Bu kitap, ilkokul öğretmeni olarak yetişmek üzereyken, Birinci Dünya Harbinde savaşa katılan ve sonra Büyük Turan´ı kur
Anadolu İnsanının Cehaleti
Bugün ordunun bilgi yapısında, Birinci Dünya Harbindeki Osmanlı ordusuna bakarak çok şeyler değişmiştir. Fakat o vakit, örneğin bizim bu makineli bölüğünde, İstanbullu bir başçavuştan başka okuma yazma bilen kimse yoktu. Daha ilk derste belli oldu ki bu bölükte, hangi dinden olduğumuzu doğru dürüst ve kesin olarak bilen kimse de yoktur.
Derse başlarken İstanbullu başçavuşa dersi sadece dinlemesini, sual cevaplara katılmamasını söyledim. Sonra da askerlere sordum:
- Bizim dinimiz nedir? Biz hangi dindeniz?
Hep birden:
- Elhamdülillah Müslümanız..
diye cevap vereceklerini sanıyordum. Fakat öyle olmadı. Cevaplar karıştı . Kimisi "İmam-ı azam dinindeniz" dedi. Kimisi "Hazreti Ali dinindeniz" dedi. Kimisi de hiç bir din tayin edemedi. Arada:
- İslamız,
diyenler de çıktı ama;
- Peygamberimiz kimdir?
deyince, onlar da pusulayı şaşırdılar. Akla gelmez peygamber isimleri ortaya atıldı. Hatta birisi:
- Peygamberimiz Enver Paşadır! dedi. İçlerinden peygamberin adını duymuş olan birkaçına da:
- Peygamberimiz sağ mı? Ölü mü?
deyince iş gene çatallaştı. Herkes aklına gelen cevabı veriyordu. Bir kısmı sağ, bir kısmı ölüdür tarafını tuttu. Fakat birisinin kuvvetle konuştuğunu, yahut bir tarafın daha ağır bastığını görünce, diğer tarafın da kolayca o tarafa kaydığı görülüyordu.
Peygamberimiz sağdır diyenlere:
- O halde peygamberimiz hangi şehirde oturur,
diye sordum. Cevaplar tekrar karıştı. Onu İstanbul'da, Şam'da yahut Mekke'de yaşatanlar oldu. Hiç bir yer tayin edemeyenler daha çoktu. Peygamber ölmüştür diyenlere de:
- Peygamberimiz ne kadar zaman evvel öldü?
denildiği zaman bu sefer onlar şaşırdılar. Yüz sene önce, beş yüz sene önce, bin sene önce diye gelişigüzel cevaplar verenler oluyordu. Fakat çoğu, vakit tayin edemiyorlardı.
Dinimizin adı ve peygamberimiz bilinmeyince de din ilkelerini ve ibadetleri doğru dürüst bilen hiç kimse çıkmadı.
Ezan dinlemişlerdi. Fakat ezan ·okumayı bilen yoktu. Namaz kılan bir iki kişi çıktı. Fakat onların da hiç biri, namaz surelerini yanlışsız okuyamadı. Daha garibi, niçin namaz kıldıklarını bir türlü anlatamadılar.
Sonra:
- Köyünde cami olanlar ayağa kalksın,
dedim. Gerçi köylerinde cami olan birkaç kişi kalktılar. Fakat onlar da bayramlarda, cumalarda, adet yerini bulsun diye camiye gitmişlerdi. Köylerinde mektep olan bir· tek kişi çıkmadı. Bazı camili köylerde, cami odasında ,küçük çocuklara imam tarafından Kur'an ezberlettirilmeye çalışıldığını görmüşlerdi. Ama usulü dairesinde ve ayrı bir köy mektebi gören kimse yoktu.
İlk ders beni şaşırtmıştı. Bu bölük o zamanki milletin bir parçasıydı. Hepsi de Anadolu köylüleriydiler. Biz Anadolu köylüsünü dindar, mutaassıp bilirdik. Halbuki bu gördüklerim sadece cahildiler.
Fakat asıl şaşkınlığım ikinci derste oldu. Daha ilk sual cevaplarda anlaşıldı ki, bu askerler yalnız hangi dinden olduklarını değil, hangi milletten olduklarını da bilmiyorlardı.
