Tabloda her şeyin bulanık göründüğü zamanlarda, hayatlarını kesinlik ve berraklığa adamış sosyal bilimciler genellikle susar ve taşların yerine oturmasını bekler. Zygmunt Bauman gibi kalburüstü düşünürler ise cesaretle belirsizliğe dalar ve bulduklarını, gördüklerini, hissettiklerini ortaya döker. İşte Küreselleşme böyle bir cüretin ürünü. XX.
Sibermekânın Tanrıları
Sibermekânda bedenlerin önemi yoktur, ama bedenlerin hayatında sibermekânın kesin ve vazgeçilmez bir önemi vardır. Sibermekân cennetinde verilen hükümlerin temyizi yoktur ve dünyadaki hiçbir şey bu hükümlerin doğruluğunu sorgulayamaz. Sibermekânın hikmetinden suâl olunmaz. Kararlarının gücünü arkalarına alan güçlülerin bedenleri ne güçlü bedenler olmak zorundadır ne de gerçek ağır silahlar kuşanmak ihtiyacındadır; dahası, Antheus’un aksine, güçlerini öne sürmek, temellendirmek ve açıkça göstermek için dünyadaki çevreleriyle bağa sahip olmaları da gerekmez. İhtiyaçları olan şey, şimdi sibermekâna nakledilmiş olduğu için toplumsal anlamından mahrum kalmış ve dolayısıyla sadece “fiziksel” bir alana indirgenmiş olan yerellikten yalıtılmaktır. Bu yalıtımın emniyetini sağlamak ise diğer bir ihtiyaçtır: “bir yöreye bağlı olmama” durumu; yerel müdahalelerden muafiyet; tam bir yalıtım; geçit vermez bir tecrit; kişilerin, evlerinin ve oyun alanlarının “güvenliği” olarak tercüme edilmektedir. Bu yüzden, gücün yersiz yurtsuzlaşması ile yurdun her zamankinden de katı bir şekilde yapılaştırılması el ele yürümektedir.
Tabloda her şeyin bulanık göründüğü zamanlarda, hayatlarını kesinlik ve berraklığa adamış sosyal bilimciler genellikle susar ve taşların yerine oturmasını bekler. Zygmunt Bauman gibi kalburüstü düşünürler ise cesaretle belirsizliğe dalar ve bulduklarını, gördüklerini, hissettiklerini ortaya döker. İşte Küreselleşme böyle bir cüretin ürünü. XX.
Çeşme başı artık yok
Musa dağlardan çıkıp geldi. Koltuğunun altında, dağların tepelerinden bile yukarıda olanın yazdırdığı, kendisinin de granite kazıdığı kuralları taşıyordu. Musa sadece bir ulaktı, halk -populus- ise alıcı... Çok sonra, İsa ve Muhammed de aynı ilkelere göre davrandılar. Bunlar, “piramitsel adalet”in klasik örnekleridir.
Ve sonra başka bir tablo: Çeşme başında, kuyu ağzında ya da nehir boyundaki doğal buluşma yerlerinde toplanan kadınlar... Su alınır, çamaşır yıkanır ve enformasyon ve fikir alışverişi yapılır. Konuşmaların başlangıç noktası genellikle somut eylemler, somut durumlar olacaktır. Bunlar tarif edilir, geçmişte ve başka yerde vuku bulan benzerleriyle kıyaslanır ve yanlış doğru, güzel çirkin, güçlü zayıf diye değerlendirilir. Vuku bulan olaylara ilişkin ortak bir anlayış her zaman olmasa da yavaş yavaş ortaya çıkabilir. Bu, normların yaratılması sürecidir. Bu, “eşitlikçi adalet’in klasik örneğidir...
Çeşme başı artık yok. Bir süre öncesine kadar, modernleştirilmiş ülkelerde, kirli çamaşırlarımızla gelip temizleriyle çıktığımız; jetonla işleyen otomatik çamaşır makinelerinin olduğu küçük dükkânlarımız vardı. Çamaşırlar yıkanırken bazı kısa konuşmalar oluyordu. Artık bu makineler de kalmadı... Büyük alışveriş merkezleri insanlara karşılaşma fırsatı verebilirdi; ama genellikle onlar da dikey adalet yaratamayacak kadar genişler.
