Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
416
Baskı Tarihi
Nisan 2013
ISBN
978-975-352-011-9
Baskı Sayısı
9. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Allah (c.c), kendi yolunun küllenmiş işaretlerini hatırlatmak için zaman zaman peygamberler göndermiştir. Bu peygamberler, mesajlarını yaymaya çalışırken hem kendilerini engellemek isteyenlerin, hem de taraftarlarının zulümlerine maruz kalmışlardır.
Bu taraftarlardan bir kısmı peygamberin getirdiği sahih inancı olduğu gibi yaşamaya çalışırken, bir diğer kısmı kitabı tahrif etmek, bidat ve hurafelere tâbi olmak ve peygamberlerini adeta ilahlaştırmak gibi durumlara düşmüşlerdir.
Türk şamanların İslam içinde yerlerini korumaları
../ ne kadar iyimser olunursa olunsun Türkler'in -özellikle 10. yüzyıl dikkate alındığında- Vahiy İslâmı'nı tanıyıp ona mensup olduklarını söylemek hiç mümkün olmayacaktır. Zira onlar Vahiy İslâmı'nı değil, Farslılar'ın ve bazı mutasavvıfların İslâm'ını tanıyıp, ona iman etmişlerdi. /../ Bunların İslâm'ı ile ilgili olarak en genel biçimiyle şunu söylemek hiç yanlış olmayacaktır: Onlar (Farslılar ve Türkler'e islâm'ı ulaştıran Sûfîlerin büyük çoğunluğu) 7. Yüzyılda Resûlüllah (sav)'ın getirdiği İslâm'ı değil, çeşitli kültürel kalıplardan, düşüncelerden, felsefelerden, ideolojilerden etkilenmiş ve ton değiştirmiş bir İslâm'ın temsilcileriydiler. Bu İslâm'ı Türkler'e ulaştırdılar. Türkler ise "eski zamanların iyi İslâm'ı" zannettikleri bu inançlar bütününü kabul edip, kendi kültürel özellikleriyle rengini daha da değiştirmekten geri kalmamışlardır. Bunun sonucunda oluşan Türk-İslâm kültüründe, farklı dinlerin ve ideolojilerin varlığını aramak haksızlık olmaz. Bunlar ise çoğunlukla Türkler'in İslâm öncesi dönemlerinde yer alan özelliklerdir. Şamanizm bunlardan en önemlisi durumundadır. Şöyle ki, Şamanizmin en önemli özelliklerinden birisi, Şaman ismi verilen kişiyle ilgilidir. Kâşgarî'nin kâhin diye tercüme ettiği Şaman'a, Türkler Kam diyorlardı. Türkler'in bakış açısıyla Kamlar, Tanrı ile insanlar arasında aracılık yapan, korkuyla karışık bir saygı duyulan, gaipten haberler veren, toplumsal konularda hüküm verebilen, Tanrı'ya adaklar, kurbanlar sunulmasını sağlayan ve ayinleri yöneten, bazen insan üstü güçlere sahip olduğuna inanılan zaman ve mekân sınırlarını aşabilen, görünüşte delice davranışlara sahip, aslında çok zeki kişilerdi. Din değiştirme olayı ile ilgili olarak düşündüğümüzde bu tür özelliklere sahip inanç İslâm'da olmadığına göre Türkler'in Islâmî dönemde bu inançlarını terketmiş olmalarını beklemek gerekir. Fakat araştırıldığında bu inancın devam ettiği görülüyor. Şaman(Kam)lara ilişkin inançlar aynen devam eder ancak bazı şekil değişikliklerine uğrayarak. Bugün Ata, Baba, Derviş gibi isimlerle anılan ve İslâmî dönemde Türkler'in büyük saygı gösterip bağlandıkları kişilere ilişkin inanç ve düşüncelerin Şaman'ınkiyle aynı olduğunu kolaylıkla tesbit edebilmekteyiz. Muhteva aynıdır, değişiklik sadece isimdedir.