- Biz hangi milletteniz,
deyince her kafadan bir ses çıktı:
- Biz Türk değil miyiz?
deyince de hemen:
- Estağfurullah!..
diye karşılık verdiler. Türklüğü kabul etmiyorlardı. Halbuki biz Türktük Bu ordu Türk ordusu idi. Türklük için savaşıyorduk. Asırlarca süren maceralardan sonra son sığınağımız ancak bu Türklük olabilirdi. Fakat ne çare ki bu "biz Türk değil miyiz?" diye sorunca "estağfurullah" diye cevap verenlerin görüşüne göre Türk demek Kızılbaş demekti. Kızılbaşlığın ise ne olduğu bilinmiyordu. Ama, onu her halde kötü bir şey sayıyorlardı. Yahut belki de aslında kendileri Kızılbaş oldukları halde böyle görünüyorlardı.
Anadolu'da vaktiyle binlerce, on binlerce insan Kızılbaş oldukları için öldürülmüşlerdi. Gerçi bu öldürülenler hakiki saf Türk aşiretler halkı, Oğuz Türkleriydiler. Demek ki korku hala yaşıyordu...
Dininde, milliyetinde birleşmiş olmayan bu bölük, dersler ilerledikçe görüldü ki, devletin şeklini, devletin adını, padişahın ismini, devletin merkezini, başkumandanı ve onun vekilini de bilmemektedir.
Hele iş, vatan bahsine dönünce, büsbütün karıştı. Kısacası, vatanımızın neresi olduğunu bilen yoktu. Yahut da bütün bilgiler, belirsiz, köksüz, şekilsiz ve yanlıştı.
Bölüğü yakından tanıdıkça daha garip şeylerle de karşılaşıyordum. Askerlerin bir kısmı, kendi isimlerini değil de başka adları taşıyorlardı. Künyelerinde yazılı yerler, asıl doğdukları veya kayıtlı oldukları yerler değildi. Bu kayıtları düzeltmeye ve onları temize çıkarmaya uğraşırken, bunu istemeyen, hatta işi büsbütün karıştıranlar da oldu... Böyle bir toplum, bu harbi elbette ki ruhen isteyerek benimsemiş olamazdı.
Türkiye’nin güvenlik stratejilerine, yurt içindeki siyasi, ekonomik, teknolojik, çevresel ve sosyo-kültürel problemlerine yönelik bilimsel araştırmalar yapmak; karar alıcılara milli menfaatler doğrultusunda çözüm önerileri, karar seçenekleri ve politikalar sunmak Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM)’nin kuruluş amaçları arasında yer almaktadır.
Sivil-Asker İlişkilerine en çok zarar verecek şey
Mevcut tecrübeler, sivil-asker ilişkilerinde “demokratik sağlamlaştırma sürecine en fazla zarar verebilecek ögenin, kendisini hami güç olarak ileri süren ya da kendi özerk alanını yaratarak, siyasi karar alanlarını hükümetin elinden alan ordu olduğunu göstermektedir. Silahlı kuvvetler, kendisini ulusun özünün ve kalıcı çıkarlarının garantörü olarak gördüğünde hami rolünü üstlenir ve bu konumla, seçilmiş hükümet üzerinde etki kurar.”
Sivil-asker ilişkilerini problem boyutuna taşıyan önemli bir ayrıntı da askerlerin yönetilmekten kaçınma ve özerk davranma eğilimleridir. Sivil-asker ilişkilerine askerlerin gözüyle bakıldığında; Feaver’a göre ordu, yapılacak şeyin ne olduğuna bakılmaksızın, kendisinden istenenleri asgari düzeyde sivil müdahale ve idare altında yapmak ister. Bu ve benzer tercihler, sivillerin ne istediğine bakmaksızın, ordunun kendi isteğine yönelmesi olasılığını da ortaya çıkarmaktadır.
Türkiye’nin güvenlik stratejilerine, yurt içindeki siyasi, ekonomik, teknolojik, çevresel ve sosyo-kültürel problemlerine yönelik bilimsel araştırmalar yapmak; karar alıcılara milli menfaatler doğrultusunda çözüm önerileri, karar seçenekleri ve politikalar sunmak Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM)’nin kuruluş amaçları arasında yer almaktadır.
Muhafızların muhafızlığını kim yapacak?
Serra, Juvenal’ın “muhafızların muhafızlığını kim yapacak” sözünü aktararak sivil-asker ilişkilerini doğuran temel problematiğe işaret eder. Lipson ise, dışarıda düşmanlara ve içeride yasalara uymayanlara karşı korunmanın güvence altına alındığı noktada başka sorunların ortaya çıkabileceğini vurgulayarak ilişkilerdeki sorunsala dönük şu soruları sorar:
(1) Ne kadar güç örgütlenecektir?
(2) toplum kendini koruyucularına karşı koruyabilir mi?
(3) bir tür özgürlüğün korunması, başka bir özgürlüğü tehlikeye atar mı?