Tanıdık yüzlere rastlayamayacağımız kadar büyük ve davranış standartları oluşturmak için gerekli muhabbetleri sürdüremeyeceğimiz kadar telaşlı ve kalabalıklar...
Ayrıca ekleyelim: Alışveriş merkezleri öyle düzenlenmiştir ki, insanlar sürekli etrafa bakarak, gözlerini sonsuz sayıda cazip maldan ayırmadan, ama hiçbirinin başında da fazla dikilmeden bir oraya bir buraya gidip gelirler; durup birbirleriyle iki çift laf etmelerine, birbirlerinin yüzüne bakmalarına, tezgâhta sergilenen nesneler dışında bir şey düşünmelerine, ölçüp biçmelerine ve tartışmalarına (vakitlerini ticari değeri olmayan şeylere harcamalarına) imkân yoktur.
Tabloda her şeyin bulanık göründüğü zamanlarda, hayatlarını kesinlik ve berraklığa adamış sosyal bilimciler genellikle susar ve taşların yerine oturmasını bekler. Zygmunt Bauman gibi kalburüstü düşünürler ise cesaretle belirsizliğe dalar ve bulduklarını, gördüklerini, hissettiklerini ortaya döker. İşte Küreselleşme böyle bir cüretin ürünü. XX.
Yeni Seçkinlerin Yurtsuzluğu
“Building Paranoia” [Paranoya İnşası/İnşaat Paranoyası] gibi her şeyi anlatan bir başlıkla yayımladığı bir çalışmada Steven Flusty, metropol bölgelerin yeni bir alanında çılgın bir inşaat ve nefes kesici bir yaratıcılık patlaması olduğundan söz eder: Bunlar, “yasak mekânlar”dır; “durdurmak ve püskürtmek ya da muhtemel kullanıcılarını süzgeçten geçirmek üzere tasarlanmış”lardır. Flusty, birbirine eklenerek büyüyen ve bir zamanlar ortaçağ şatolarını koruyan su dolu hendekler ve kulelerin yeni kentsel muadilini oluşturan böylesi mekânların birkaç çeşidini birbirinden ayırmak için parlak zekâsını kullanır; tam hedefini bulan, iğneleyici yaratıcı terimler ortaya atar. Bu çeşitlerden biri “kaygan mekân” yani “kıvrımlı, sonu gelmez ya da bulunması imkânsız yollarıyla, erişilemeyen mekân”dır; bir diğeri “dikenli mekân” yani “işi olmayanları temizlemek için duvarlara monte edilmiş su serpme başlıkları ya da oturmayı imkânsız hale getiren bir eğimle yapılmış çıkıntılarına kadar ince ayrıntılarla savunulan, rahat yerleşilemeyen mekân”dır; ya da “asabi mekân” yani “mekik dokuyan devriyeleri ve/veya güvenlik merkezine bilgi gönderen uzaktan kontrol teknolojileriyle etkin gözetim altında tutulmak suretiyle kuş uçurtulmayan mekânlar”dır. Bunlar ve diğer “yasak mekânlar” yeni yerellik üstü seçkin kesimin toplumsal yurtsuzluğunu, yerellikten maddi ya da bedensel yalıtılmışlığa dönüştürmekten başka bir amaca hizmet etmez. Yerel olarak temellenmiş birliktelik biçimlerinin ve ortak, komünal yaşamın dağılmasına son darbeyi vuran da böyle mekânlardır. Seçkinlerin yurtsuzluğu en somut biçimde sağlama bağlanmıştır; giriş kartı olmayan hiç kimse onlara erişemez.
