir
Sayfa Sayısı
736
Baskı Tarihi
Ekim 2013
Yazılış Tarihi
1300
ISBN
978-605-08-1241-1
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Timaş
Editörü
Ayşe Tuba Ayman
Mütercimi
Nurseren Yurtman
Orijinal Adı
La Divina Commedia
Dünya edebiyatının temel metinlerinden biri olan İlahi Komedya, yedi yüz yıllık geçmişiyle birçok edebî esere ilham kaynağı olagelmiştir. Dante’nin hem yazarı hem de başkahramanı olduğu bu destansı anlatıda ölümden sonraki hayata yapılan yedi günlük bir yolculuk anlatılır. Dante, sırasıyla Cehennem, Araf ve Cennet’ten geçerek buralardan edindiği izlenimlerini okuyucuya lirik bir dille aktarır. Böylece Orta Çağ Batılı insanının zihnindeki “ahiret” algısı gözler önüne serilirken, ortaya tarihin en uzun şiirlerinden biri çıkmış olur.

İlahi Komedya hakkında

İlahi Komedya Batı Edebiyatı kanonunun temel yapı taşlarından birisidir. Taşıdığı bu öneme karşın, genel içeriği görece az, hatta çoğunlukla yanlış bilinir. Hakkında çok şey işitilen, ancak tam olarak neyi anlattığı az bilinen her ünlü eserde olduğu gibi, İlahi Komedya'nın neden bu kadar önemsendiği de kimilerince anlaşılmaz bir durumdur. Ortalama bir edebiyat okurunun gözünde İlahi Komedya Hristiyanlık ya da Hristiyan teolojisi hakkında yazılmış, daha çok dini bir eserdir. Marx'ın Kapital'i ya da Joyce'un Ulysess'i gibi, Dante'nin İlahi Komedyası da sahibinin ismiyle müsemma, adeta yazarıyla özdeşleşmiş eserler arasında sayılır. Eserin adının çağrıştırdığına bakarak, Dante'ye "Büyük Katolik Şair" denmesi yadırganmamalı. Oysa durum hiç de böyle değildir. Dante'nin "Büyük Katolik Şair" sıfatıyla anılır olması, Dante araştırmacısı G. B. Stone'dan öğrendiğimize göre, aslında bir modern zaman icadıdır. (Bülent Coşkun'un önsözünden)

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
240
Baskı Tarihi
Ocak 2006
ISBN
975-352-015-8
Baskı Sayısı
8. Baskı
Yayın Evi
Pınar Yayınları
Mütercimi
Abdi Keskinsoy
Neden Altını Çizdim?
Seyyid Kutub'un bu tespitleri yapması enteresan.

İslam nesilleri arasındaki farkın sebebi

İşte bu nesil (ilk sahabe nesli), yalnızca tek bir kaynaktan (Kur'an'dan) beslendiği için, tarihteki o olağanüstü rolü oynayabilmişti. Peki daha sonra ne oldu? Kaynaklar birbirine karıştı. Onların peşinden gelen nesillerin beslenme kaynaklarına; eski Yunan felsefesi ve mantığı, İran mitolojisi ile bu mitolojiden kaynaklanan dünya görüşü, yahudi israiliyatı ile hristiyan ilahiyatı ve bunlara benzer eski kültür ve medeniyet kalıntıları karıştırıldı. Bu yabancı kültür ve medeniyet öğeleri fıkıh ve fıkıh usulüne olduğu gibi Kur'an tefsiri ile kelam ilmine de karıştırıldı. Geriden gelen nesillerin tümü, bu karışık ve bulanık kaynaktan beslenerek yetiştiler. İşte bu yüzden de o ilk neslin benzeri bir nesil bir daha teşekkül etmedi. O ilk nesil ile onların ardından gelen diğer nesiller arasında müşahede edilen büyük farklılığın asıl nedeninin, ana kaynakta görülen karışıklık ve bulanıklık olduğunda hiç şüphe yoktur.

