Düşkün Yoksullar
1800'lerden bugüne, özgün, karmaşık, tartışmalı hatta kavgalı bir süreç olarak yaşanan modernleşme tarihimiz üzerine derinlikli bir inceleme... Zürcher'in emeği, hem yeni bilgiler sunuyor okurlara hem de tutarlı bir yaklaşım. Üçüncü Selim'den, Zürcher'in tanımlamasıyla "Üçüncü Cumnuriyet"e, yani 1980 sonrasına.
(Tanıtım Bülteninden)
19. Asırda Osmanlı Askerlerleri
1800’e gelindiğinde, İstanbul’daki merkezî hükümet eskiden elinde bulundurduğu gücün büyük bir kısmını yitirmiş durumdaydı. Osmanlının askerî kudretinin 14. yüzyıldan itibaren iki klâsik dayanağını oluşturan ulufeli yeniçeri piyade sınıfı ile yarı feodal sipahi atlı sınıfı, değerlerini uzun zamandan beri yitirmiş bulunuyorlardı. 18. yüzyılda hem başkentte hem de önemli eyalet merkezlerinde görevlendirilmiş olan yeniçeri ocakları, sayıca büyük (ve pahalı), ama askeri bakımdan fazlasıyla önemsiz bir topluluktu; hükümeti ve halkı yıldıracak kadar da güçlü olmasına karşın, İmparatorluğu savunamayacak kadar zayıftı; teknolojik ve taktik olarak üstün olan Avrupa ordularıyla son yüzyıl içerisinde yapılan ve yenilgiyle sonuçlanan bir dizi savaş bunun kanıtıydı. Yeniçeriler çoktan yarı zamanlı çalışan bir milis gücüne dönüşmüştü. Hisseli dükkan sahipliği ve haraca kesme yoluyla, pazardaki loncalarla kaynaşmışlardı. Askerî birliklere atanma belgeleri kendilerine ve korumakta oldukları dükkanlara ayrıcalıklı bir statü kazandırıyordu. Yeniçerilerin esâme kağıtlarının sayısı, askerlerin gerçek sayısını kat kat aşmış ve para yerine geçen bir kağıda dönüşmüştü. İmparatorluğun görkemli döneminde ücretleri, kendilerine yapılan tımar bağışı yoluyla dolaylı yoldan ödenmekte olan sipahiler ise enflasyon yüzünden topraklarını terk etmek zorunda kalmışlardı, çünkü gelirleri sabit olmasına karşın çıkılan seferlerin maliyeti katlana katlana artmaktaydı. Sipahilerin sayısı 1800’e gelindiğinde büyük ölçüde azalmıştı. Bunun yanı sıra, sipahilerin temsil ettiği Ortaçağ atlı sınıfı türü de, o dönemin savaşlarında pek fazla varlık gösteremiyordu. Geç 18. yüzyıl savaşlarında, Osmanlı ordusu, askerlerini esas olarak Müslüman Anadolu’dan, Balkan köylülerinden ve kasabalardaki serkeş genç erkeklerden toplar hale gelmişti, ki bunların hepsine birden levend adı veriliyordu. En etkin Osmanlı birliklerinin bir kısmını, eyaletlerden ve İmparatorluğa tâbi devletlerden temin edilen yedek kıtalar oluşturuyordu.
1800'lerden bugüne, özgün, karmaşık, tartışmalı hatta kavgalı bir süreç olarak yaşanan modernleşme tarihimiz üzerine derinlikli bir inceleme... Zürcher'in emeği, hem yeni bilgiler sunuyor okurlara hem de tutarlı bir yaklaşım. Üçüncü Selim'den, Zürcher'in tanımlamasıyla "Üçüncü Cumnuriyet"e, yani 1980 sonrasına.