Bunu tamamlayan bir gelişme de farklı yerleşim alanlarından gelen insanların yüz yüze görüşebildiği, tesadüfen karşılaşabildiği, birbirine dayılanıp kafa tutabildiği, konuşup, kavga edip tartıştığı ya da görüş birliğine vardığı, özel sorunlarını kamusal düzleme taşıdığı ve kamusal meseleleri de özel kaygılan haline getirdiği, (Comelius Castoriadis’in “özel/kamusal” agoralar dediği) kentsel mekânların sayı ve hacim olarak hızla küçülüyor olmasıdır. Kalan birkaç agora da giderek daha fazla seçici hale gelmekte; parçalayıcı güçlerin uyguladığı tazyikin verdiği zararı onarmaktan ziyade, onu kuvvetlendirmektedir.
../..
Seçkinler yalıtımı seçmiştir ve bu uğurda canı gönülden bol bol para öderler. Nüfusun geri kalanı ise tecrit edilmiş ve bu yeni yalıtılmışlığın ağır kültürel, psikolojik ve politik bedeliini ödemek zorunda bırakılmış halde bulur kendini. Ayrı yaşama konusunda tercih hakkında sahip olamayan ve bu yaşamın emniyet altına alınmasının maliyetini karşılayamayanlar, modern çağın ilk dönemlerindeki gettoların çağdaş benzerlerinde yaşamaya mahkûmdur; rızaları alınmadan etrafları “çitlerle çevrilir” daha dün herkesin olan odaklara adım atmaları yasaklanır, “özel mülk” ikaz işaretine dikkat etmeyerek ya da dile dökülmemiş olan, ama gene de hiç de daha az kararlı olmayan “geçmek yasaktır” imalarını ve ipuçlarını okumayarak yasak bölgeye girme gafletine düştüklerinde tutuklanır, kapı dışarı edilir ve ani, keskin bir şokla tanışırlar.
../..
Seçkinlerin bu yeni yurtsuzluğu baş döndürücü bir özgürlük hissi verirken, diğerlerinin yurt temelli oluşu evde değil, hapiste olma hissi vermektedir; ötekilerin hareket özgürlüğü bu kadar göze batarken yurt temeli olmak çok daha aşağılayıcıdır. “Çakılı kalma” canının istediği gibi hareket edememe ve yeşil çayırlara girmekten men edilme durumu yalnızca yenilginin nahoş kokusunu salmakla, insan olarak eksikli oluşun işaretlerini vermekle ve hayatın sunduğu güzelliklerin bölüşülmesinde aldatılmışlığı ima etmekle kalmaz. Yoksunluk daha derinlere iner. Yeni yüksek hız dünyasında “yerellik” bir zamanlar enformasyonun bir yerden bir yere sadece taşıyıcısı olan bedenlerle birlikte taşındığı zamanlardaki yerellik değildir; ne yerelliğin ne de yerel nüfusun “yerel cemaat”le ortak bir yanı kalmıştır artık. Seçkin kesimin peşinden kamusal mekânlar da (çeşitli tezahürleriyle meydanlar ve forumlar, gündemlerin belirlendiği, özel meselelerin kamusal hale getirildiği, kanaatlerin oluştuğu, sınandığı ve teyit edildiği, yargıların ve hükümlerin verildiği yerler [de]) yerel zincirlerinden boşanmıştır; bunlar, yurtsuzlaşan ve herhangi bir yerelliğin ve onun sakinlerinin salt “wetware” iletişim kapasitesi vasıtasıyla erişebileceği sınırların çok ötesine taşınan ilk mekânlar olmuştur. *Yerel nüfuslar, cemaatlerin sıcak yuvası olmaktan çıkmış, uçlan bir yere bağlı olmayan gevşek yumaklar haline gelmiştir.*
Tabloda her şeyin bulanık göründüğü zamanlarda, hayatlarını kesinlik ve berraklığa adamış sosyal bilimciler genellikle susar ve taşların yerine oturmasını bekler. Zygmunt Bauman gibi kalburüstü düşünürler ise cesaretle belirsizliğe dalar ve bulduklarını, gördüklerini, hissettiklerini ortaya döker. İşte Küreselleşme böyle bir cüretin ürünü. XX.
