Sayfa Sayısı
0
Baskı Sayısı
0. Baskı
Feyyaz Kayacan'ın öykülerinin bir araya getirildiği, içerisinde toplam altı kitap ve onlarca öykünün bulunduğu derleme.

Hiçoğlu

Adsız nasıl çıkılır sokaklara, boynundan yukarısı bembeyaz. Tiril tiril incecik bir kâğıt? Biri gelse bari, kaş göz resmi yapsa, ağız burun resmi yapsa.

Türü
Akademik
Sayfa Sayısı
343
Baskı Tarihi
2012
ISBN
978-975-570-590-3
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Sel Yayıncılık
Editörü
İrfan Sancı
Mütercimi
İsmail Yerguz
Orijinal Adı
Une Historie Politique Du Pantolon
Nedir pantolon? Belimizden ayaklarımıza kadar olan bölümünü örten ve iki bacağımızı kaplayan bir giysi. Ancak giysi, toplumsal düzeni yansıtır ve onu yeniden üretir. Dolayısıyla pantolonun öyküsünün ardında koca bir anlam yatar, ne de olsa “kişisel olan politiktir”. Carl Flügel, erkeğin pantolon giymesini “güzellik iddiasını bırakıp, biricik amacının yararlılık olmasına” yorar.

Pantolon Deyip Geçme

"Farklı ulusların milletvekillerine belli bir kıyafet zorunluluğu getirmek, ulusumuzun ilk günahı gibi görebileceğimiz ve yeniden doğmak istiyorsak bir an önce kurtulmamız gereken talihsiz sınıf ayrımını daha belirgin hale getirmek değil midir?" (Jean-Baptiste Salaville)

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
220
Baskı Tarihi
1998
Yazılış Tarihi
1982
ISBN
975-437-042-7
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Ötüken
Hicret'in 15. asrına girdiğimiz şu yıllarda 'İslam bir inanç sistemi ve hayat nizamı olarak bütün dünyanın ilgisini çekmektedir. ''İslamın Bugünkü Meseleleri'' adıyla neşrettiğimiz eserde yazar, bu meseleyi sosyal ilimci gözüyle incelemişti. Bu kitapta ise, aynı metodla tasavvuf meselelerini ele almaktadır. Günümüzde tasavvuf Türk aydınının zihnini ne bakımlardan meşgul etmektedir? Çağımızın tarih, felsefe, sosyoloji-psikoloji bilgileri hesaba katıldığında, tasavvuf üzerinde nasıl bir değerlendirme yapılabilir? Tasavvufi düşüncenin geleceği ne olabilir? Tasavvufun İslam'daki yeri nedir?

