hayat

Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
144
Baskı Tarihi
2018
ISBN
978-975-468-70-02
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Say Yayınları
Mütercimi
Ahmet Aydoğan
Orijinal Adı
Parerga und Paralipomena

Akıllı insan her şeyden evvel ıstıraptan ve tacizden azâde olmak için çabalayacak, sessizliği ve boş vakti, dolayısıyla mümkün olan en az sayıda beklenmedik ve tehlikeli karşılaşma ile birlikte sakin, mütevazı bir hayatı arayacaktır; ve böylelikle sözüm ona hemcinsleriyle çok az bir ortak tecrübeyi paylaştıktan sonra, münzeviyane bir hayatı tercih edecektir, hatta eğer büyük bir ruha sahipse büsbütün yalnızlığı seçecektir. 

İki Hayat

Şimdi önümüzdeki bu iki tabloya bakalım: Bir tarafta tamamen kişisel mutluluğun küçük önemsiz şeylerine, ucuz hesaplarına, bütün biçimleriyle sefalete adanmış çaba ve mücadelelerin uzun, küt kaydını ihtiva eden kitlelerin hayatı, bu hedeflere ulaşılır ulaşılmaz her taraftan can sıkıntısının taciz edip durduğu (daha doğrusu tasallutundan kurtulamadığı) ve insanın yüzüstü bırakıldığı ve işte bu yüzden heyecanın vahşi ateşiyle yeniden bir başka hareket biçimiyle uyarılmadıkça iflah olmayacak bir hayat. Diğer tarafta düşünce bakımından zengin, hayat ve anlam dolu bir yaşam süren, onlara kendisini verecek vakit bulduğu her fırsatta derhal kıymetli ve değerli amaçlarla meşgul olan, en soylu hazzın kaynağını kendi içinde taşıyan, yüksek bir zihni kudret düzeyine sahip bir insan. Harici müşevviklerden yahut uyarıcılardan gereksinim duyduğu şey tabiatın eserlerinden, ve insanlığın durumunu ve bütün çağların ve ülkelerin büyüklerinin arkalarında bıraktıklarını düşünmekten gelir ki, bu sözünü ettiklerimizi sadece bunlar anlayıp, onlarla aynı hissiyatı paylaşabilecekleri için, eksiksiz biçimde ancak bu tür insanlar tarafından değerlendirilirler. Ve dolayısıyla bu bütün çağların ve ülkelerin büyükleri gerçekten sadece bunlar için yaşamıştır; onların hitap ettikleri sadece bunlardır; kalanı gerek onları gerekse onların takipçilerini ancak yarım yamalak anlayabilen tesadüfi dinleyicilerden başka bir şey değildir.

Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
218
Baskı Tarihi
2016
ISBN
9789750805561
Baskı Sayısı
9. Baskı
Yayın Evi
Yapı Kredi Yayınları
Mütercimi
Kamuran Şipal

"Bozkırkurdu'nun, deneysel cesaret anlamında Ulysses'ten aşağı kalmayan bir yapıt olduğunu söylemeye gerek var mı? Bozkırkurdu, okumanın ne demek olduğunu uzun zamandır ilk kez hatırlattı bana."
-Thomas Mann-

Neden Altını Çizdim?
Yaşamı tanımlama şekli değil ama yaşama yüklemeye çalıştığımız anlama verdiği tepki rahatsız ediciydi. Haklı mı diye uzun uzun düşünmeme sebep olması nedeniyle altını çizdiğim satırlardı.

Yaşam Rahat Bir Orta Sınıf Evdir

Yaşam konusunda bir fikrin vardı; içimde bir inanç bir beklenti yaşıyordu; eylemlere, acılara ve özverilere hazırdın. Ama yavaş yavaş anladın ki, dünya hiç de senden eylemlerde ve özverilerde bulunmanı istemiyor; yaşam, kahraman rollerine ve benzeri şeylere yer veren bir kahramanlık destanı değil, insanın yiyip içmeler, kahve yudumlamalar, örgü örmeler, iskambil oynamalar ve radyo dinlemelerle yetinip hallerine şükrettikleri rahat bir orta sınıf evdir. Kim bunun başka türlüsünü ister, kim gönlünde yiğitliği ve güzelliği barındırır, büyük yazarları ya da ermişleri baş tacı ederse, o bir aptaldır, bir Don Kişot'tur.