Siber âlem ve yeni elitler
Elektronikle desteklenen “sibermekân”da vücut bulan “yeni özgürlük”e düzülen ortak methiyede kaydedilen şey, bu yeni seçkinler için gücün —kadiri mutlaklık, fiziksellikten arınmışlık ve gerçeklik oluşturma gücü ile dünya ötesi oluşun garip, bir o kadar da korkunç karışımının— dünyevi olmayışı deneyimidir; Margaret Wertheim, “Hıristiyanlık’taki cennet anlayışı ile sibermekân arasında bir benzerlik” kurmuştur. Bu dikkate değer benzetimde Wertheim şöyle der:
"Nasıl ilk Hıristiyanlar cenneti maddi dünyanın kaosu ve kokuşmuşluğunun ötesinde, idealleştirilmiş bir âlem olarak hayal ettilerse —ki bu, çevrelerindeki imparatorluk unufak olurken fazlasıyla aşikâr bir çözülmeydi- bu toplumsal ve çevresel dağılma çağında, günümüz sibermekân misyonerleri de kendi âlemlerini maddi dünyanın sorunları “üzerinde” ve “ötesinde” bir yer olarak sunuyorlar. İlk Hıristiyanlar cenneti insan ruhunun bedenin zaaflarından ve yanılgılarından kurtulacağı bir âlem olarak tanıtırken, sibermekânın günümüz savunucuları ise sibermekânı benliğin fiziksel bedenin sınırlarından kurtulacağı bir yer olarak ayakta alkışlıyorlar."
Sibermekânda bedenlerin önemi yoktur, ama bedenlerin hayatında siber mekânın kesin ve vazgeçilmez bir önemi vardır. Siber mekân cennetinde verilen hükümlerin temyizi yoktur ve dünyadaki hiçbir şey bu hükümlerin doğruluğunu sorgulayamaz. Siber mekânın hikmetinden sual olunmaz kararlarının gücünü arkalarına alan güçlülerin bedenleri ne güçlü bedenler olmak zorundadır ne de gerçek ağır silahlar kuşanmak ihtiyacındadır; dahası, Antheus’un aksine, güçlerini öne sürmek, temellendirmek ve açıkça göstermek için dünyadaki çevreleriyle bağa sahip olmaları da gerekmez. İhtiyaçları olan şey, şimdi siber mekâna nakledilmiş olduğu için toplumsal anlamından mahrum kalmış ve dolayısıyla sadece “fiziksel” bir alana indirgenmiş olan yerellikten yalıtılmaktır. Bu yalıtımın emniyetini sağlamak ise diğer bir ihtiyaçtır: “bir yöreye bağlı olmama” durumu; yerel müdahalelerden muafiyet; tam bir yalıtım; geçit vermez bir tecrit; kişilerin, evlerinin ve oyun alanlarının “güvenliği” olarak tercüme edilmektedir. Bu yüzden, gücün yersiz yurtsuzlaşması ile yurdun her zamankinden de katı bir şekilde yapılaştırılması el ele yürümektedir.
Sosyalizmin Alfabesi - Leo Huberman Amerikalıların çoğunun sosyalizm konusunda bildikleri tek şey, ondan hoşlanmadıklarıdır. Onlar, sosyalizmin, ya uygulanamaz olduğu için gülünç, ya da şeytan işi olduğu için korkulacak bir şey olduğuna inandırılmışlardır.
Marx, gelişigüzel devrime karşıydı
... Bu, genellikle sanıldığı gibi, devrime o kadar inanan Marx’ın, her yerde ve her zaman devrim istediği anlamına gelir mi? Asla. Marx, gelişigüzel devrime karşıydı. Marx, enternasyonelde, ilke olarak devrim isteyenlere, devrim yapmış olmak için devrim yapılmasını isteyenlere şiddetle karşı çıkmıştır. Marx’ın düşüncesinin özü, devrimin, başarılı olması için tam zamanında yapılmasıdır; ekonomik gelişim, değişmek için olgunlaşmadan, toplum değiştirilemez.