Gazâli ve Tasavvuf

Sünnî Müslümanlıkla sûfı hareketi arasındaki bağlantının muhafazası ve sûfîliğin İslâm-dışı bir istikamet tutturmaması için sarfedilen gayretlerin en büyüğü ve en önemlisi Gazâlî’nin çalışmalarıdır. Bütün İslâm tarihinde din anlayışı bakımından Peygamber’den sonraki en önemli dönüm noktasının Gazâlî olduğu söylenir. Hattâ bu hususta oynadığı rol bakımından ona "Peygamber’den sonraki en büyük müslüman" diyenler bile vardır. Gazâlî’nin durumu, tasavvufta İslâm açısından neyin daha önemli, neyin daha mânâsız olduğunu göstermek bakımından özellikle incelenmeye ve örnek alınmaya değer bulunmaktadır. Gazâlî hayatının ilk döneminde bir fıkıh âlimi olarak çalıştı. Fakat bir zaman şiddetli bir düşünce buhranı (Crise de Consicience) geçirdi ve o zamana kadar uğraştığı ilimleri, yaşadığı hayat tarzını, inanç ve ibâdet konusundaki görüşlerini bir tarafa bırakarak münzevî bir sûfî hayatı yaşamaya başladı. Bir müddet sonra bu hayatı da bırakarak eski mesleğine dönüp hocalık yapmaya yeniden başladı. Bu son safhada Gazâlî ilk döneminin anlayışında değil, ama sûfîlik döneminin eserlerini de aynen taşımıyordu. Kısacası, o bir taraftan sünnî Müslümanlığın bütün esaslarını kabul ederken, diğer taraftan dinin kuru bir îmân ikrarından ve ibâdetleri yerine getirmekten ibaret olmadığını düşünüyordu. Ona göre îmân kalbin derinliklerinde yaşanılan bir şeydir ve sûfîlik işte bu derûnî hayatın yaşanılması konusunda bir metod olarak büyük kıymet taşıyordu. Gazâlî bu kıymetin gerçekte neden ibâret olduğunu, sûfî hayatının bütün sübjektif tecrübelerini geçirerek gördü. Gazâlî’nin sünnî tasavvuf anlayışını yerleştirmek üzere çalışan diğer şahsiyetlerden farklı ve orijinal tarafı, onun İslâm’da Sünnîlik ve tasavvuf veya şeriat ile tarikat diye iki ayrı cereyanı uzlaştırması değil, bu ikisinin bir olduğunu göstermesidir. Nitekim Gazâlî’den sonradır ki, artık ulemâ ve sûfî diye ayrı zümreler yerine âlim-sûfiler veya sûfî-âlimler ortaya çıkmıştır. Artık İslâm âlimlerinin çoğu aynı zamanda sûfî, tarîkat büyüklerinin çoğu ise aynı zamanda âlim kimselerdir. O kadar ki, İslâm reformcusu olarak çıkıp da şeriatten sapmalara şiddetle reaksiyonda bulunan, tabiî bu arada sübjektif din yorumlarına aşırı muhalefetleri dolayısiyle sûfîlere iyi bir gözle bakmayan müslüman liderler bile tasavvufun çeşitli yönlerine yabancı kalmamışlar, hattâ bunlar arasında keşf iddiasında bulunanlar bile çıkmıştır“. Gazâlî’ye göre sûfîler hem ilmi, hem ameli zarûri görürler. Onlar nefsi kötülüklerden kesmek ve ahlâkı kötü sıfatlardan arıtmayı öngörürler. Öyle ki, kalbi artık Allah’dan gayrı herşeyden ayırmak ve sâdece O’nunla doldurmak icâbeder. Gazali bu işin bilgi tarafını amel tarafından daha kolay bulmuş, meşhûr mutasavvıfların eserlerini -Ebû Tâlib Mekkî’nin Kutü’l-Kulûb’u gibi- okumuş, böylece tasavvufun bilgi ile ilgili tarafının özünü kavramıştır. Fakat asıl sûfîliğe mahsus olan tarafın zevk (vecd) ile, hal ile, sıfatların tebeddülü ile kazanılabileceğini söylemektedir. Onun zevk dediği şey vâsıtasız idrâktir, yani îmân mevzuu olan şeyi akıl yoluyla değil, bizzat müşâhede ile bilmektir. Esasen o üç türlü bilgiden bahsetmektedir ki bunların birincisi vâsıtasız idrâkle, diğeri ilimle (akıl ve muhakeme), üçüncüsü de basitçe inanarak bilinendir.

Türü
Diğer
Sayfa Sayısı
104
Baskı Tarihi
1998
ISBN
975 8278 07 X
Baskı Sayısı
0. Baskı
Yayın Evi
Aralık Yayınları
Mütercimi
Kâmuran Şipal
Orijinal Adı
Briefe an einen Jungen Dichter