Dünyanın Tüm Sabahları -1991 (Tous Les Matins Du Monde)

Eski bir Fransız özdeyişinden esinlenerek adlandırılmış, hem roman hem de bir film olarak oldukça başarılı ve eşine az rastlanır bir örnek olduğu da söylenebilecek yapıt, aynı zamanda günümüz Fransız edebiyatının en önemli yazarlarından Pascal Quignard´ın en popüler kitabıdır.17. yüzyıl Fransa´sında, karısını yitirdikten sonra çiftliğinde inzivaya çekilmiş olan besteci ve viyola sanatçısı Sainte-Colombe, iki güzel kızıyla birlikte yaşamaktadır. Sainte-Colombe, sanatta ün değil, şiiri arayan bir müzik dehasıdır. Bir bahar günü, Marin Marais adında utangaç ama muhteris bir genç adam çiftliğe gelir ve Sainte-Colombe´a öğrencisi olmak için yalvarır. Kralın sunduğu olanaklara ve üne sırt çeviren usta ile ün, para ve kolay yaşam peşinde koşan, sanatsal yaratının mistik derinliğini fark etmeyen öğrencisinin çelişen kişilikleri, bir çağın entelektüel yaşamına ışık tutarken, 'sanatçının kimliği ' sorunsalına da tanıklık ediyor. Sinema ve müziğin kesiştiği, kulağa ve göze hitap eden kareleriyle unutulmazlar arasına girmeyi hak eden, sanatın özüne ışık tutan müzik ve şiir dolu bir yapıt. Özelde müziğin, genelde ise sanatın kimin için yapılacağını tartışan, acı ile gölgenin yan yana geldiği, aynı zamanda gelmiş geçmiş en iyi ‘soundtrack’lerinden biri olarak değerlendirilen filmin müziklerini, öykünün ruhunu yansıtmak için Sainte-Colombe ve Karin Marias besteleri üzerine ayrıntılı bir çalışma yapan Jordi Savall yapıyor. 1992 yılında 7 dalda Cesar ödülü kazanan film hem sinema tutkunları hem de klasik müzik düşkünlerinin kaçırılmaması gereken bir görsel-işitsel şölen sunmakta. Kaynak: http://www.sinemalar.com/film/6394/dunyanin-tum-sabahlari

Sizi acılarınızdan dolayı kabul ediyorum.

“Müzik yapıyorsunuz bayım; ama müzisyen değilsiniz. Sizi acılarınızdan dolayı kabul ediyorum. Sanatınızdan dolayı değil.”
Dünyanın Tüm Sabahları -1991 (Tous Les Matins Du Monde)
Ah Müjgan Ah (1970)
Manav çırağı Hüsnü, mahallenin güzel kızı Müjgan’a aşıktır. İki fukara genç, huzurlu ve mutlu yaşayacakları sıcak bir yuvanın hayalini kurmaktadır. Müjgan, annesini rahat ettirmek, biraz para biriktirmek için bir işe girer. Hüsnü, bu durumdan rahatsız olur. Sebepsiz, garip bir endişe duyar. Bir terzihanede çalışmaya başlayan Müjgan, zengin bayanları gördükçe lüks yaşama imrenir. Üstelik işyeri sahibinin oğlu da Müjgan’a ilgi duymaktadır. Diğer yandan Müjgan’ın, zengin bir damat isteyen paragöz annesi kızının Hüsnü’yle evlenmesini istemez ve kızını Faruk’a verir. Kaynak: http://www.sinematurk.com/film/1506-ah-mujgan-ah/