Lipson, bu soruları takiben şu tespitte bulunur: “Bir ulusun dışsal denetimden kurtulup özgürlüğe kavuşmasına önderlik eden ‘kurtarıcı’, bazen içeride karşıtlarını baskı altına alır.” Bu tespitlerde, sivil-asker ilişkilerindeki iki temel probleme işaret edilmektedir. Bunlardan birincisi, ordunun sivil denetim altına alınarak toplumun kendi koruyucusuna karşı korunması; ikincisi ise sivil denetim altına giren ordunun, rakiplerine karşı kendi egemenliğini güçlendirmek için hükümetler tarafından kullanılmasıdır.
Türkiye’nin güvenlik stratejilerine, yurt içindeki siyasi, ekonomik, teknolojik, çevresel ve sosyo-kültürel problemlerine yönelik bilimsel araştırmalar yapmak; karar alıcılara milli menfaatler doğrultusunda çözüm önerileri, karar seçenekleri ve politikalar sunmak Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM)’nin kuruluş amaçları arasında yer almaktadır.
Sivil denetim
Akay’a göre, sivil-asker ilişkilerini bir sorun düzlemine çeken çelişki, toplumu korumakla yükümlü olan bir kurumun fazla güç edindiğinde, yine aynı toplum için tehdit unsuruna dönüşmesi olasılığıdır. Silahlı kuvvetlerin yeterince güçlü olmaması, dış tehdit ihtimalini artırırken, gereğinden fazla güçlü olması aynı toplum için sorun olabilmektedir. Sivil denetim tartışmaları; bu çelişkiyi gidermek, dışarıya karşı güçlü orduyu muhafaza etmek ve bu gücün içeride kendi toplumuna dönmemesi için denge kurma amacını güder.
Samuel P. Huntington'un bu çalışmada gündeme getirdiği birçok tespit, bugün ülkemizde yaşadığımız sivil-asker ilişkilerine dair çoğu sorunun 50 yıl önce farklı şekillerde ABD'de de yaşandığını göstermektedir. Askeri bütçe, askerlerin siyasi faaliyetleri, diplomasi ve iç siyasete etkileri, toplumla ve siyasi erkle ilişkileri, askeri kurum ve kuruluşların yapısı ve işlevleri gibi Huntington tarafından bu kitapta ABD bağlamında tartışılan sorunlar, günümüz Türkiyesi'nde de hararetle tartışılmaktadır.
Amerika'da Asker - Sivil İlişkileri
Amerika Birleşik Devletlerinde bir şekilde yaygın kabul gören tek sivil-asker ilişkileri kuramı, Amerikan liberalizminin temelindeki önkabullerin türevi olan karmaşık ve sistemsiz varsayımlar ve inançlar bütünüdür. Bu fikirler yumağı birçok önemli olguyu kapsamına dahil etmemesi açısından yetersiz, kökenlerinin, çağdaş dünyada geçerlilikleri şüpheli bir değerler hiyerarşisine dayanması açısından ise atıldır.
Samuel P. Huntington'un bu çalışmada gündeme getirdiği birçok tespit, bugün ülkemizde yaşadığımız sivil-asker ilişkilerine dair çoğu sorunun 50 yıl önce farklı şekillerde ABD'de de yaşandığını göstermektedir. Askeri bütçe, askerlerin siyasi faaliyetleri, diplomasi ve iç siyasete etkileri, toplumla ve siyasi erkle ilişkileri, askeri kurum ve kuruluşların yapısı ve işlevleri gibi Huntington tarafından bu kitapta ABD bağlamında tartışılan sorunlar, günümüz Türkiyesi'nde de hararetle tartışılmaktadır.
Alman ordusu neden üstün?
Prusya’da 1865 yılında yürürlüğe getirilen eğitim ve sınav şartı, aristokrat veya burjuva bütün subaylar açısından diğer tüm Avrupa ordularının hepsinden çok daha üstün bir temel yeterlik düzeyinin teminatı olmuştur
Samuel P. Huntington'un bu çalışmada gündeme getirdiği birçok tespit, bugün ülkemizde yaşadığımız sivil-asker ilişkilerine dair çoğu sorunun 50 yıl önce farklı şekillerde ABD'de de yaşandığını göstermektedir. Askeri bütçe, askerlerin siyasi faaliyetleri, diplomasi ve iç siyasete etkileri, toplumla ve siyasi erkle ilişkileri, askeri kurum ve kuruluşların yapısı ve işlevleri gibi Huntington tarafından bu kitapta ABD bağlamında tartışılan sorunlar, günümüz Türkiyesi'nde de hararetle tartışılmaktadır.