Sabır Her Şeydir

Sanat yapıtları sonsuz yalnızlıklar içindedir ve yanlarına en az sokulabilecek birşey varsa o da eleştiridir. Ancak sevgidir ki kavrayabilir onları, alıkoyabilir kendisinde, onlara karşı adil davranabilir. - Bir sanat yapıtı üzerine bir eleştiri, bir inceleme ya da bi giriş yazısı okuduğunuzda, öncelikle kendinizi ve kendi duygularınızı haklı bulunuz. Diyelim böyle davrandınız da haksızdınız böyle davranmakla, iç yaşamınızın doğal gelişimi zamanla sizi daha değişik duygu ve düşüncelere ulaştıracaktır. Yazgılarınızın, tüm ilerlemeler gibi iç dünyanın derinliklerinden kaynaklanıp hiçbir şeyle aceleye getirilemeyecek ve çabuklaştırılamayacak o kendine özgü, sessiz ve rahat gelişim sürecini yaşamalarına fırsat tanıyınız. Her şey kendisi için öngörülmüş bir süre içte taşınmalı, sonra dünyaya getirilmelidir. Her izleniminin ve duygu tohumunun tümüyle içte, karanlıkta, o dile getirilemezde, o bilinçdışında, insan usuyla ulaşılamazda gelişmesini sağlayıp derin bir alçakgönüllülük ve sabırla yeni bir açıklık ve kavrayışın doğacağı saati beklemek: İşte gerek anlamada, gerek yaratmada sanatçı gibi yaşamak diye buna derler ancak. Bu gibi şeyler zamanla ölçülemez, sözü geçmez olur yılların, onyılların adı vardır yalnız. Sanatçı olmak, hesap kitaplardan ve sayılardan el çekmek, özsularını aceleye getirmeyen ve baharın rüzgârlı fırtınalı havalarında istifini bozmaksızın ayakta duran bir ağaç gibi olgunlaşma sürecinden geçmektir. Ya baharın ardından gelmezse yaz, diye bir korkuya kaptırmaz kendini ağaç; yaz gelir hep çünkü, ama önlerinde bir sonsuzluk bulunuyormuş gibi öylesine tasasız bir suskunluk, öylesine bir enginlik içinde bekleyen sabırlıları gelip bulur ancak. Her gün öğrendiğim, Tanrının her günü şükranla bağra basılan acılar içinde öğrendiğim bir şey var: Sabır her şeydir.

Türü
Şiir
Sayfa Sayısı
736
Baskı Tarihi
Ekim 2013
Yazılış Tarihi
1300
ISBN
978-605-08-1241-1
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Timaş
Editörü
Ayşe Tuba Ayman
Mütercimi
Nurseren Yurtman
Orijinal Adı
La Divina Commedia
Dünya edebiyatının temel metinlerinden biri olan İlahi Komedya, yedi yüz yıllık geçmişiyle birçok edebî esere ilham kaynağı olagelmiştir. Dante’nin hem yazarı hem de başkahramanı olduğu bu destansı anlatıda ölümden sonraki hayata yapılan yedi günlük bir yolculuk anlatılır. Dante, sırasıyla Cehennem, Araf ve Cennet’ten geçerek buralardan edindiği izlenimlerini okuyucuya lirik bir dille aktarır. Böylece Orta Çağ Batılı insanının zihnindeki “ahiret” algısı gözler önüne serilirken, ortaya tarihin en uzun şiirlerinden biri çıkmış olur.

Saracen

Ortak yönlerin, ayrılıklara nazaran üstünlüğüne karşın, kutsal metinlerde anlatılan olaylardaki somut farklılıklar, iki din (İslam ve Hıristiyanlık) arasında çeşitli önemli ayrımlara yol açar. Bunun bir örneği, Hristiyan ve Yahudiler için Tanrıya kurban edilen İbrahim'in oğlunun Müslümanlarda olduğu gibi Hacer'den doğma İsmail değil, Sarah'dan doğma İzhak olmasıdır. Bu nedenle Orta Çağ Hristiyanları, jeneolojik açıdan Arapları soyları İsmail'den gelen kavim olarak görmüş ve onları İsmaililer veya Haceriler olarak anmışlardır. Kökeni çok daha eskiye dayansa da Haçlı Seferleri sırasında sıkça duyulan bir başka adlandırma "Serazen" (Saracen) olmuştur. O tarihlerde bu terim genel anlamıyla pagan, inançsız ya da imansız gibi olumsuz anlamlar taşıyordu ve bununla doğrudan Orta Doğulu göçebe Araplar kastediliyordu. (Bülent Coşkun'un önsözünden)

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
153
Baskı Tarihi
2005
ISBN
975-7462-81-0
Baskı Sayısı
7. Baskı
Yayın Evi
Dergâh