Konuyu somut delillerle gösterecek olursak; Yeni müslüman olmuş Türkler, dinin kurallarının uyulması zorunlu esaslar olduğunu belirtip, bunu da güçleri oranında kontrol eden fakihleri bir türlü sevemezler. Bu nedenle de o günün şartlarında dinî eğitim merkezlerine iyi gözle bakmazlar. Oralarda eğitim görenleri aşağılarlar. Bunun yanısıra her türlü inanca ve yaşantı türüne müsamaha gösteren, hiç bir inanç ve yaşantı sınırlamasını savunmayan kişilere karşı ilgileri ve saygıları sonsuz olur. Bu kişiler eski Kamların yerini almış o günün derviş, baba, ata, şeyh, sûfî, mürşid, velî, vs. sidir.
Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
416
Baskı Tarihi
Nisan 2013
ISBN
978-975-352-011-9
Baskı Sayısı
9. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Allah (c.c), kendi yolunun küllenmiş işaretlerini hatırlatmak için zaman zaman peygamberler göndermiştir. Bu peygamberler, mesajlarını yaymaya çalışırken hem kendilerini engellemek isteyenlerin, hem de taraftarlarının zulümlerine maruz kalmışlardır.
Bu taraftarlardan bir kısmı peygamberin getirdiği sahih inancı olduğu gibi yaşamaya çalışırken, bir diğer kısmı kitabı tahrif etmek, bidat ve hurafelere tâbi olmak ve peygamberlerini adeta ilahlaştırmak gibi durumlara düşmüşlerdir.
İslâm öncesi Türk inanç ve düşüncesi İslam'a geçişi kolaylaştırmış mıdır?
Türkler'in İslâm'a geçişlerini kolaylaştıran şartlar arasında en önemlisi olarak, bazı araştırıcıların İslâm öncesi Türk inanç ve düşüncesinin İslâm'ın özelliklerine yaklaştığı iddialarının güvenilir bir dayanağı yoktur. /../.. araştırıldığında, Türkler'in İslâm öncesi döneminde sistemli bir inanç oluşumu bulunmadığı görülmektedir. Onların en önemli özellikleri, içinde bulunulan şartlara kolayca uyum sağlayabilmeleri ve buna bağlı olarak din değiştirebilmeleriydi. Eğer yine de Türkler'in İslâm'a geçişlerini kolaylaştıran neden olarak Türk inancının İslâmî özelliklere yakın olduğu iddiası ileri sürülecek olursa, o zaman Türkler'in İslâm öncesinde birbirinden oldukça farklı özelliklere sahip dinlere girip çıkmalarını açıklamak oldukça zor olacaktır. Çünkü genel olarak İslâm öncesi dönem dikkate alındığında Türkler kadar çok din değiştiren bir kavme rastlamak zordur.
Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
324
Baskı Tarihi
1999
Baskı Sayısı
2. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Bir sanat eseri, yaratıldığı devre göre ve o devrin hassasiyetini, zevkini ve anlayışını en iyi ifade ettiği için mi değer kazanır? Yoksa o devri aşan, her zaman için taze, hatta her zaman yeni güzelikleri keşfedilen ebedi değerlere mi sahiptir? Başka ve daha kestirme bir deyimle, bir eserin, bilhassa bir şaheserin değeri "tarihi" midir, "ebedi" mi?
Batıda bu mesele çok münakaşa edilmiştir. Geçen asrın büyük Fransız tarihçisi ve filozofu Ernest Renan "İlmin Geleceği" adlı meşhur eserinde tarihi görüşü savunur.
"Mutlak bir hayranlık daima sathidir.
Bizden Evvelkilerin Edebiyati
Türk edebiyatının bugüne kadar beynelmilel bir kıymet almaması, insanlığın müşterek dâvalarından hiç biri üstünde reyi olmamasındandır. Reyi olmak değil, bize dünyanın tefekkür tarihinden miras kalan meselelerin kenarından bile sürtünüp geçmeyen muasır Türk edebiyatı, basit bir lirizm veya daha basit ve mahdut bir sembol âlemi içinde, haz ve elem tuğyanlarından ibaret, iptidaî bir heyecanın fışkırışına münhasır kalmıştır. Kıymetine, yalnız ham maddesinin yüksek ve halis kalitesine bakarak hayran olduğumuz bu ifade, kendine göre bir dünya görüşü yaratabilecek bir zekâ eseri olmaktan çok uzak, masum bir ruh çırpınışıdır.