Türü
Roman
Sayfa Sayısı
701
Baskı Tarihi
2009
Yazılış Tarihi
1941
ISBN
978-975-10-3025-2
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İnkılâp
1888 yılında Beylerbeyi’nde doğan Refik Halid, 18.yüzyıl sonlarında bir kolu Mudurnu’dan İstanbul’a göçen Karakayış ailesindendir. Galatasaray Sultanisi ve Mekteb-i hukuk da okuyan yazar, Meşrutiyet sıralarında gazeteciliğe başlamıştır.Kısa sürede üne kavuşmuş Fecri Ati edebiyat topluluğunun kurucularından olmuştur. Kirpi adıyla taşlamaları ve siyasal yazıları sonucu İttihat Terakki hükümetince Anadolu ‘nun çeşitli illerinde 5 yıl sürgüne gönderilmiş, ancak 1.Dünya Savaşı’nın son yılı İstanbul’a dönebilmiştir.Dönüşünde Robert Kolej’de Öğretmenlik, Sabah Gazetesi başyazarlığı, ilk kez Posta-Telgraf Genel Müdürlüğü yapan Refik Halid, bu ara tanınmış Aydede mizah dergisini de çıkarmıştır. Bazı siyasal davranışları yüzünden memleketten ayrılmak zorunda kalan yazar, Haleb’e yerleşerek Vahdet Gazetesini çıkarmış, Hatay’ın Türkiye’ye bağlanmasında yazıları ve çalışmaları ile katkıları olmuştur. 1938’de yurda dönen Refik Halid, çeşitli dergi ve gazetedeki günlük yazıları ve 20 kadar romanı ile yaşamını sürdürmüştür. 18.7.1965 tarihinde İstanbul’da ölen yazar; tekniği, dilinin güzelliği, taşlamalarının inceliği ve tasvirlerinin kuvveti ile ün yapmış, Modern Türk Edebiyatı’nın temel taşlarından biri olmuştur. (Arka Kapak)

Yaşlı İnsan

"İnsan ellisini aştı mı günlük hayatının ancak yarısını yaşar; yarısı eski yılların zihninde tekrarından ibaret kalır. Belki daha sonra bu nispet üçte ikiye, nihayet dörtte bire düşecek, günlerini mazi dolduracaktır. Yaşlı insan hatıralarını geviş getirerek hali güçlükle hazmetmeye çalışan bir mahluktur.
 


Türü
Roman
Sayfa Sayısı
784
Baskı Tarihi
2014
ISBN
978-605-360-442-6
Baskı Sayısı
4. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Editörü
Ali Alkan İnal
Mütercimi
Ergin Altay
Dostoyevski bu eserinde, sara hastası bir genç adamın merkezine yerleştirdiği bir dünyada dürüst ve açık bir insan olarak yaşamanın zorluklarına değinmekte ve toplumun ne kadar da iki yüzlü bir sistem üzerine dayanarak ayakta durduğunu gözler önüne sermektedir. Böyle bir dünyada dürüst olmak "budala" olmaktır. Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Budala