Orta bir kafada otorite fikri

Zavallı Behçet, bütün ömrünce hiçbir efendilik hissini duymayacak, her tanıdığı şey ona sahip olacaktı. Hayır, hiçbir sevdiği ve inandığı şeyi, sırf bu sevginin üzerine çıkabilmek, kendisini bu imtihanda muzaffer görmek, bir bağı daha koparmış görmek için olsun fırlatıp atamayacaktı. O eşyanın ve insanlarının mutlak bir saltanatı altında, küçük, müstebit bir saklanma, her şeye rağmen saklanma duygusunun büklümleri içinde küçük, çok küçük bir şey olarak yaşayacaktı. İşin fenası, kendisi de bütün bunların farkındaydı ../.. Her şeyin ve bütün bir hayatın gecikmiş bir ihtilâle doğru gittiği bir âlemin ortasında Behçet, yerleşmiş telâkkilere, an'ane, tekâmül, kanun, keyfî nizam, ne olursa olsun, bir nevi tanrılara bakar gibi bakıyordu. Ayrıca iktidara karşı girişkendi. Vaktiyle küçük bir çocukken nasıl babasının ve annesinin gözüne girmek için hiçbir fırsatı kaçırmamışsa, nasıl idadiden Mülkiye'ye kadar bütün tahsil hayatında ne müdürlerin, ne de hocaların ve arkadaşlarının teveccühünü kazanmak için elinden gelen herşeyi yapmaktan çekinmemiş, gece sabahlara kadar uykusunu feda etmiş, vaktine vakit katarak çalışmışsa, şimdi "mülâzemet"le girdiği Dâhiliye Kalemin'de de aynı tarzda çalışıyor, üst üste fezlekeler, telhisler yazıyor, kendisine hiç sorulmayan meseleler hakkında sağa sola, hiç kimseyi kuşkulandırmayan layihalar takdim ediyor, Nâzır'a, Mabeyincilere, babasının eski dostlarına boş zamanlarında kendi elleriyle ciltlediği kitaplar gönderiyor, kısacası henüz ilk adımlarını attığı memurluk hayatında, birdenbire açık pencereden bir odaya girmiş arı gibi, sanki küçücük cüssesiyle her tarafı doldurmaya çalışıyordu.

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
220
Baskı Tarihi
1998
Yazılış Tarihi
1982
ISBN
975-437-042-7
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Ötüken
Hicret'in 15. asrına girdiğimiz şu yıllarda 'İslam bir inanç sistemi ve hayat nizamı olarak bütün dünyanın ilgisini çekmektedir. ''İslamın Bugünkü Meseleleri'' adıyla neşrettiğimiz eserde yazar, bu meseleyi sosyal ilimci gözüyle incelemişti. Bu kitapta ise, aynı metodla tasavvuf meselelerini ele almaktadır. Günümüzde tasavvuf Türk aydınının zihnini ne bakımlardan meşgul etmektedir? Çağımızın tarih, felsefe, sosyoloji-psikoloji bilgileri hesaba katıldığında, tasavvuf üzerinde nasıl bir değerlendirme yapılabilir? Tasavvufi düşüncenin geleceği ne olabilir? Tasavvufun İslam'daki yeri nedir?