Ancak sevgilisi, karısı, yahut nihayet memleketi için inleyerek, çığlık kopararak bunun dışındaki bütün meselelere karşı daima tasasız, meraksız duran bu ruh, şiirde bir Goethe'yi, bir Shakespeare'i, bir Mevlânâ'yı, bir Varlery'yi, bir Balzac'ı, bir Flaubert'i, bir Proust'u, bir Gide'yi ve tenkitte bir Lemaitre'i, bir Massis'yi ilh... çığrından çıkaran "yaratılış, hayat, ölüm, varlık, Allah, içimizle dışarının münasebeti, maddenin sırrı, hiçlik ve yokluk,: bilgi nazariyesi, fert ve cemiyet, benlik ve şuur ilh..." gibi esas problemlerden doğma hiç bir felsefî veya metafizik sıkıntı geçirmemiştir. İptidaî dindarlık, vatanperverlik veya milliyetçilikten başka tam bir ideoloji kavrayışıyla siyasî bir temayülü bile doğmamıştır.
Ne metafizik, ne felsefi, ne de sosyal bir dünya görüşü, bir insan anlayışı getirmeyen muasır edebiyatımızın beynelmilel söz âleminde söyleyebileceği hiç bir hususî fikri yoktur. Bunun için beynelmilel olamadı.
Edebiyatımıza verilecek veçhe, onun rotasını memlekete çevirmek değildir. Memleket sözü tek başına yalnız aşk ve manzara ifade eder. Bu memleketin bahtı üstünde düşünebilmek için tefekkürün halis köklerine, insan zekâsının etrafında açılan uçurumların dibine kadar inip çıkmak gerek. Dünyanın korkunç ve karışık ifadeli gözlerinin içine dikkatle, bilgiyle, cesaretle dalarak bakmadan kendimiz hakkında nasıl bir hüküm sahibi olabiliriz? Aşk ve manzara olarak memleket, Türk edebiyatını bol bol dolduruyor. Aşk olarak Namık Kemal'in şiirinde, manzara olarak Fikret'in ve Akif in şiirinde, galip unsur halinde memleketten başka ne var? Fakat onda da, şunda da, bunda da olmayan şey, bir insanı muhite, bir muhiti memlekete, bir memleketi dünyaya ve dünyayı varlığa bağlayan geniş münasebet üstünde çırpınan ve yayılan, sezen, düşünen ve kavrayan, bir kâinat vizyonu arayan büyük meraktır. Olmayan şey bu merakın doğurduğu kültür alâkalarıdır. On dokuzuncu asrın herhangi bir Rus edebiyatçısının 200 yıl önce yaşamış bir Fransız filozofunun, bir Pascal'ın düşüncelerine ve azabına aşina çıkaran merak; Aristo'yu veya Eflatun'u bugün Berlin, Paris veya Roma artist kahvelerinde hâlâ iki genç adam gibi oturmağa çağıran merak; Avrupa'nın bütün şâirlerine, romancılarına, tenkitçilerine ahlâk, estetik, felsefe veya metafizik bahsinde ciltler yazdıran merak.
Bu merak ve alâka bizim edebiyatımıza birkaç senede girmeğe başladı. Onu da çocukluğundan itibaren bel-kemiğinin ortasına üç ihtilâlin ve dört harbin uyandırıcı ve yerinden fırlatıcı tekmesini yiyen en genç edebiyat nesli getiriyor. Getiriyor ve anlatmak istiyor ki, dünya meselelerinden ve tefekkür tarihinden apayrı, başlı başına, işi sadece fantezi yavrulamaktan ibaret, sadece "edebiyat" diye bir şey olamaz.
Çok yakın arkadaşım Burhan Toprak, birkaç sene evvel "Türk edebiyatının meselesi yoktur" diye güzel bir çığlık savurduğu zaman, Türk edebiyatının kendine ait en mühim meselesini ortaya atmıştı. Edebiyatta bizden evvelkiler bize aruz-hece münakaşasından, millî-gayrı millî, memleket-gayri memleket tezadından, Fuzulî'nin Türk olup olmadığından başka hiç bir mesele getirmediler. Bugün dünyaya ve bize heyecan veren fikir dâvalarından bahsettiğimiz zaman da, edebiyatımızın an'ane-sine lâyık bir tasasızlık ve aldırış etmemezlikle susuyorlar. Bütün o şâir, romancı ve tenkitçi kalabalığından elimize Avrupai haysiyette bir tek "essaî" bir tek fikir etüdü, hattâ belli başlı bir tek şahsî fikir makalesi geçmemiştir.