Bir İdam Tablosu

— Ölümden tam bir dakika önceki o an, diye başladı. (Kendini hatıralara kaptırmış, her şeyi unutmuş gibiydi.) Merdivenden çıkarken, tam idam sehpasına ayağını bastığı an... O anda dönüp benden yana baktı. Yüzünü gördüm ve o anda her şeyi anladım... Çok zor bunu anlatmak! Sizin veya başka birinin bunun resmini yapmasını öylesine çok, öylesine çok isterdim ki... En çok da sizin yapmanızı! Böyle bir tablonun yararlı bile olacağını düşünüyordum. Biliyor musunuz, her şeyi ayrıntılarıyla vermek gerekir bu tabloda. Her şeyi, her şeyi... Zindanda yatıyordu, en azından bir hafta sonra idam edileceğini düşünüyordu. Olağan işlemlerin tamamlanmasının, yazının gerekli yerlere gidip gelmesinin en azından bir hafta süreceğini hesaplıyordu. Ama nedense birden kısalmıştı süre. Sabaha karşı saat beşte uyuyordu idam mahkûmu. Ekimin sonlarıydı. Sabahın saat beşinde hava soğuk, ortalık karanlıktı. Cezaevi görevlilerinden biri yanında gardiyanla hücresine girdi ve usulca dokundu omzuna. İdam mahkûmu yattığı yerde dirseğine dayanarak hafifçe doğruldu. Işık yanıyordu. "Ne oluyor?" diye sordu. "Saat onda idam cezan uygulanacak." Uyku sersemliğiyle inanmadı buna mahkûm. İtiraz etmeye, yazının ancak bir hafta sonra geleceğini söylemeye çalıştı. Ama iyice ayıkınca itiraz etmeyi kesti, sustu. Neden sonra şöyle dediğini anlatıyorlardı: "Birden çok ağır geldi..." Sonra yine susmuş, ağzını açıp bir şey söylemek istememiş. Bilinen hazırlıklar üç dört saat sürmüş: Papaz gelmiş, kahvaltısını getirip önüne koymuşlar. Kahvaltıda şarap, kahve ve sığır eti varmış. (Bir şaka mıydı bu? Ne acımasızlıktı bu öyle! Öte yandan, bu iyi niyetli insanlar bir kötülük düşünmeden yapıyorlardı bunu. İnsan sevgisinden böyle davrandıklarına inanıyorlardı) Sonra gömlek (İdam gömleğinin nasıl olduğunu bilir misiniz?). Bütün hazırlıklar tamamlandıktan soma nihayet üstü açık bir arabaya bindirip kentin sokaklarında idam sehpasının olduğu alana doğru yola çıkarmışlar onu... Öyle sanıyorum ki, arabada giderken de önünde uzun bir hayatın olduğunu düşünüyordu. Yolda belki de şöyle geçiriyordu içinden: "Önümde uzun bir hayat var, üç sokak geçeceğiz. İşte birinciyi geçtik, sonra şu sokak var. Arkasından sağ yanında fırın olan sokak gelecek... Daha fırına çok var!" Sokaklarda büyük bir kalabalık toplanmıştı. Bağırıp çağırıyorlardı. "On bin insan, on bin çift göz... Bütün bunlara katlanması gerekiyordu. Şöyle geçiriyordu içinden: On bin insan, ama kimse idam etmiyor onları, oysa beni ediyorlar!" Bütün bunlar daha önce olmuştu. İdam sehpasına küçük bir merdivenle çıkılıyordu. Merdivenin önüne gelince birden ağlamaya başladı mahkûm. Oysa güçlü kuvvetli, acımasız bir adamdı, öyle diyorlardı. Papaz bir an ayrılmıyordu yanından. Arabada da yanındaydı. Durmadan bir şeyler söylüyordu ona, ama mahkûmun onu duyduğu kuşkuluydu. Önce dinlemeye başlıyor, ama üçüncü sözcükten sonrasını