(Tanıtım Bülteninden)
Osmanlı'da yasa önünde eşitlik kavramı yoktu
[Osmanlı'da] yasa önünde eşitlik kavramı yoktu. Yasa önünde eşitlik modern ulus devletlerde bile, bir gerçeklik değil, bir ülküdür, ama Osmanlı İmparatorluğu’nda bu bir ülkü dahi sayılmıyordu. Kentlerde oturanlara kırsal kesimdekilerden farklı, Hıristiyan ve Musevilere Müslümanlardan farklı, göçebelere yerleşik olanlardan farklı, kadınlara ise erkeklerden çok farklı muamele edilirdi. Kentler, loncalar, aşiretler ya da bireyler, yerleşik eski ayrıcalıkları inatla muhafaza ederdi.
1800'lerden bugüne, özgün, karmaşık, tartışmalı hatta kavgalı bir süreç olarak yaşanan modernleşme tarihimiz üzerine derinlikli bir inceleme... Zürcher'in emeği, hem yeni bilgiler sunuyor okurlara hem de tutarlı bir yaklaşım. Üçüncü Selim'den, Zürcher'in tanımlamasıyla "Üçüncü Cumnuriyet"e, yani 1980 sonrasına.
(Tanıtım Bülteninden)
Osmanlı ve Cemaatler
Küçük çaplı devlet örgütü, Osmanlı Devleti’nin, yurttaşlarıyla birçok şekilde doğrudan meşgul olan modern bir devletin tersine, çoğu zaman cemaat temsilcileriyle, yani mahalleyi temsil eden mahalle papazı ya da mahalle imamlarıyla, loncaları temsil eden lonca başkanlarıyla, ikamet eden yabancıları temsil eden konsoloslarla ve aşiretlerini temsil eden şeyhlerle ilgilenmesi anlamına geliyordu (ya da ilgilenmek zorunda kalması). Bunun esas nedeni kuşkusuz devletin her bir bireyle ilgilenme olanağından yoksun olmasıydı ama modern toplum öncesi çoğu toplumda olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nde de bireyin, mensubu olduğu topluluk ya da çeşitli topluluklara çok fazla tâbi bulunduğu da bir gerçekti.
1800'lerden bugüne, özgün, karmaşık, tartışmalı hatta kavgalı bir süreç olarak yaşanan modernleşme tarihimiz üzerine derinlikli bir inceleme... Zürcher'in emeği, hem yeni bilgiler sunuyor okurlara hem de tutarlı bir yaklaşım. Üçüncü Selim'den, Zürcher'in tanımlamasıyla "Üçüncü Cumnuriyet"e, yani 1980 sonrasına.
(Tanıtım Bülteninden)
Osmanlının yönetim mekanizması çok küçüktü
Osmanlının yönetim mekanizması çok küçüktü. Bu, kesinlikle doğruydu: İstanbul’daki merkezî yönetim örgütlenmesi (Babıâli) 1000 ila 1500 arasında memur istihdam etmekteydi. Devlet örgütünün küçüklüğü, göreceli olarak da doğruydu: Bu dönemde ulusal hasılanın, merkezî yönetime vergi şeklinde giden kısmı tam, hatta yaklaşık olarak bile bilinmiyor, ama büyük bir olasılıkla %3’ü aşmıyordu. Bu, halkın, özellikle kırsal nüfusun üzerine binen vergi yükünün hafif olduğu anlamına gelmemektedir; durum tamamen aksiydi. Öte yandan, bu, devletin yıllık gelirinin merkez hazineye ulaşmıyor olması anlamına geliyordu, çünkü devletin yıllık gelirinin olağanüstü bir miktarını aracılar aşırıyordu. Bazı tahmini hesaplamalara göre, yılda vergi olarak toplanan 20 milyon pound sterlinden devlete ulaşan sadece 2,25 ila 4 milyondu. Bu doğruysa, Osmanlı hazinesi, Fransız hazinesinin onda biri ila altıda biri kadarını kazanıyor demekti. Bunun kısmen açıklaması, imparatorluğun bu sırada büyük ölçüde adem-i merkeziyetçi bir yapıya sahip olması ve eyalet hazinelerinin, vergi gelirinin büyük bir kısmını eyalet yönetiminin masraflarını karşılamada kullanılmasıydı.