Biz kendimizde ve bizden sonrakilerde, bir memleketin edebiyatını dünya mizanındaki tecessüs ve tefekkürlere bağlayan alâkayı uyandıramazsak, bakışı burnunun ucuna yapışan bu tasasızlığı yıkamazsak, Avrupa'nın hazır doktrinlerine gözleri yumulu gönül bağlayan birkaç avare delikanlının Marx-Engels hulâsalarını ezber etmelerine de bir uyanıklık işareti imiş gibi bakarsak, beynelmilel edebiyat içindeki kıymetimiz dünkülerden pek farklı olmayacaktır.
/../
Sabit noktalara saplanmayarak bütün tezleri ve antitezleri kucaklayan geniş bir tecessüs ve kültür... Ey genç! Başka yolun yok.
Kültür Haftası, 26 Şubat 1936
Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
324
Baskı Tarihi
1999
Baskı Sayısı
2. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Bir sanat eseri, yaratıldığı devre göre ve o devrin hassasiyetini, zevkini ve anlayışını en iyi ifade ettiği için mi değer kazanır? Yoksa o devri aşan, her zaman için taze, hatta her zaman yeni güzelikleri keşfedilen ebedi değerlere mi sahiptir? Başka ve daha kestirme bir deyimle, bir eserin, bilhassa bir şaheserin değeri "tarihi" midir, "ebedi" mi?
Batıda bu mesele çok münakaşa edilmiştir. Geçen asrın büyük Fransız tarihçisi ve filozofu Ernest Renan "İlmin Geleceği" adlı meşhur eserinde tarihi görüşü savunur.
"Mutlak bir hayranlık daima sathidir.
Türk Hikayeciliği
(Bir Hikaye Antolojisinden bahsettikten sonra…) Genç neslin en güzel hikâyeleri bunlarsa, Türk hikâyesinin, doğduğu tarihdenberi, benimsemeğe çalıştığı garb kalıbı içinde şark an'anasine sadık kalmağa devam ettiği görülür: Tam bir kompozisyon beceriksizliği içinde, hayata ve tabiata karşı kayıtsız, müşahedesiz ve tahlilsiz, gözleri dışarıya baktığı zaman bile nefsindeki hâdise âlemine dönük ve çoğu nesre çevrilmiş birer şiir gibi şahsî hassasiyet ifadelerinden ibaret, hatıra, intiba ve illüzyon hulâsaları...
Bütün bu saydığım hatıra, intiba, buhran, şok anları ve tasvirler, edebiyatımızın oryantal ve santimantal an'anesini devam ettiren tarihî istidatlarıdır. Hikayecilerimizden ve romancılarımızdan beklenen şey, bu kalitelere, insan ruhunun karanlık taraflarına dalabilecek birer tahlil huzmesi katabilmeleridir. Bu antoloji bize henüz garp hikâyesinin en büyük vasfını teşkil eden bir tahlil istidadı müjdelemiyor.
Türkün İçi Boşaldi
“Roma imparatorları kullarını gladyatör dövüşleri ile eğlendirirlerdi.” dedi Günay, “Şimdi televizyonlar cinayet, savaş, terör, her türlü sapıklıkla eğlendiriyor. Magic Box denilen Türkçe sözlü Amerikan televizyonuna bak! Sunulan eğlence ve heyecan, ‘neş’e’ değildir! Coşku, özgürlük gerektirir; ama denetleyen grup buna asla izin vermez! Sonuçta ortaya çıkan, gittikçe büyüyen bir hortum gibidir. Denetim altında tutulan kitlenin bireyleri kendilerini bomboş ve iktidarsız hissederler. Türkler gibi.”
“Onların her şeyini tahrip ettik. Felsefeleri, dinleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler. Anarşi ve intihar için olgun hale geldiler!”dedim, “Orient”e nasıl kıyıldığını anlatan Louis Massignon’dan alıntı yapıyordum. Bakınız, “Oriyantalizm” Edward Said!
“Evet. Aynen öyle,” dedi Günay, “Türk’ün içi boşaldı! Kendimizi gerçekten de iktidarsız hissediyoruz. Sindik. Korku içindeyiz; yarın ne olacak korkusu, gelecek korkusu, hiçbir şeyi doğru yapamayacağımız korkusu, asla adam olamayacağımız korkusu. Çocukluğu, sürgit aşağılanmakla, dayakla geçmiş yetişkinlerin ruh hali bizimkisi.