duymuyor, anlamıyordu. Öyle olsa gerekti. Sonunda merdiveni çıkmaya başladı. Ayakları bağlı olduğu için küçük adımlar atabiliyordu. Papaz zeki biri olsa gerekti. Konuşmuyordu şimdi. Durmadan haçı öptürüyordu mahkûma. Merdivenin ilk basamaklarında mahkûmun yüzünde renk yoktu, basamaklarda yükselip sehpaya çıktığında birden kâğıt gibi bembeyaz kesildi yüzü. Bacaklarında derman kalmamış olmalıydı; tıkanıyormuş, soluk alamıyormuş, bu yüzden içi bulanıyormuş gibiydi. Korktuğunuz veya çok kötü olduğunuz, beyninizin durduğu, elinizden hiçbir şey gelmediği bir anda kendinizi öyle hissettiğiniz oldu mu hiç? Öyle sanıyorum ki, sözgelimi kaçınılmaz bir felaket karşısında, üzerine bir ev yıkılırken falan insan birden yere çömelip, ne olacaksa olsun! diye gözlerini kapayıp beklemek ister. İşte idam mahkûmu gücünü yitirmeye başladığında papaz bir şey söylemeden, çabuk bir hareketle elindeki gümüş küçük haçı hemen onun dudaklarına götürüyordu. Haç dudaklarına dokunur dokunmaz gözlerini açıyordu mahkûm, birkaç saniye için kendine geliyor, adım atmaya başlıyordu. Tedbir almayı unutmaktan korkar gibi, ne olur ne olmaz diye acele ederek, hırsla, çabuk çabuk öpüyordu haçı. Ne var ki o anda dinsel bir amacı olduğu kuşku götürürdü. Ve başını giyotinin altına koyuncaya kadar böyle sürdü... Bu son saniyelerde bayılanın seyrek görülmesi çok şaşırtıcıdır! Tersine, o anda beyin korkunç derecede güçlüdür, çok iyi çalışmaktadır. Çok güçlü olsa gerektir, çalışan bir makine gibi çok güçlü, çok güçlü... Hiçbir sonuca varmayan, ilgisiz, hatta komik birçok düşünce üşüşür kafasına: "Şu adama bak, kocaman bir siğil var alnında. Celladın gömleğinin en alt düğmesi paslanmış..." Ama bu arada her şeyin farkındadır, her şeyi hatırlar. Unutmasının olanaksız olduğu bir nokta vardır. Bu yüzden bayılamaz... Her şey onun, bu noktanın çevresinde döner durur. Başı giyotinin altındayken son çeyrek saniyeye kadar düşünür mahkûm, bekler ve... bilir, başının üzerinde giyotinin bıçağının ansızın kaymaya başladığını duyar! Kesinlikle duyar bunu! Onun yerinde ben olsam, özellikle dinlerdim o sesi ve duyardım! Belki de saniyenin onda biri kadar bir zaman dilimidir o an, ama yine de duyulur! Ayrıca unutmayın ki, bedenden koptuktan sonra başın bir saniye daha bedenden koptuğunu bildiğinin tartışması hâlâ yapılmaktadır. Nelerle uğraşıyorlar şu insanlar! Peki, ya beş saniye biliyorsa bedenden koptuğunu!.. Öyle bir tablo yapın ki, idam sehpasına çıkan merdivenin son basamağı görünsün. Mahkûm ayağını o basamağa atmış olsun. Başı, kâğıt gibi bembeyaz yüzü görünsün. Papaz haçı uzatsın mahkûma, mahkûm mosmor dudaklarını hırsla uzatsın haça. Her şeyin farkındaymış gibi baksın... Haç ile mahkûmun başı, bütün tablo bu işte... İkinci planda papazla celladın yüzleri, celladın iki yardımcısı ve aşağıda bir-kaç yüz ve göz... onlar da aksesuar olarak ikinci planda belirsiz, sanki bir sis içinde... İşte böyle bir tablo...