Sûfilerin yolarının Kur’ân ve Sünnet’e dayandığını gösterme çabaları

Sufî doktrini ile şeriat, yahut ehl-i sünnet itikadı arasında birlik ve uygunluk sağlamak üzere gayret sarfeden önemli şahsiyetler arasında Tirmizî [ehl-i sünnet müslümanları arasında ilk defa filozof (hakîm) lâkabıyla anılan muhaddis-sûfî] Tüsterî ve Harrâz sayılır. Bu yaklaşmayı sağlamak için uğraşanların ulemâ tarafından değil de sûfîler tarafından çıkması dikkati çekmektedir. Sûfîlerin büyük çoğunluğa kendilerini kabul ettirme ihtiyacını şiddetle duydukları anlaşılıyor. Bunların çok defa ulemâ tarafından zındıklıkla suçlanması ve güç bir hayat yaşamaları hesaba katılırsa bu titizlik ve hassâsiyetin sebepleri daha iyi anlaşılır. Fakat muhakkak ki, sûfiliği sünnî müslümanlığa uyacak şekilde yorumlayan eserlerin en tesirlileri -Gazâlî istisnâ edilirse- meşhûr sûfîlerin kitaplarından ziyâde onlar hakkında yazılmış olan derleme eserlerdir. Bu kitapların bir kısmı kaybolmuş, fakat daha sonraki nakilleri sâyesinde kısmen bugüne intikal edebilmiştir. Bunlardan en sistemli olan ve en çok kaynak değeri taşıyanlar Ebû Nasr Serrâc’m Kıtâ-bü’l-Lumma’ fi’t-Tasavvufu ile Kuşeyrî’nin Risâle’sidir. Kuşeyrî’nin Türkçeye çeşitli tercümeleri vardır ve en son yeni harflerle de çıkmıştır. Serrâc’ın kitabı Nicholson tarafından neşredilmiş olup henüz hiçbir yabancı dilde tercümesi yoktur. Tipik bir örnek olarak ona kısaca bakalım: Serrâc’ın asıl maksadı sûfî yolunun Kur’ân ve Sünnet’e dayandığını göstermektir. Nitekim kitabın Hulefâ-yı Râşidîn’e ve temel ibâdetlerin âdâbına ayrılmış kısımları ona normal bir akaid ve ilmihal kitabı manzarasını vermektedir. Serrâc’a göre sûfî’nin normal Müslümandan yegâne farkı, dinî hayatın derûnî tarafına fazla önem vermesinden ibârettir. Bu noktadan hareketle, Kur’ân ve Sünnet’e çok aykırı görünen şathiyatı bile yine Kur’ân ve Sünnet’e uygun bir yoldan te’vile çalışıyor. Kendisi sünnî bir Müslümandır ve tasavvuftaki beka kavramını İslâm’daki tevhîd akidesi çerçevesinde izâha çalışır; hulûl’ü açıkça reddeder. Sûfîlik hakkında verdiği târifler sünnî Müslümanların kabul edebilecekleri şeylerdir. Sûfîlerin esas itibariyle Kur’ân ve hadîste Peygamber’in ahlâkıyla ilgili olan keyfiyet ve hissiyata nüfûz edip onları kendi nefslerinde bulmaya gayret ettiklerini söylüyor. Ona göre sûfîler fukaha ve ulemâ’nın zor anladıkları ilimlere de vakıftırlar ki, onlar bu bilgileri Kur’an ve hadisin zâhirde göze çarpmayan mânâsından çıkarırlar. Serrâc, en çok tartışma konusu olan vecd bahsinde ise tamâmen sünnî bir tavır takınıyor ve Kur’ân ve Sünnet’te yeri bulunmayan her türlü vecdin bâtıl olduğunu (naklen) bildiriyor. Yine aynı şekilde, vecdin ve diğere mistik hallerin başkasına nakli (ifâdesi) imkânsızdır; bunlar konuşmaktan ziyâde susmakla ifâde edilir. Bizim konumuz bakımından en önemlisi ise kitabın son kısmında tasavvufu yanlış anlayanların düştükleri hatâların belirtilmesidir. Serrâc burada sünnî Müslümanlığa uygun düşmeyen hususların tamâmen yanlış bir tasavvuf anlayışını temsil ettiğini söylüyor, ki bu noktalara ilerde tekrar döneceğiz. Bu ve benzeri eserleri (meselâ Kelâbâzî’nin Taarrufu ve Kuşeyrî Risâle’si) gözden geçirenler bunlarda Peygamberin hakikî tâkipçilerinin sûfîler olduğunu göstermek hususunda özel bir gayret görürler. Yine bu eserlerden açıkça anlaşılıyor ki yazarların endişesi sâdece kendilerini sünnî cemaate kabul ettirmek değil, aynı zamanda bizzat sûfî yolunu seçenler arasında meydana gelen kargaşalıkları ortadan kaldırmaktır. Nitekim zâhidlik yolunun sûfîliğe dönüşünde önemli köşebaşlarından biri olan Antakî, kendi zamanında sûfîlerin câhilliğinden şikâyet etmekte ve âlimlerin servet peşinde koşmaları yüzünden gençlerin tahsil ve terbiyeden mahrum kaldıklarını söylemektedir. Sûfîler arasındaki "dikişsiz" şathiyatın sebep olduğu kargaşalıklar ise bütün müelliflerin ortak şikâyetidir.