Ah Müjgan Ah

Bugün Müjgan güzel bile değildi...
Ah Müjgan Ah (1970)
Avatar - Son Hava Bükücü (The Last Air Bender)
M. Night Shyamalan tarafından çekilen, 2010 yapımı Avatar: Son Havabükücü isimli çizgi serinin uyarlaması olarak tasarlanan üçlemenin ilk filmi'dir. Nickelodeon ve Paramount Pictures tarafından yapılmıştır. Aslında üçlemenin isminin serininki ile aynı olması planlanıyordu. Ama James Cameron'ın yönettiği 2009 yapımı, üç boyutlu bilim kurgu filmi Avatar la olan isim benzerliği sebebiyle Shayamalan, üçlemenin adından "Avatar" kelimesini çıkarmış ve üçlemenin adını da "Son Hava Bükücü" olarak değiştirmiştir.Senaryo yazımında serinin yaratıcıları Michael Dante DiMartino ve Bryan Konietzko Shyamalan'ı yalnız bırakmamışlar ve Senaryoyu birlikte hazırlamışlardır.Yaratıcıları seriyi senaryo'ya dönüştürürken ana karakter Aang'i geliştirip, daha aktif ve cesur bir karaktere dönüştürmüşlerdir. Orijinal seri'de üç sezon boyunca yaşanan olaylar toplamda dokuz ayda yaşanırken, üçleme'deyse üç yıl'da yaşanacak. Seriyle filmin arasındaki başka bir fark, Aang ve Iroh'nunkiler gibi isimlerin İngilizce yerine orijinal Asya fonetik okunuşlarıyla okunması.Bu filmi seriye göre daha gerçekçi kılıyor.Filmde serinin aksine ateş bükücülerin çoğu kendi ateşlerini yaratamaz, yalnızca Iroh,Zuko ve bazı ileri seviye ateş bükücüler kendi ateşlerini yaratabilmekte.Ve Avatarlar'ın aile kurmaları'nın imkansız olması Zuko ve Azula'nın Avatar Roku'nun torunları olmasını imkansızlaştırıyor.Filmde Roku Ruhlar dünyası'nda Aang'e (tıpkı dizide Zuko'ya rüyasında göründüğü gibi) Ejder formunda görünüyor. 2009 Mart'ında çekimlerine başlanan filmin oyuncuları ise çoğunlukla yeni yüzlerden oluşuyor. Üçleme olarak tasarlanan projeye Paramount Pictures 350 milyon dolarlık bir bütçe ayırdı. 2011'de ikinci ve 2012'de üçüncü filmin tamamlanması planlandı. Üçlemenin ilk filmi olarak düşünülen ilk film serinin ilk sezonunu kapsıyor.Film dört ayda 318 milyon dolar hasılat elde etmiştir.

Neden +1 olarak yaratıldın, bulmalısın

... General Iroh: -Gerçekte hiçbir şey kaybolmaz. Yue(Ay Ruhlu prenses): +Bunu yapmam mümkün mü? -Her birimiz dünyaya bir amaç için geliriz. Bu amaçları bulmalıyız.. +Benim dünyaya gelme sebebim de buydu. +Fedakarlık olmadan aşk olmaz...
Avatar - Son Hava Bükücü (The Last Air Bender)
Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
240
Baskı Tarihi
Ocak 2006
ISBN
975-352-015-8
Baskı Sayısı
8. Baskı
Yayın Evi
Pınar Yayınları
Mütercimi
Abdi Keskinsoy

İlk sahabe nesli

Bu neslin (ilk sahabe neslinin) beslendiği ilk kaynak yalnızca Kur'an'dı. Hz.Peygamber'in fiili ve kavli sünneti, bu kaynağın yalnızca hayata geçirilmiş biçiminden ibaretti. Nitekim Hz.Aişe'ye, Hz.Peygamberin ahlâkı sorulduğunda; 'Onun ahlâkı Kur'an'dı' karşılığını vermiştir. Bu duruma binaen söz konusu o ilk neslin beslenmelerinin, yetişme ve davranışlarının yegane kaynağı Kur'an'dı. Böyle olmasının nedeni, o günün insanlarının kültürsüz, bilimsel gelişmelerden uzak olmaları, yazılı kitaplara sahip olmamaları değildir. Kesinlikle gerçek neden bu değildir. Zira günümüz Batı dünyasının yaşam tarzına bile bazen direkt, bazen de dolaylı olarak yön veren Roma medeniyeti ile bu medeniyeti oluşturan kültür, kitaplar ve yasalar, o dönemde de vardı. Yine o dönemde eski Yunan medeniyetinin kalıntıları, bu medeniyetin mantığı, felsefesi ve sanatı da mevcuttu. Öyle ki bunlar günümüzde dahi Batı düşüncesinin kaynağı olma vasfını sürdürmektedir. Bunların yanısıra eski İran medeniyeti, onun sanatı, şiiri, mitolojisi, inanç sistemi, yönetim biçimi ve hikmet manzumeleri de bulunmaktaydı. Yahudilik ve hristiyanlık Arab Yarımadasının kalbinde yaşarken, eski Roma ve İran medeniyetleri Arab Yarımadasını kuzeyden ve güneyden kuşatmışlardı. O halde o nesli, teşekkül devrinde yalnızca Allah'ın Kitabından beslenmeye sevkeden unsur, dünya çapında bir medeniyet ve kültürden yoksun olmaları değildi. Onların bu şekilde davranmaları, bilerek verilmiş bir kararın ve muayyen bir gayeyi hedeflemiş bir metodun neticesiydi. Bu durumun, şuurlu bir karar neticesi olduğunu şu hâdise açık bir biçimde göstermektedir: Hz.Ömer'in elinde Tevrat'tan bir sayfa gören Hz.Peygamber, öfkelenerek şöyle buyurur: Allah'a yemin ederim ki eğer Musa aranızda yaşıyor olsaydı, bana ittiba etmekten başkası onun için caiz olmazdı. Hz.Peygamber'in böyle davranmasının nedeni, söz-konusu nesli, ilk teşekkül devrinde yalnızca Kur'an'dan beslenmeye sevketmek gayesine matuftu. Zira o neslin vicdanları teşekkül devrinde ancak bu şekilde sadece Kur'an'a yönelebilir ve yalnızca onun gösterdiği istikamette yürümeleri sağlanabilirdi. Hz.Peygamber'in, Hz.Ömer'e kızmasının nedeni, onu [Kur'an'ın dışında] başka bir kaynaktan beslenmeye çalışırken görmesidir. Hz.Peygamber; kalbi, aklı, şuuru, bakış açısı ve oluşumu, Kur'an'da tezahür eden ilahî metodun haricinde olan her çeşit etkiden arındırılmış bir nesil teşekkül ettirmeyi arzuluyordu.