Devlet tarafından icra edilen ve ondan beklenen görevler, modern ölçütlere göre, en düşük seviyedeydi. Devlet, ülkenin, (ceza hukuku dâhil) kamu düzeninin korunması ile meşgul olur, pazarları, ağırlık ve ölçüleri denetler; madeni para basar; büyük kentlerin, özellikle de İstanbul’un gıdasını tedarik eder, büyük bayındırlık işlerini yapar ve bunları muhafaza ederdi. Bu görevleri icra edebilmek için, olabildiğince vergilerin tahsil edilmesini zorlardı. Bugün bir devletin normal görevlerinden sayılan eğitim, sağlık, sosyal yardım ve barındırma türünden şeyler, Osmanlı İmparatorluk yönetimini çok az ilgilendiriyordu.
1800'lerden bugüne, özgün, karmaşık, tartışmalı hatta kavgalı bir süreç olarak yaşanan modernleşme tarihimiz üzerine derinlikli bir inceleme... Zürcher'in emeği, hem yeni bilgiler sunuyor okurlara hem de tutarlı bir yaklaşım. Üçüncü Selim'den, Zürcher'in tanımlamasıyla "Üçüncü Cumnuriyet"e, yani 1980 sonrasına.
(Tanıtım Bülteninden)
Osmanlı ve Adab
Seçkinler sadece iktidar sahibi olmakla kalmayıp, (ulemanın bekçisi olduğu ve medreseler sistemi kanalıyla yeniden üretilen) yazılı İslâm kaynaklarına ve (asker/bürokrat seçkinler sınıfının niteliği olan ve gayrıresmî öğrenim ve eğitim yoluyla yeniden üretilen) adab adındaki, daha laik bir töreler ve beğeniler bütününe dayanan klâsik bir uygarlığın, bir “büyük geleneğin” bekçiliğini de yapıyordu. Bir Osmanlıyı Osmanlı yapan değerler ve kanılar bütünü olan bu uygarlık, çok farklı unsurlardan meydana gelmiş bir İmparatorlukta esaslı bir bütünleştirici güç oluşturmuştu. Bu uygarlıkla, ufku yakınındaki köylerle ya da diyelim ki pazarın kurulduğu kasaba ile sınırlanmış ve neredeyse tek bir kişinin bile okur-yazar olmadığı kırsal nüfusun bakış tarzı arasında son derece geniş bir uçurum vardı. Seçkinler uygarlığı ile halk kültürü arasındaki tek bağ, İmparatorluğun her tarafında sıkı bir tekkeler ağı kurmuş olan Mevlevi, Nakşibendi, Rifâi ve aykırı Bektaşi tarikatleri gibi tarikatler tarafından oluşturulmuştu. Bu tarikatlere üyeliğin farklı toplum katmanı gibi sınırlamaları bulunmuyordu ve önde gelen şeyhlerin nüfuzları en yüksek çevrelerde bile güçlüydü.
Sivri Sakallı İblis
Biz hanım kızımızla tatlı tatlı konuşuruz. Kendisi benim ne şeyh, ne şah, hiçbir mertebe ve unvana sahip olmadığımı elbette biliyor. Burası ne tekkedir, ne de çilehane... dervişim de yoktur, müridem de... keramet de beklememeli kutupluk da, ne okur üflerim, ne de tespihten geçirir, tütsü yapar, muska yazarım. Ne şarap sunar, ne zemzem içiririm! Ancak eşyanın hakikatlerini, hassalarını, hükümlerini ve eserlerini öğrenip ona göre hareket edebilmiş bir insanım, kamil olmaya çalışıyorum. Neşide Hanım'a bir yardımım dokunabilirse Allah'ı hoşnut edeceğime kani olduğum için bunu kendisinden esirgemem."
Misafirlerin ikisi de sözlerini teyit eden minnettar bakışların da ilavesiyle ev sahibine teşekkürlerini bildirdiler.
