— Ölümden tam bir dakika önceki o an, diye başladı. (Kendini hatıralara kaptırmış, her şeyi unutmuş gibiydi.) Merdivenden çıkarken, tam idam sehpasına ayağını bastığı an... O anda dönüp benden yana baktı. Yüzünü gördüm ve o anda her şeyi anladım... Çok zor bunu anlatmak! Sizin veya başka birinin bunun resmini yapmasını öylesine çok, öylesine çok isterdim ki... En çok da sizin yapmanızı! Böyle bir tablonun yararlı bile olacağını düşünüyordum. Biliyor musunuz, her şeyi ayrıntılarıyla vermek gerekir bu tabloda. Her şeyi, her şeyi...
Zindanda yatıyordu, en azından bir hafta sonra idam edileceğini düşünüyordu. Olağan işlemlerin tamamlanmasının, yazının gerekli yerlere gidip gelmesinin en azından bir hafta süreceğini hesaplıyordu. Ama nedense birden kısalmıştı süre. Sabaha karşı saat beşte uyuyordu idam mahkûmu. Ekimin sonlarıydı. Sabahın saat beşinde hava soğuk, ortalık karanlıktı. Cezaevi görevlilerinden biri yanında gardiyanla hücresine girdi ve usulca dokundu omzuna. İdam mahkûmu yattığı yerde dirseğine dayanarak hafifçe doğruldu. Işık yanıyordu. "Ne oluyor?" diye sordu. "Saat onda idam cezan uygulanacak." Uyku sersemliğiyle inanmadı buna mahkûm. İtiraz etmeye, yazının ancak bir hafta sonra geleceğini söylemeye çalıştı. Ama iyice ayıkınca itiraz etmeyi kesti, sustu. Neden sonra şöyle dediğini anlatıyorlardı: "Birden çok ağır geldi..." Sonra yine susmuş, ağzını açıp bir şey söylemek istememiş. Bilinen hazırlıklar üç dört saat sürmüş: Papaz gelmiş, kahvaltısını getirip önüne koymuşlar. Kahvaltıda şarap, kahve ve sığır eti varmış. (Bir şaka mıydı bu? Ne acımasızlıktı bu öyle! Öte yandan, bu iyi niyetli insanlar bir kötülük düşünmeden yapıyorlardı bunu. İnsan sevgisinden böyle davrandıklarına inanıyorlardı) Sonra gömlek (İdam gömleğinin nasıl olduğunu bilir misiniz?). Bütün hazırlıklar tamamlandıktan soma nihayet üstü açık bir arabaya bindirip kentin sokaklarında idam sehpasının olduğu alana doğru yola çıkarmışlar onu... Öyle sanıyorum ki, arabada giderken de önünde uzun bir hayatın olduğunu düşünüyordu.
Yolda belki de şöyle geçiriyordu içinden: "Önümde uzun bir hayat var, üç sokak geçeceğiz. İşte birinciyi geçtik, sonra şu sokak var. Arkasından sağ yanında fırın olan sokak gelecek... Daha fırına çok var!" Sokaklarda büyük bir kalabalık toplanmıştı. Bağırıp çağırıyorlardı. "On bin insan, on bin çift göz... Bütün bunlara katlanması gerekiyordu. Şöyle geçiriyordu içinden: On bin insan, ama kimse idam etmiyor onları, oysa beni ediyorlar!" Bütün bunlar daha önce olmuştu. İdam sehpasına küçük bir merdivenle çıkılıyordu. Merdivenin önüne gelince birden ağlamaya başladı mahkûm. Oysa güçlü kuvvetli, acımasız bir adamdı, öyle diyorlardı. Papaz bir an ayrılmıyordu yanından. Arabada da yanındaydı. Durmadan bir şeyler söylüyordu ona, ama mahkûmun onu duyduğu kuşkuluydu. Önce dinlemeye başlıyor, ama üçüncü sözcükten sonrasını duymuyor, anlamıyordu. Öyle olsa gerekti. Sonunda merdiveni çıkmaya başladı. Ayakları bağlı olduğu için küçük adımlar atabiliyordu. Papaz zeki biri olsa gerekti. Konuşmuyordu şimdi. Durmadan haçı öptürüyordu mahkûma. Merdivenin ilk basamaklarında mahkûmun yüzünde renk yoktu, basamaklarda yükselip sehpaya çıktığında birden kâğıt gibi bembeyaz kesildi yüzü. Bacaklarında derman kalmamış olmalıydı; tıkanıyormuş, soluk alamıyormuş, bu yüzden içi bulanıyormuş gibiydi.