Türü
Hikâye
Sayfa Sayısı
134
Baskı Tarihi
2010
ISBN
978-975-570-468-5
Baskı Sayısı
0. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
SEL
"Hayaller ve Sokaklar hayattan yansıyan, sanat ve felsefeyle harmanlanmış, aynı zamanda dünyaya pek çok yazarın, yönetmenin ve felsefecinin gözünden bakmayı sağlayan öyküler toplamı. Ressam, müzisyen ve yönetmen Mehmet Güreli'nin kaleminden…" Kitabın arka kapağından alıntıdır.

Bugün

"Bugün belli bir düşünceye hizmet ettiğini sananların yanılgılarını duyamayacak olmaktan korkmamalı. Uzaklardan gelmiş bir derviş gibi bakmalı dünyaya, tanınmayan, tanımaya çalışan biri. Bağlanmayan, bağışlayan ve paylaşan. Son sözü olmayan, baştan aşağı bülbülün nağmeleriyle dolu, meçhul bir yerden çıkagelen balığı izleyen seyirci gibi..."

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
220
Baskı Tarihi
1998
Yazılış Tarihi
1982
ISBN
975-437-042-7
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Ötüken
Hicret'in 15. asrına girdiğimiz şu yıllarda 'İslam bir inanç sistemi ve hayat nizamı olarak bütün dünyanın ilgisini çekmektedir. ''İslamın Bugünkü Meseleleri'' adıyla neşrettiğimiz eserde yazar, bu meseleyi sosyal ilimci gözüyle incelemişti. Bu kitapta ise, aynı metodla tasavvuf meselelerini ele almaktadır. Günümüzde tasavvuf Türk aydınının zihnini ne bakımlardan meşgul etmektedir? Çağımızın tarih, felsefe, sosyoloji-psikoloji bilgileri hesaba katıldığında, tasavvuf üzerinde nasıl bir değerlendirme yapılabilir? Tasavvufi düşüncenin geleceği ne olabilir? Tasavvufun İslam'daki yeri nedir?