Ayetullah Bey odadan çıktı. İçinden:
"Bakalım," diyordu, "hakiki kemalat sahibi bir zatla bir düzenbaz arasındaki şu mübarezede hangi taraf galip çıkacak? Neşide ne kadar sağlam seciyeli olsa yine de kadındır. Dilerim, sivri sakallı iblisin telkin ve tesirinden kurtulabilsin!"
Komünikatif bir ruhunuz olduğu şüphe götürmez
Melal bu sırada diyordu ki:
"Kanatimce Aşık'ın aklı fikri hep Neşide'de. Odasına kapanıp cehren değilse de hafiyen boyuna 'Neşide! Neşide! ' diye zikrettiğine işitmiş gibi yemin edebilirim. Ben bunu Memhure kafasıyla adi manaya yormuyorum. Şüphesiz ki aradığı cisim ve suretten ibaret bir varlık olamaz. Eğer öyle olsaydı Nevsal ile avunurdu. Daha körpe daha şuh, daha da zeki bir kız... "
"Bir bakıma daha da güzel. Galiba Ada'da azıcık denedi, yola da getirdi, zaten hazırdı; fakat aradığını bu kızcağızda bulamadı. "
"Zira aradığı bizim göremediğimiz bir şeydir, ilahi sırrın tecelligahıdır. En parlak aksini, mehtabını Neşide'nin suret ve siyretinde buldu. Onu kaybettiğine yanıyor."
"Sizden saklayacak değilim: fi tarihinde benim için de böyle yapmıştı."
"'Komünikatif bir ruhunuz olduğu şüphe götürmez, hanımefendi."
Bize karşı dikkatli ol
"Şunu unutma" diyor Tyler. "Ezmeye çalıştığın bu insanlar, senin muhtaç olduğun herkestir. Biz senin çamaşırını yıkayan, yemeğini pişiren ve önüne getiren insanlarız. Senin yatağını biz yapıyoruz. Uykudayken seni biz koruyoruz. Ambulansları biz kullanıyoruz. Telefonlarını biz bağlıyoruz. Bizler ahçıyız, taksi şoförüyüz ve senin hakkında her şeyi biliyoruz. Sigorta bildirimlerini, kredi kartı ödemelerini biz takip ediyoruz. Hayatının her alanını biz denetliyoruz."
"Biz tarihin ortanca çocuklarıyız. Bizi bir gün milyoner olacağımıza, film yıldızı, rock yıldızı olacağımıza inandıran televizyon programlarıyla büyüdük: ama bunların hiçbirini olamayacağız. Ve bu gerçek kafamıza ancak dank ediyor"
diyor Tyler. "O yüzden bize karşı dikkatli ol."
Kendi ismimize ancak ölümde kavuşabiliriz
Bir dakika önce Robert Paulson dünyadaki yaşamın etrafına doluştuğu, küçük, sıcak bir merkezdi . Bir dakika sonra, bir nesne oldu. Polislerin ateşinden sonra, ölümün inanılmaz mucizesi.
Bu gece bütün dövüş kulüplerinde, topluluktaki adamlar bodrumun orta yerindeki boşluğun ötesine, öbür uçta duran adamlara bakarken, her birim lideri karanlıkta, kalabalığın etrafında dolaşıyor ve liderin bağıran sesi duyuluyor:
"Adı Robert Paulson . "
Erkekler topluluğu bağırıyor: "Adı Robert Paulson."
Lider bağırıyor: "Yaşı kırk sekiz."
Erkekler topluluğu bağırıyor: "Yaşı kırk sekiz."
Yaşı kırk sekiz. Dövüş kulübü müdavimiydi .
Yaşı kırk sekiz. Kargaşa Projesi'nin bir neferiydi.
Kendi ismimize ancak ölümde kavuşabiliriz; çünkü ancak ölümde mücadelenin bir parçası olmaktan çıkarız.
Ölümde kahraman oluruz.
Ve topluluk bağırıyor: "Robert Paulson."
Ve topluluk bağırıyor: "Robert Paulson."
Ve topluluk bağırıyor: "Robert Paulson .