Prusyalı bir lise öğrencisinin subaylık için atması gereken adımlar
Ondokuzuncu yüzyılın ortalarında, onyedi buçuk, yirmiüç yaşları arasındaki Prusyalı bir lise öğrencisinin subaylık için atması gereken adımlar şunlardır:
(1) bir alaydan sorumlu albay tarafından aday gösterilmesi;
(2) serbest bilimlerle ilgili genel bir imtihandan geçmesi;
(3) er saflarında altı ay hizmet vermesi;
(4) Kılıç Düğümü (Swordsknot) (kılıç kabzasına iliklenen ve subaylığa geçişi simgeleyen dekoratif amaçlı kurdele şeklinde düğüm, Ç.N.) nişanına atanması (Portepeefahnrich)
(5) tümen okulunda altı aylık eğitimden geçmesi;
(6) askeri konularda özel bir imtihana tabi tutulması;
(7) alay subayları tarafından kabul edilmesi;
(8) teğmen rütbesiyle görevlendirilmesi.
Askeri lise öğrencilerinin çoğunluğu genel sınavdan onsekiz veya ondokuz yaşında geçirilmişler, sonrasında ise normal liselerden mezun öğrencilerle aynı yöntemleri takip etmişlerdir. Ondokuzuncu yüzyılın sonunda Alman Donanması’nda uygulanan giriş yöntemleri de bu Kara Kuvvetleri sistemini temel almıştır.
1800'lerden bugüne, özgün, karmaşık, tartışmalı hatta kavgalı bir süreç olarak yaşanan modernleşme tarihimiz üzerine derinlikli bir inceleme... Zürcher'in emeği, hem yeni bilgiler sunuyor okurlara hem de tutarlı bir yaklaşım. Üçüncü Selim'den, Zürcher'in tanımlamasıyla "Üçüncü Cumnuriyet"e, yani 1980 sonrasına.
(Tanıtım Bülteninden)
19. Asırda Osmanlı Askerlerleri
1800’e gelindiğinde, İstanbul’daki merkezî hükümet eskiden elinde bulundurduğu gücün büyük bir kısmını yitirmiş durumdaydı. Osmanlının askerî kudretinin 14. yüzyıldan itibaren iki klâsik dayanağını oluşturan ulufeli yeniçeri piyade sınıfı ile yarı feodal sipahi atlı sınıfı, değerlerini uzun zamandan beri yitirmiş bulunuyorlardı. 18. yüzyılda hem başkentte hem de önemli eyalet merkezlerinde görevlendirilmiş olan yeniçeri ocakları, sayıca büyük (ve pahalı), ama askeri bakımdan fazlasıyla önemsiz bir topluluktu; hükümeti ve halkı yıldıracak kadar da güçlü olmasına karşın, İmparatorluğu savunamayacak kadar zayıftı; teknolojik ve taktik olarak üstün olan Avrupa ordularıyla son yüzyıl içerisinde yapılan ve yenilgiyle sonuçlanan bir dizi savaş bunun kanıtıydı. Yeniçeriler çoktan yarı zamanlı çalışan bir milis gücüne dönüşmüştü. Hisseli dükkan sahipliği ve haraca kesme yoluyla, pazardaki loncalarla kaynaşmışlardı. Askerî birliklere atanma belgeleri kendilerine ve korumakta oldukları dükkanlara ayrıcalıklı bir statü kazandırıyordu. Yeniçerilerin esâme kağıtlarının sayısı, askerlerin gerçek sayısını kat kat aşmış ve para yerine geçen bir kağıda dönüşmüştü. İmparatorluğun görkemli döneminde ücretleri, kendilerine yapılan tımar bağışı yoluyla dolaylı yoldan ödenmekte olan sipahiler ise enflasyon yüzünden topraklarını terk etmek zorunda kalmışlardı, çünkü gelirleri sabit olmasına karşın çıkılan seferlerin maliyeti katlana katlana artmaktaydı. Sipahilerin sayısı 1800’e gelindiğinde büyük ölçüde azalmıştı. Bunun yanı sıra, sipahilerin temsil ettiği Ortaçağ atlı sınıfı türü de, o dönemin savaşlarında pek fazla varlık gösteremiyordu. Geç 18. yüzyıl savaşlarında, Osmanlı ordusu, askerlerini esas olarak Müslüman Anadolu’dan, Balkan köylülerinden ve kasabalardaki serkeş genç erkeklerden toplar hale gelmişti, ki bunların hepsine birden levend adı veriliyordu. En etkin Osmanlı birliklerinin bir kısmını, eyaletlerden ve İmparatorluğa tâbi devletlerden temin edilen yedek kıtalar oluşturuyordu.