İslâm mistisizmine panteizmin girişi

(tasavvufun sadece zühd anlamından çıkıp başka anlamlar kazanmaya başladığı) Bu dönüm noktasının en renkli simaları arasında Zünnün-ı Mısrî (ö. 861), Bâyezid-i Bistamî (ö. 875) ve Cüneyd-i Bağdadî (ö. 910) vardır. İslâm mistisizmine panteizmin girişi bunlarla başlamıştır. Yunan felsefesinin ilk izleri de yine bu yüzyılda Tirmizî (ö. 898) ile birlikte ortaya çıkıyor. Bâyezid şathiyatı ile, yani vecd halinde söylediği ve dinin temel inançlarına zıd görünen sözleriyle meşhur olmuştur. Bu sözler arasında Sünnî müslümanları en müşkül durumda bırakanı ise bir defasında "benim şânım ne yücedir" diye bağırmasıdır. Yine, müezzin, Allahu Ekber dediği zaman "Ben daha büyüğüm" dediği rivâyet edilir. Fakat bütün bunlar hep yüzyıl kadar sonra toplanan rivâyetlerdir; Bâyezid hiçbir eser bırakmamıştır. Onun zühdde çok ileri gittiği de söylenir. Bu arada tıpkı Peygamber gibi Mi’raç’da bulunduğunu iddia etmesi yüzünden memleketinden sürülmüştür. Fakat bütün bunlara rağmen Cüneyd ile Hallâc onun "daha işin başında" kaldığını söylerler. Bâyezid’in şathiyatı üzerine yorumlar yapan Cüneyd, bütün İslâm tasavvufunun en orijinal ve en parlak şahsiyeti olarak bilinir. Muhâsibî’nin bir müridi olan Cüneyd, Bâyezid’in şathiyatını yorumlamak suretiyle onun sözlerini şeriat dâiresine sokmaya çalışmıştır. Anlaşıldığına göre, Bâyezid ve Zünnun gibi zındıklıkla suçlanan sûfîler tasavvuftaki "fenâ" teorisinin tehlikeli sonuçlarını hesaba katmayacak kadar ileri gitmişler ve tasavvuf hareketinin Müslümanlar nazarında bir sapık mezhep görüntüsü kazanmasına yol açmışlardı. Fenâ doktrinine göre sûfî kendisindeki beşerî vasıflardan sıyrılarak nihâyette Allah’ın vasıflarını kazanır; yani İnsanî benliğini öldürerek İlâhî vasıflara kavuşur. Sonraki pekçok yorumcular gerçekten hem Bâyezid’de hem Hallâc’da görülen Tanrılık iddialarının sırf bu şekilde bir "vasıfta birlik" hali olduğunu, yoksa bunların zât olarak Tanrılık iddia etmediklerini söylemişlerdir. Cüneyd mistik hallerde şuûra doğan şeylerin objektif bir gerçeği olamayacağını söylemektedir ki bu nokta bazı sûfîlerin gerçekten İslâm’la bağdaştırılamayan şathiyatta bulunduklarını imâ ediyor. Yine aynı şekilde, Cüneyd’e göre ma’rifte ilimden üstün olamaz; yani sûfîlerin mistik sezgi ile bildikleri şey rasyonel bilginin neticelerine tercih edilemez. Yine Cüneyd, serbest olan şeylerden (ibâha) önce yasak olanlara (tahrîm) dikkat ve riâyet etmek gerektiğini belirtmektedir. Aslında bütün bunlar o çağda tasavvuf hareketinin şeriat hudutlarını zorlamakta olduğunu işâret ediyor. Bu çatışma Hallâc olayından itibaren iyice artmak üzere gitgide ehl-i sünnet itikadı istikametinde gelişmiştir. Cüneyd, sûfîlerin tevhid doktrinini Kur’an’daki "Elestü" misâkına dayandırıyor. Ona göre insanın -ve insanlığın- bütün hayatı oradaki ahdi yerine getirmek ve "menşe’ine dönmek" olayından ibarettir. Vecdin son merhalesi (kemal ve nihâye) de bu olmalıdır. Buradaki menşe’ veya bidâye, Cenâb-ı Hakk’ın bizi ezelde temsil ettiği hal(ide)’dir, ki bunu şimdiki mevcudiyetimiz olarak anlamalıyız. Elest bezminde Allah’ın yarattıkları şimdiki mânâsiyle "gayr-i mevcud" idiler. Onlar öyle bir mevcudiyet içinde idiler ki onu ancak Allah’ın ilmi kavrar. Cüneyd’e göre insanın "mevcud olmadan evvelki" haline dönüşü Yaratıcı’nın hayatına girme mânâsına gelir; bu ise fenâ yoluyla beka bulmak demektir. Yani sûfî ölerek hayat bulur, onun ölümü "hayat-ı asliyeye katılma" mânâsına gelir. Nitekim Cüneyd’e göre tasavvuf "Allah’ın seni senliğinden öldürmesi ve kendisinde yaşatmasıdır. Şu halde Allah’ta beka bulmak için benlikten geçmek gerekir. Ancak, benliğin ölümü insanın mevcudiyetinin son bulması mânâsına gelmez; burada sâdece onun ferdiyetinin "Tanrı ile ve Tanrı’da" ebedîleşmesi söz konusudur. Fakat Cüneyd beka kavramını bu kavramın mûcidi olan Harrâz’dan farklı bir şekilde kullanmaktadır. Harrâz zühd yoluyla nefsânî arzulardan sıyrılma (benlikten geçme) sonunda rûhun, İlâhî inâyetle, bir transfigürasyona (şahsiyet istihâlesi) uğradığını söylüyor. "Aynü’l-cem" denen bu hal iki özün birleşmesidir. Halbuki Cüneyd, vecd hâlindeki birleşmenin o halden sıyrılmakla, yani maddî âleme dönmekle sona eren geçici bir durum olduğunu düşünüyor. Önemli olan -Bâyezid’in aksine- kendinden geçtikten sonra ayılmak ve "Allah’da beka bulduğunu" farketmektir. Cüneyd’e göre sûfî’nin hâli, sevgiliyle bir zaman beraber olmuş bir âşıkın ona yeniden kavuşmak için çırpınması ve devamlı hasret çekmesidir. Görülüyor ki, Cüneyd’in zamanına kadar tasavvuf artık zühd safhasını çoktan aşmış, mistik doktrinler teşekkül etmeye başlamıştır. Bu kitabın Ekler kısmında Bâyezid’den nakledilen metinde de görüleceği gibi, klâsik mistisizmin esası olan birlik, herşeyin birden çokluk hâlinde zuhûru, ve sonra başlangıçtaki birliğe dönüş doktrini yerleşmiş, bu dönüşün hayattaki vâsıtası olan vecd hâli sûfîler arasında yaygınlaşmıştır.