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
784
Baskı Tarihi
2014
ISBN
978-605-360-442-6
Baskı Sayısı
4. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Editörü
Ali Alkan İnal
Mütercimi
Ergin Altay
Dostoyevski bu eserinde, sara hastası bir genç adamın merkezine yerleştirdiği bir dünyada dürüst ve açık bir insan olarak yaşamanın zorluklarına değinmekte ve toplumun ne kadar da iki yüzlü bir sistem üzerine dayanarak ayakta durduğunu gözler önüne sermektedir. Böyle bir dünyada dürüst olmak "budala" olmaktır. Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Budala

Gerçekte hiçbir dakikayı dolu dolu, hesaplı yaşamak mümkün değil

Cezaevindeki yaşam konusunda benimle aynı görüşte olmayabilirsiniz. Cezaevinde on iki yıl kalmış birinin öyküsünü dinlemiştim. Benim profesörün hastalarından biriydi. Sık sık nöbetler geliyordu. Kimi zaman karamsarlığa kapılıyor, ağla-maya başlıyordu. Bir gün intihara bile kalkışmıştı. Cezaevinde yaşamı çok kötüydü. Ama inanın, yine de kapik etmez bir yaşam değildi. Tek tanıdığı, bir örümcekle penceresinin önün-deki bir ağaçmış... Ama iyisi mi ben size geçen yıl tanıştığım başka birinin öyküsünü anlatayım. Çok tuhaf, sık rastlanmayan bir olay geçmişti başından. İdam edilecek öteki mahkûmlarla birlikte onu da idam sehpasına çıkarmışlar. Siyasi bir suçu nedeniyle kurşuna dizilerek idam edileceği kararı okunmuş kendisine. Yirmi dakika sonra da bağışlandığı, ölüm cezasının baş-ka bir cezaya çevrildiğinin karar yazısı... İki karar arasındaki yirmi dakikayı ya da en azından bir çeyrek saati birkaç dakika sonra kesinlikle öleceğini düşünerek yaşamış. O anda yaşadıklarını anlatırken büyük bir merakla dinliyordum onu. Aynı şeyleri tekrar tekrar soruyordum kendisine. Yaşadıklarını olağanüstü bir açıklıkla hatırlıyor, o dakikalarda yaşadıklarını hiç unutamadığını söylüyordu. Çevresinde askerlerin ve halkın toplandığı idam sehpasının yirmi adım ötesinde, idam edilecekler çok olduğu için üç direk daha dikilmiş. İdam edilecek ilk üç kişiyi götürüp direklere bağlamışlar, idam giysilerini (uzun, be-yaz gömlekleri) giydirmişler, tüfekleri görmesinler diye başla-rına beyaz başlıklar geçirmişler; sonra her direğin karşısında birkaç asker geçmiş. Benim tanıdığım sekizinciymiş. Yani üçüncü grupta yer alacakmış. Papaz elinde haçla her birini dolaşmış. Demek en çok beş dakika daha yaşayacakmış. Bu beş dakikanın ona sonsuz bir zaman dilimi, büyük bir servet gibi geldiğini söylüyordu. Bu beş dakikada birçok yaşamı olacağını düşünerek, son dakikayı düşünmeyi bile gerekli görmüyor, önündeki zamanın planlamasını yapıyormuş: Arkadaşlarıyla vedalaşmaya iki dakika ayırmış, iki dakika da kendini son bir kez düşünmeye... Geri kalan zamanda ise çevresine son kez bakınacakmış. Önündeki zamanı böyle üçe ayırıp kullanmayı planladığını çok iyi hatırlıyordu. Yirmi yedi yaşındaydı, sağlıklıydı, güçlü kuvvetliydi, ama ölecekti. Arkadaşlarıyla vedalaşırken, birine hayli tuhaf bir soru sorduğunu, aldığı cevabı da çok ilginç bulduğunu hatırlıyordu. Daha sonra, kendini düşünmek için ayırdığı iki dakika başlamış. Ne düşüneceğini önceden biliyormuş: Bir an önce öğrenmek, açıkça cevaplamak istediği soru şuydu: "Şimdi varım ve yaşıyorum, ama üç dakika sonra bir cansız madde, cansız biri veya bir şey olacağım. Nasıl olacak bu? Nerede olacağım?" O iki dakika içinde hep bunu anlamaya çalışmış! Hemen yakında bir kilise varmış, kilisenin altın kaplı kubbesi güneşin parlak ışığı altında parlıyormuş. Kilisenin kubbesinden ve ondan yansıyan parıltıdan gözlerini ayıramadığını hatırlıyordu. O parlak ışıklara takılıp kalmış bakışı. Bu ışıklar onun yeni kaderiymiş, üç dakika sonra onlara karışacakmış gibi geliyormuş ona... Bu bilinmezlik ve beklediği değişikliğe duyduğu nefret korkunçmuş. Ne var ki o anda ona asıl ağır gelen şu düşünceymiş: "Ya ölmezsem! Ya tekrar yaşamaya başlarsam! Upuzun bir hayat olursa önümde! Her dakikasıyla benim olan bir hayat!.. Her dakikasını yüzyıl yapardım, bir anını boşa harcamazdım, her dakikasını hesaplı kullanırdım, bir dakikasının bile değerini bilirdim!" Bu düşüncenin onu sonunda sinirlendirdiğini, öyle ki bir an önce onu idam etmeleri için sabırsızlanmaya başladığını söylüyordu. Birden sustu prens. Herkes anlatmayı sürdüreceğini, öyküyü bir sonuca bağlayacağını sanıyordu. — Bitti mi? diye sordu Ağlaya. Prens, bir an süren dalgınlığından sıyrılıp, — Efendim? dedi. Evet, bitti. — Peki, neden anlattınız bize bunları? — Öylesine anlattım işte... Aklıma geldi, anlattım.. Konuş-muş olmak için... Aleksandra, — Çok karışık anlatıyorsunuz prens, dedi. Yanılmıyorsam, hayatın bir dakikasının bile parayla ölçülemeyecek kadar değerli olduğunu, kimi zaman beş dakikanın bir hazineden bile çok değerli olduğunu anlatmak istediniz. Çok güzel, övgüye değer bir şey bu. Ama izninizle sorabilir miyim, size bütün bunları anlatan o arkadaşınız... ölümden kurtulmuş, yani "sonsuz bir hayat" bağışlamışlar ona. Peki, kavuştuğu o büyük zenginliği ne yapmış sonra? Her dakikasını "değerini bilerek" yaşamış mı? — Yo, hayır! Bana anlattığına göre -sordum ona bunu çün-kü- hiç de öyle yaşamamış, çok dakikasını, çok zamanını boşa harcamış. — İşte size bir yaşam deneyimi... Demek tam gerektiği gibi, her anın değerini bilerek yaşamak olanaksızmış. Nedense olanaksız...