Türü
Şiir
Sayfa Sayısı
736
Baskı Tarihi
Ekim 2013
Yazılış Tarihi
1300
ISBN
978-605-08-1241-1
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Timaş
Editörü
Ayşe Tuba Ayman
Mütercimi
Nurseren Yurtman
Orijinal Adı
La Divina Commedia
Dünya edebiyatının temel metinlerinden biri olan İlahi Komedya, yedi yüz yıllık geçmişiyle birçok edebî esere ilham kaynağı olagelmiştir. Dante’nin hem yazarı hem de başkahramanı olduğu bu destansı anlatıda ölümden sonraki hayata yapılan yedi günlük bir yolculuk anlatılır. Dante, sırasıyla Cehennem, Araf ve Cennet’ten geçerek buralardan edindiği izlenimlerini okuyucuya lirik bir dille aktarır. Böylece Orta Çağ Batılı insanının zihnindeki “ahiret” algısı gözler önüne serilirken, ortaya tarihin en uzun şiirlerinden biri çıkmış olur.

İslamofobiyi besleyen gizli bir damar

Gelgelelim, İslam coğrafyasında da hiç sevilmeyen bir yazar oldu Dante. Bunun nedeni İlahi Komedya'nın İslam peygamberiyle ilişkisi açısından sorunlu bir eser olmasıydı. Muhtemelen yine bu nedenle Dante ve Komedya üzerine entelektüel çalışmalar neredeyse yok denecek kadar azdır ülkemizde. Hele Batı'daki Dante araştırmaları külliyatı düşünüldüğünde, bizde sözü bile edilemeyecek bir yoksunluk söz konusudur. Bu, duygusal ve bir yere kadar anlaşılır bir şey; ama her şeye rağmen Komedya'nın İslam'la ilişkisi boyutuyla da olsa, ele alıp incelenmesi gerekirdi ve hiç değilse yalnızca bu konunun temelleri üzerine akademik düzeyde çalışmalar yapılabilirdi. Hele bu eserin Batı kanonunda bulunduğu ve bunun temel eğitim düzeyindeki okullarda okutulduğu düşünülürse, bu durumun İslamofobiyi besleyen bir gizli damar olduğunu söylemek çok zor olmasa gerek. Tarihte böyle garipliklere rastlanır. Dostoyevski'nin o yüksek edebi gücünü yansıttığı eserlerine karşın ıslah olmaz Panslavistliği ve Osmanlı-Türk düşmanlığı buna benzer bir durumdur. Wagner'in müziğinin zengin kromatik yapısı ve tonal merkezleri hızla değiştiren olağanüstü müziksel yaratıcılığına karşın, ırkçılığı ve antisemitik düşünceleri, ayrıca kendi yaşamındaki ahlaki zaaflarının insanı şaşırtacak düzeyde süfli olması bir başka örnektir. Bütün bunlar Dante meselesi ile tam bir paralellik göstermese de, anlatmaya çalıştığımız, aşırı uçta iyi ve kötünün nasıl bir araya geldiği ve birlikte barınabildiğidir. (Bülent Coşkun'un önsözünden)

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
220
Baskı Tarihi
1998
Yazılış Tarihi
1982
ISBN
975-437-042-7
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Ötüken
Hicret'in 15. asrına girdiğimiz şu yıllarda 'İslam bir inanç sistemi ve hayat nizamı olarak bütün dünyanın ilgisini çekmektedir. ''İslamın Bugünkü Meseleleri'' adıyla neşrettiğimiz eserde yazar, bu meseleyi sosyal ilimci gözüyle incelemişti. Bu kitapta ise, aynı metodla tasavvuf meselelerini ele almaktadır. Günümüzde tasavvuf Türk aydınının zihnini ne bakımlardan meşgul etmektedir? Çağımızın tarih, felsefe, sosyoloji-psikoloji bilgileri hesaba katıldığında, tasavvuf üzerinde nasıl bir değerlendirme yapılabilir? Tasavvufi düşüncenin geleceği ne olabilir? Tasavvufun İslam'daki yeri nedir?