Korktuğunuz veya çok kötü olduğunuz, beyninizin durduğu, elinizden hiçbir şey gelmediği bir anda kendinizi öyle hissettiğiniz oldu mu hiç? Öyle sanıyorum ki, sözgelimi kaçınılmaz bir felaket karşısında, üzerine bir ev yıkılırken falan insan birden yere çömelip, ne olacaksa olsun! diye gözlerini kapayıp beklemek ister. İşte idam mahkûmu gücünü yitirmeye başladığında papaz bir şey söylemeden, çabuk bir hareketle elindeki gümüş küçük haçı hemen onun dudaklarına götürüyordu. Haç dudaklarına dokunur dokunmaz gözlerini açıyordu mahkûm, birkaç saniye için kendine geliyor, adım atmaya başlıyordu. Tedbir almayı unutmaktan korkar gibi, ne olur ne olmaz diye acele ederek, hırsla, çabuk çabuk öpüyordu haçı. Ne var ki o anda dinsel bir amacı olduğu kuşku götürürdü.
Ve başını giyotinin altına koyuncaya kadar böyle sürdü... Bu son saniyelerde bayılanın seyrek görülmesi çok şaşırtıcıdır! Tersine, o anda beyin korkunç derecede güçlüdür, çok iyi çalışmaktadır. Çok güçlü olsa gerektir, çalışan bir makine gibi çok güçlü, çok güçlü... Hiçbir sonuca varmayan, ilgisiz, hatta komik birçok düşünce üşüşür kafasına: "Şu adama bak, kocaman bir siğil var alnında. Celladın gömleğinin en alt düğmesi paslanmış..." Ama bu arada her şeyin farkındadır, her şeyi hatırlar. Unutmasının olanaksız olduğu bir nokta vardır. Bu yüzden bayılamaz... Her şey onun, bu noktanın çevresinde döner durur.
Başı giyotinin altındayken son çeyrek saniyeye kadar düşünür mahkûm, bekler ve... bilir, başının üzerinde giyotinin bıçağının ansızın kaymaya başladığını duyar! Kesinlikle duyar bunu! Onun yerinde ben olsam, özellikle dinlerdim o sesi ve duyardım! Belki de saniyenin onda biri kadar bir zaman dilimidir o an, ama yine de duyulur! Ayrıca unutmayın ki, bedenden koptuktan sonra başın bir saniye daha bedenden koptuğunu bildiğinin tartışması hâlâ yapılmaktadır. Nelerle uğraşıyorlar şu insanlar! Peki, ya beş saniye biliyorsa bedenden koptuğunu!.. Öyle bir tablo yapın ki, idam sehpasına çıkan merdivenin son basamağı görünsün. Mahkûm ayağını o basamağa atmış olsun. Başı, kâğıt gibi bembeyaz yüzü görünsün. Papaz haçı uzatsın mahkûma, mahkûm mosmor dudaklarını hırsla uzatsın haça. Her şeyin farkındaymış gibi baksın... Haç ile mahkûmun başı, bütün tablo bu işte... İkinci planda papazla celladın yüzleri, celladın iki yardımcısı ve aşağıda bir-kaç yüz ve göz... onlar da aksesuar olarak ikinci planda belirsiz, sanki bir sis içinde... İşte böyle bir tablo...