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
400
Baskı Tarihi
1999
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Ötüken
Mütefekkir romancı bu eserde insan ruhunun derinliklerine büyük zekasının ışığını tutmaktadır. romanda asil bir ruhun insanın anlaşılmazlığı karşısındaki bunalımları, ikiyüzlülüğe ve bayağılıklara karşı isyanı verilmektedir. Harb yıllarının ahlâkı ve içtimâi hayanı verilmektedir. Harb yıllarının ahlâkı ve içtimâî hayatı perişan eden havası iinde dürüstlüğün ve ülkücülüğün savunması yapılmakta, kozmopolitliğe karşı milliyetçilik, materyalizme karşı maneviyatçılık bayraklaştırılmaktadır.

Hayat Ve Karakter

Hayatımız karakterimizin değil,karakterimiz hayatımızın mahsulüdür.

Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
218
Baskı Tarihi
2016
ISBN
9789750805561
Baskı Sayısı
9. Baskı
Yayın Evi
Yapı Kredi Yayınları
Mütercimi
Kamuran Şipal

"Bozkırkurdu'nun, deneysel cesaret anlamında Ulysses'ten aşağı kalmayan bir yapıt olduğunu söylemeye gerek var mı? Bozkırkurdu, okumanın ne demek olduğunu uzun zamandır ilk kez hatırlattı bana."
-Thomas Mann-

Yaşamdan Umulanlar

Bizim gibi insanlar vardır hep, yaşamdan en yüce olanı uman, onun anlamsızlığına ve kabalığına bir türlü alışamayan. Bozkırkurdu-Herman Hesse