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
220
Baskı Tarihi
1998
Yazılış Tarihi
1982
ISBN
975-437-042-7
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Ötüken
Hicret'in 15. asrına girdiğimiz şu yıllarda 'İslam bir inanç sistemi ve hayat nizamı olarak bütün dünyanın ilgisini çekmektedir. ''İslamın Bugünkü Meseleleri'' adıyla neşrettiğimiz eserde yazar, bu meseleyi sosyal ilimci gözüyle incelemişti. Bu kitapta ise, aynı metodla tasavvuf meselelerini ele almaktadır. Günümüzde tasavvuf Türk aydınının zihnini ne bakımlardan meşgul etmektedir? Çağımızın tarih, felsefe, sosyoloji-psikoloji bilgileri hesaba katıldığında, tasavvuf üzerinde nasıl bir değerlendirme yapılabilir? Tasavvufi düşüncenin geleceği ne olabilir? Tasavvufun İslam'daki yeri nedir?

Tasavvufun zühd devrinde sünnî itikadı ile herhangi bir çatışma olmamıştır

Dokuzuncu yüzyıldan itibaren zühd hareketi daha çok mistik bir karakter kazanmaya başlıyor ki, bu istihalenin başında meşhur sufî Haris Muhâsibî’yi (781-837) görüyoruz. Muhâsibî ilk olarak sûfî anlayışını bir doktrin halinde geliştirmeye çalıştı. Onu kendinden öncekilerden ayıran en önemli tarafı İlâhî aşk konusunda söylemiş olduklarıdır. Muhâsibî’ye kadar sûfîler daha ziyâde Allah korkusu ve kısmen Allah sevgisinden bahsediyorlardı. Fakat ilk defa o oldukça ferdileşmiş ve Allah tarafından bir lûtf olarak verilmiş aşktan bahsetti. /../ Görülüyor ki Muhâsibî zühdü, korku ile birlikte fakat ondan daha çok sevgi ile birleştirmiş bir sûfîdir. Aşk felsefesi tasavvuf tarihinde bir dönüm noktası teşkil ediyor. Muhâsibî bu geçişin tek temsilcisi değildir, ama en önemli temsilcisi olduğu muhakkaktır. Bu istihalenin, eğer zühd devam edecekse, tabiî bir netice olarak karşılanması gerekir. Gerçekten, daha önce de işâret edildiği gibi evrene karşı menfî bir tavır takınarak zühd hayatı yaşamak kuru ve tadsız bir hayatın ısrarla devamı demek olur ki bu imkânsızdır. İnsan zühdü ancak bir mânevî heyecan ile, yani müsbet bir hedefle birleştirdiği takdirde ondan zevk duyar ve devam ettirir. Böylece, korku ile başlayan şey sıkı bir kulluk ve nihâyet muhabbetle neticelenmiştir. Bu değişmenin Bağdad’da vuku bulması ve Abbasî müsamahakârlığının, tercüme faaliyetlerinin zirvede bulunduğu bir zamana rastlaması insanın aklına hemen dış tesirler getirmektedir. Muhtemelen bu sırada tevhid fikrinin ulemâ arasında çok konuşulan bir konu olması süfilerin bu meseleyi kendi açılarından izah etmelerine yol açmıştır. Tasavvufun zühd devrinde sünnî itikadı ile herhangi bir çatışma olmamıştır. Muhâsibî’nin çağdaşı olan meşhûr Ahmed bin Hanbel’in bile bir zühd kitabı yazdığı düşünülürse, zühdî tasavvufun fıkıh açısından hiçbir problem yaratmadığı açıkça anlaşılır. Gerçekten, Muhâsibî, ehl-i sünnet ulemâsı tarafından reddedilebilecek birşey söylemiş değildir. Onun Kur’an ve sünnet dışında hiçbir rehber tanımadığı açıkça görülüyor. Nitekim bir çeşit biyografi mâhiyetinde olan Kitâbül-Vesâyâ’sında kendi zamanının inanç kargaşalıklarından uzun uzun bahsettikten sonra, insanı selâmete ulaştıracak yolun ancak Şeriat’e tam mânâsiyle uymak, emir ve nehiyleri sıkı bir şekilde tâkip etmek ve Peygamber’i rehber edinmek olduğunu söylüyor.