“Şeffaflık neoliberal bir aygıttır. Enformasyona dönüştürmek amacıyla her şeyi içine girmeye zorlar. Günümüzün gayrı maddi üretim ilişkileri koşullarında daha fazla enformasyon ve daha fazla iletişim, üretkenlik ve hızda artış demektir. Buna karşılık gizlilik, yabancılık ve ötekilik sınırsız iletişime engel oluşturur. Şeffaflık adına bunlardan kurtulmak gerekir.
Şeffaflık toplumu "aynının cehennemidir"
Olumsuzluk toplumu günümüzde, olumsuzluğun giderek tasfiye edilerek yerine olumluluğun konduğu bir topluma dönüşmektedir. Böylelikle şeffaflık toplumu, kendini öncelikle bir olumluluk toplumu olarak gösterir. Şeyler, her türlü olumsuzluktan arındırıldıklarında, "pürüzsüzleştirildiklerinde, düzleştirildiklerinde", sermayenin, iletişim ve enformasyonun pürüzsüz akıntılarına direnç göstermeksizin katıldıklarında şeffaflaşırlar. Eylemler işlemsel (operasyonel) hale geldiklerinde hesaplanabilir, yönlendirilebilir ve kontrol edilebilir süreçlere tabi olduklarında şeffaflaşırlar. Zaman, elimizin altındaki bir "şimdiler dizisi" kertesine getirildiğinde şeffaflaşır. Böylelikle gelecek de olumlulaştırılarak optimize edilmiş bir şimdi haline gelir. Şeffaf zaman kadere ve olaya yer vermeyen zamandır. Görüntüler, her türlü dramaturjiyi, koreografiyi ve sahnelenişi, her tür yorumbilgisel derinliği ve hatta anlamı yitirerek pornografik hale geldiklerinde şeffaflaşırlar. Pornografi görüntü ile göz arasındaki dolayımsız temastır. Şeyler, tekilliklerini terk edip, sadece fiyatlarıyla ifade edildiklerinde şeffaflaşırlar. Her şeyi her şeyle karşılaştırılabilir (*vergleichbar) kılan para, şeylerin birbirleriyle eş bir ölçüye vurulamazlığının, tekilliğinin her türünü ortadan kaldırır. Şeffaflık toplumu "aynının cehennemidir".
“Şeffaflık neoliberal bir aygıttır. Enformasyona dönüştürmek amacıyla her şeyi içine girmeye zorlar. Günümüzün gayrı maddi üretim ilişkileri koşullarında daha fazla enformasyon ve daha fazla iletişim, üretkenlik ve hızda artış demektir. Buna karşılık gizlilik, yabancılık ve ötekilik sınırsız iletişime engel oluşturur. Şeffaflık adına bunlardan kurtulmak gerekir.
Şeffaflık toplumu, güven değil kontrol toplumudur
Günümüzde "şeffaflık" sözcüğü hayatın tüm alanlarında kol geziyor- sadece siyasette değil ekonomi alanında da. Demokrasinin, enformasyon özgürlüğünün ve verimliliğin artması bekleniyor şeffaflıkla birlikte. Yeni dogma, şeffaflığın güven yarattığı şeklinde. Burada unutulan nokta ise şeffaflık konusundaki bu ısrarın "güven" kelimesinin anlamının büyük ölçüde hasar görmüş olduğu bir toplumda gerçekleştiği.
Enformasyon elde etmenin günümüzdeki gibi çok kolay olduğu durumda toplum düzeni güvenden kontrole dönüşür. Şeffaflık toplumu, güven değil kontrol toplumudur.
“Şeffaflık neoliberal bir aygıttır. Enformasyona dönüştürmek amacıyla her şeyi içine girmeye zorlar. Günümüzün gayrı maddi üretim ilişkileri koşullarında daha fazla enformasyon ve daha fazla iletişim, üretkenlik ve hızda artış demektir. Buna karşılık gizlilik, yabancılık ve ötekilik sınırsız iletişime engel oluşturur. Şeffaflık adına bunlardan kurtulmak gerekir.