Türü
Roman
Sayfa Sayısı
400
Baskı Tarihi
1999
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Mütefekkir romancı bu eserde insan ruhunun derinliklerine büyük zekasının ışığını tutmaktadır. romanda asil bir ruhun insanın anlaşılmazlığı karşısındaki bunalımları, ikiyüzlülüğe ve bayağılıklara karşı isyanı verilmektedir. Harb yıllarının ahlâkı ve içtimâi hayanı verilmektedir. Harb yıllarının ahlâkı ve içtimâî hayatı perişan eden havası iinde dürüstlüğün ve ülkücülüğün savunması yapılmakta, kozmopolitliğe karşı milliyetçilik, materyalizme karşı maneviyatçılık bayraklaştırılmaktadır.
Türk Barbar Ve Mağlup
“-Siz Türk müsünüz?”dedi.
Hemen doğruldum:
“-Evet!” dedim.
“-Yüksek sesle ne gülüyorsunuz?Burada bir kadın olduğunu unutuyor musunuz?”
“-Ben o kadına gülmüyorum,arkadaşımla konuşuyorum.”
Bunun üzerine ukalâ ne dese beğenirsiniz?
“-Barbarların ve mağlupların gülmeğe hakkı yoktur.”
Bu sözü duyunca kan beynime sıçradı.Kararımı vermiştim.Fakat burnumun üstünde gözlük dedikleri bir bela var.Yüzüm ne hale gelmiş bilmiyorum.Yavaşça gözlüğü çıkardım.
Zabit sordu:
“-Gözlüğünüzü neden çıkardınız?”
Hemen ayağa kalkarak cevap verdim:
“-Senin gibi küstahları görmemek için.”
Herif derhal sağ elini yüzüme doğru salladı ve parmakları burnumun ucunu sıyırıp geçti.Ben hemen sol elimin dört parmağını onun yakasından içeriye bir daldırdım,mosmor kesilen kafasını kendime doğru iki üç kere çekerek sarstım,ne olduğunu bilemedi,sersemledi,ondan sonra geriledim,geriledim,Yaradana sığınarak,olanca kuvvetimle suratına bir tokat aşkettim,arkasından bir daha,bir tane daha…Zabitin suratı çürük ayvaya dönmüş,bizim arkadaş telaş etmiş,araya girmek istiyordu,dirseğimle onu kakarak zabitin kafasına yumruk vurmağa başladım.İlk önce haykırıyordu.Sonra bozuk sesler çıkarmağa başladı.Geberecek sandım, bıraktım.Tren Sirkeci Garına giriyormuş.Herif pencereye koştu,bağırdı.Bir sürü Fransız vagona üşüştü.Çalyaka beni de, arkadaşı da gardaki İtilaf karakoluna tıktılar. “Eh, dedim, gittik gürültüye…” Fakat zerre kadar pişman olmadım. Yahu…İnsana ne geliyor,biliyor musunuz?Güya bütün milletimin intikamını almışım;güya Adana’yı ben tahliye ettirmişim;güya Boğaz’daki gemileri batırmışım.
Türü
Roman
Sayfa Sayısı
139
Baskı Tarihi
1999
ISBN
975-437-02-30
Baskı Sayısı
9. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yazar bu romanında Tanzimat'tan kopup gelen, Millî Mücadelede ve sonraki yıllarda alevlenen batılılaşma hareketlerinin Türk tipindeki ve cemiyetindeki etkilerini incelemektedir.
Birbirinden giderek kopmaya ve birbirini reddetmeye başlayan iki hayat tarzı arasında yaşanan çatışma ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Tramvay yoluyla birbirine bağlanan ama birbiriyle bağdaşması mümkün olmayan iki semt: Fatih ve Harbiye. Bir genç kızın bu ikisi arasındaki gelgitleri, madde ile mana, albeni ile muhteva, göz ile kalp arasındaki çırpınışlarının hikâyesidir.
Camekanlar
Bir gün Şinasi'yle bu ıtriyat mağazalarından birinin camekânı önünde durmuşlardı. Neriman'daki arzuları sezen Şinasi demişti ki:
- Bu camekânlar kimbilir kaç Türk kızını baştan çıkardı ve çıkaracak!