İlm-i tasavvuf

(tasavvufun artık zühd safhasını çoktan aştığı, mistik doktrinlerin teşekkül etmeye başladığı) Bu safhada sûfî doktrininin meşrûiyet kazanabilmesi için uzun yıllar devam edecek olan yeni bir metodun ortaya çıkışına şâhit oluyoruz. İslâm cemaatının o zamana kadarki ortak özellikleri, yani insanları İslâm cemaatinin mensubu yapan şeyler Şeriat’in hükümlerinin câri olmasıydı. Bu hükümlerin dayanağı insanların vicdanı olmakla birlikte, insanları asıl birbirine bağlayan ve onlara cemaat şuûru veren şey bu vicdan halinin dış tezâhürlerinde görülen benzerliklerdir. Herkesin namaz kılması, oruç tutması, zekât vermesi, hukukî münâsebetlerinde Kur’ân ve Sünnet’den çıkarılmış kaidelere uyması ilh... cemaat şuûrunun başlıca dayanakları idi. Sûfîlerin bu alışılmış benzerlikleri değersiz kılacak, dolayısiyle onları ortadan kaldırabilecek bir tefsir yoluna gitmeye kalkmaları, cemaatin şiddetli tepkisiyle karşılaşacaktır. Nitekim öyle oldu ve sûfîler kendi doktrinlerinin İslâm’a uygunluğunu isbat etmek zorunda kaldılar. Bunun için herşeyden önce sûfî doktrininin açıkça vaz edilmesi gerekiyordu. İşte bugün bizim kaynak olarak kullandığımız klâsik tasavvuf kitapları böylece ortaya çıkmaya başladı. /../ Sûfîler fıkıhçıların yolunu beğenmiyorlardı, bunun için İslâm’ı asıl kendilerinin doğru anladığını ve uyguladığını iddia ederek "ilm-i tasavvuf" diye yeni bir ilim sâhası icâd ettiler.

Türü
Şiir
Sayfa Sayısı
736
Baskı Tarihi
Ekim 2013
Yazılış Tarihi
1300
ISBN
978-605-08-1241-1
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Timaş
Editörü
Ayşe Tuba Ayman
Mütercimi
Nurseren Yurtman
Orijinal Adı
La Divina Commedia
Dünya edebiyatının temel metinlerinden biri olan İlahi Komedya, yedi yüz yıllık geçmişiyle birçok edebî esere ilham kaynağı olagelmiştir. Dante’nin hem yazarı hem de başkahramanı olduğu bu destansı anlatıda ölümden sonraki hayata yapılan yedi günlük bir yolculuk anlatılır. Dante, sırasıyla Cehennem, Araf ve Cennet’ten geçerek buralardan edindiği izlenimlerini okuyucuya lirik bir dille aktarır. Böylece Orta Çağ Batılı insanının zihnindeki “ahiret” algısı gözler önüne serilirken, ortaya tarihin en uzun şiirlerinden biri çıkmış olur.

Komedi kelimesinin etimolojisi

Eski Yunanda edebi değeri yüksek şiirler "tragedya", edebi değeri düşük eserler ise "komedya" olarak adlandırılıyordu. Komedya türündeki eserlerde, avam, günlük hayata ilişkin konular ele alınırdı ve bu eserlerin en önemli özelliği mutlu sonla bitmeleriydi. "Komedya"nın etimolojik olarak köy şamatası anlamına gelen ve "kom" (köy) "odea" (ses) olarak iki sözcüğün birleşmesinden türediği sanılıyor. Bülent Coşkun