Hangi birini düzelteyim
Şimdi siz ne diyorsunuz, biliyor musunuz? dedi Günay, ağır ağır,
"Siz diyorsunuz ki, "Turgut Reis, 21 Ağustos 1565'te, Nice'de karaya çıktı". Turgut Reis değil, Barbaros Hayrettin. 21 Ağustos değil, 21 Temmuz. 1565 değil, 1543. Nice değil, Marsilya. Bilmem anlatabiliyor muyum? Hangi birini düzelteyim, ne diyeyim size?"
Önce bir duraladı, sonra da, "Heh, heh, heh!" zoraki güldü adam, arkadaşlarına baktı,
"Hiç konuşmayalım mı, yani?"
Rodoplu'nun dilinin ucuna geldi, "Eh vallahi bence hiçbir mahzuru yok!" diyecekken sustu.
"Hep sizler konuşun, biz konuşmayalım!" yine arkadaşlarına baktı. Ezilen halk çocuğunu oynadığını görüyordu Rodoplu; ezilen halk çocuğunu oynadığını ve birilerine yatırım yaptığını. Göz ucuyla Şafak'a baktı, genç adam gözlerini önündeki tabaktan ayırmamakta kararlı gibiydi. Günay, onun da öfkelendiğini sezinledi. Öfkenin kaynağı da, muhatabı da kendisi olabilirdi. "Evet, ama görev görevdir. Öne kafalardaki keşmekeşi dağıtmaya, metafizik birer or***u olup çıkan kaypak, hain mefhumlara karşı çıkmak zorundayız." Ev sahiplerini mahcup etmek pahasına da olsa, yanlışı düzeltmekten sorumluydu. "Bakın kardeşim" diye başladı ve atılmadık ne cinsel ne de entelektüel köprü bıraktı Rodoplu.
"Bir kere, Türkçeye girmiş dini terimler, Arapça değil, Farsçadır. Çünkü biz İslamiyeti Araplardan değil İranlılardan öğrendik. Örnek: peygamber, örnek namaz, Farsçadır, Arapça değil. İkincisi 'öz' denilen Türkçe'de kelimeler, türetilmiş değil, üretilmiştir. Daha da kötüsü, Batı dillerinden alınmadır yani bağımsızlık söz konusu değilir. Bir boyunduruk başkası ile değiştirilmiştir. Mesele ondan ibarettir. Örnek: Arapça kökenli 'usul' kelimesinin yerine 'yöntem' kelimesinin 'yön' hecesi , Türkçe'de; 'tem' hecesi, Fransızca 'systeme' kelimesinin 'tem'idir. Türkçede böyle bir sonek yoktur. Aynı şey, 'kıyası mukassem' ya da 'dilemme'in karşılığı olarak sunulan 'ikilem' kelimesi için de geçerlidir, ilk hece Türkçe, ikincisi Fransızca. 'Mektep' kelimesinin yerini alan 'okul' kelimesi, Fransızca 'ecole'ün bozulmuşudur. 'üstüvane' yerine kullandığımız 'silindir' batı dillerinin 'cylinder'idir. 'Umumi' kelimesinin yerini alan, 'genel' İngilizce'dir. Sekizgen'in 'gen'i 'octagon' un 'gon'udur.
Bunun böyle olması da doğaldır, çünkü şu kadar yıllık hayatında TDK'da tek bir filolog, dilbilimci çalışmadığı gibi, bir tek Türkolog da yoktur.
Neticeyi kelam, TDK, yarattığı kavram kargaşası ile Türk fikir hayatını tarumar etmekten başka bir işe yaramamıştır.
Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
324
Baskı Tarihi
1999
Baskı Sayısı
2. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Bir sanat eseri, yaratıldığı devre göre ve o devrin hassasiyetini, zevkini ve anlayışını en iyi ifade ettiği için mi değer kazanır? Yoksa o devri aşan, her zaman için taze, hatta her zaman yeni güzelikleri keşfedilen ebedi değerlere mi sahiptir? Başka ve daha kestirme bir deyimle, bir eserin, bilhassa bir şaheserin değeri "tarihi" midir, "ebedi" mi?
Batıda bu mesele çok münakaşa edilmiştir. Geçen asrın büyük Fransız tarihçisi ve filozofu Ernest Renan "İlmin Geleceği" adlı meşhur eserinde tarihi görüşü savunur.
"Mutlak bir hayranlık daima sathidir.
Edebi Kısırlık
Divan şâirleri velûd değildiler. Birkaçı müstesna, her birinin bütün edebî mahsulü tek bir divanın içine sığabil-miştir. Koskoca Nedîm dasdaracık bir cildin içinde başlar ve biter. Eğer bu Divanın da sık sık tekerrür eden mazmunlarını, padişaha veya vezirine yaranmak için sulandırılmış taraflarını, gazel ve kaside şekillerine ait muayyen bir hacim zaruretinden doğma, şiirin muhtaç olduğu tasarruftan mahrum; şişkinliklerini de çıkarırsanız, geriye
/../
Ahmed Haşimin ve Yahya Kemal'in birkaç saksıyı güç dolduran manzumeleri, garp şiirinin geniş bahçeleri yanında, ancak esvablarımızı süsleyen birer yaka çiçeği halinde kalıyor.
Bu kısırlık, aruzun bu iki şairde son nefesini vermesiyle de izah edilebilir. Altında büyük bir muhteva inkılâbı olmayan hiç bir edebî şekil inkılâbı yoktur. Aruzun iflâsını mânâsız ve olmasıyla olmaması müsavi bir şekil hâdisesinden ibaret telâkki edemeyiz. Aruzla beraber bütün bir imparatorluğun şiir görüşü ve zevki de yıkılmıştır. Büyük bir inkılâb rüzgârıyle bozulan şiir bahçelerinin son mahsullerinde gördüğümüz kıtlığın izahını tarihimizde arayalım. O zaman sosyal ve siyasî hâdiselerle edebiyat arasındaki sıkı münasebeti çözmeğe de başlamış olacağız.
Cumhuriyet, 10 Haziran 1938