Mutluluk için boşluk gerek
Şeffaflık toplumunun ne enformasyonda ne de görüş alanında "boşluğa" tahammülü vardır. Ama gerek düşünce gerekse ilham "boşluğa" gerek duyar. Üstelik Almancada "mutluluk" (glück) kelimesi "boşluk"tan (lücke) gelir. Bu kelime Ortaçağ Almancasında henüz gelücke şeklindeydi. yani boşluğun olumsuzluğuna yer vermeyen bir toplum mutluluk içermeyen bir toplum olacaktır.
Görme alanında boşluk bırakmayan aşk pornografidir. Bilgide boşluk bırakmayan düşünce ise bozularak hesaplamaya dönüşür.
Bildiğimiz Dünyanın Sonu
Marx’ın ve Engels'in Manifesto'yu yazmalarından bu yana geçen yüz elliyi aşkın yılda, Marksistlerin "kapitalizm krizi" ile ilişkileri, "Kurt var!" diye bağıran çobanın hikâyesine benzedi. O dev, sarsıcı ve yok edici kriz bir türlü gelmek bilmiyor. Marksistler de her geçici, kısmi krizi beklenen nihai kriz sanmaktan vazgeçmiyorlar.
Modern dünya sistemi, ölümcül bir krizdedir
Yirmi birinci yüzyılın ilk yarısı, yirminci yüzyılda gördüğümüz her şeyden daha güç, daha düzen bozucu, ama aynı zamanda daha açık olacak bence. Bunu, hiçbirini burada tartışamayacağım üç öncülden yola çıkarak söylüyorum.
Birinci öncül şu: Bütün sistemler gibi tarihsel sistemler de ölümlüdür. Bir başlangıçları, uzun bir gelişmeleri ve dengeden uzaklaşıp çatallanma noktalarına ulaştıkça yaklaştıkları bir sonları vardır.
İkinci öncül, bu çatallanma noktalarında iki şeyin geçerli olduğudur: Küçük girdiler büyük çıktılar yaratır (oysa sistemin normal gelişme zamanlarında, büyük girdiler küçük çıktılar yaratır) ve bu tür çatallanmaların sonucu bünyevi olarak belirsizdir.
Üçüncü öncül ise modern dünya sisteminin, tarihsel bir sistem olarak ölümcül bir krize girmiş olduğu ve varlığını elli yıl daha sürdürmesinin pek muhtemel olmadığıdır. Gelgelelim, sonucu belirsiz olduğu için, sonuçta ortaya çıkacak sistemin şu an içinde yaşadığımız sistemden daha iyi mi yoksa daha kötü mü olacağını bilmiyoruz, ama geçiş döneminde ortaya sürülen peyler son derece yüksek, sonuç son derece belirsiz ve küçük girdilerin çıkacak sonucu etkileme yeteneği son derece büyük olduğu için, geçiş döneminin ağır sorunlarla dolu korkunç bir dönem olacağını biliyoruz.
Bildiğimiz Dünyanın Sonu
Marx’ın ve Engels'in Manifesto'yu yazmalarından bu yana geçen yüz elliyi aşkın yılda, Marksistlerin "kapitalizm krizi" ile ilişkileri, "Kurt var!" diye bağıran çobanın hikâyesine benzedi. O dev, sarsıcı ve yok edici kriz bir türlü gelmek bilmiyor. Marksistler de her geçici, kısmi krizi beklenen nihai kriz sanmaktan vazgeçmiyorlar.
Tartışmamız lazım
Ben karanlık bir ormanın tam ortasında olduğumuza ve ne yöne gitmemiz gerektiği konusunda yeterli netliğe sahip olmadığımıza inanıyorum. Bunu acilen hep birlikte tartışmamız gerektiğine ve bu tartışmaya gerçekten dünya çapında katılınması gerektiğine inanıyorum. Ayrıca bu tartışmanın, bilgi, ahlak ve siyasetin her birini ayrı köşelere ayırabileceğimiz bir tartışma olmadığına da inanıyorum. "Belirsizlik ve Yaratıcılık" adlı giriş yazısında bu savı kısaca dile getirmeye çalıştım. Görülmemiş nitelikte çetin bir tartışma içine girmiş durumdayız. Ama meseleleri, onlardan uzak durarak çözemeyeceğimiz de bir gerçek.