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
419
Baskı Tarihi
2010
Yazılış Tarihi
1935
ISBN
978-975-07-0776-6
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Can
Orijinal Adı
The Clown and His Daughter
Sinekli Bakkal, Halide Edip Adıvar'ın ünlü romanıdır. İlk olarak İngilizce The Clown and His Daughter, (Soytarı ile Kızı) adıyla 1935 yılında Londra'da yayımlanmıştır. Türkçe olarak ilk defa 1935 yılında Haber gazetesinde tefrika edildi. Daha sonra 1936 yılında kitap olarak basılmıştır. 2006 itibariyle 37. basımı yapılmıştır. Birçok yabancı dile çevrilen roman, 1942'de CHP Roman Armağanı'nı kaz

Halkı düşünmeye alıştırmak için şeytana tapmayı öğretsek, nasıl olur, üstat?

Peregrini diyordu ki: — İnsanı ilk defa ilim ağacının yemişini yemeye sevk eden Şeytan değil mi? O olmasa, insan sadece yiyen, içen, iki ayak üstünde dolaşan bir mahluktan ibaret kalırdı. Tecessüs her bilginin anahtarı, bu anahtarın sahibi ve bize ilk bu anahtarı veren de Şeytan’dır. Piyanist, ellerini sallayarak konuşuyor, sesini , yükseltiyor, gözleri arayıcı birer ışık gibi Dede’nin yüzünde dolaşıyor. Halbuki Vehbi Dede onu, bir çocuk coşkunluğu seyreden olgun bir adamın sükunetiyle, belki müsamahasıyla dinliyordu. Piyanist devam etti: — Hiç olmazsa Şeytan’ın cesaretini tasdik et, Dede Efendi. Fikir cesaretinin piri odur. Halik’in gazabına ilk isyan eden, cennetin nimetlerinden, refahından atılmayı ilk göze alan hep odur. Yeryüzünde ilk ateşi, gökten çalıp getiren Promete’den tut da, bütün filozoflara, bütün büyük ihtilalcilere, hatta benim gibi kilisesine isyan eden adi bir adamın bile piri odur. Bak, Şeytan için ne güzel bir parça besteledim. Ellerini havaya kaldırdı, ve piyanoya indirmeden evvel, — Cennette namdar' bir melek olmayı, fikir hürriyeti namına feda edenin şerefine, dedikten sonra bir çılgın gibi parmakları piyanonun üstünde dolaşmaya başladı. Rabia’ya öyle geldi ki, çaldığı havada kâinatın bütün şeytanları, ifritleri başıboş, hürriyetle sarhoş bağırışıyor-çığrışıyorlar. Sarışın Galip, ellerini çırptı: — Bu memlekette halkı düşünmeye alıştırmak için şeytan’a tapmayı öğretsek, nasıl olur, üstat? Şevki homurdandı. O, daima Galip’in sözünü ağzına tıkardı: —Sakın üstadı taklit edeceğim diye, bizim halka şeytan’dan bahsetmeye kalkma; seni Zuhuri koluna çıkmış zannederler.