din

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
701
Baskı Tarihi
2009
Yazılış Tarihi
1941
ISBN
978-975-10-3025-2
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İnkılâp
1888 yılında Beylerbeyi’nde doğan Refik Halid, 18.yüzyıl sonlarında bir kolu Mudurnu’dan İstanbul’a göçen Karakayış ailesindendir. Galatasaray Sultanisi ve Mekteb-i hukuk da okuyan yazar, Meşrutiyet sıralarında gazeteciliğe başlamıştır.Kısa sürede üne kavuşmuş Fecri Ati edebiyat topluluğunun kurucularından olmuştur. Kirpi adıyla taşlamaları ve siyasal yazıları sonucu İttihat Terakki hükümetince Anadolu ‘nun çeşitli illerinde 5 yıl sürgüne gönderilmiş, ancak 1.Dünya Savaşı’nın son yılı İstanbul’a dönebilmiştir.Dönüşünde Robert Kolej’de Öğretmenlik, Sabah Gazetesi başyazarlığı, ilk kez Posta-Telgraf Genel Müdürlüğü yapan Refik Halid, bu ara tanınmış Aydede mizah dergisini de çıkarmıştır. Bazı siyasal davranışları yüzünden memleketten ayrılmak zorunda kalan yazar, Haleb’e yerleşerek Vahdet Gazetesini çıkarmış, Hatay’ın Türkiye’ye bağlanmasında yazıları ve çalışmaları ile katkıları olmuştur. 1938’de yurda dönen Refik Halid, çeşitli dergi ve gazetedeki günlük yazıları ve 20 kadar romanı ile yaşamını sürdürmüştür. 18.7.1965 tarihinde İstanbul’da ölen yazar; tekniği, dilinin güzelliği, taşlamalarının inceliği ve tasvirlerinin kuvveti ile ün yapmış, Modern Türk Edebiyatı’nın temel taşlarından biri olmuştur. (Arka Kapak)
Neden Altını Çizdim?
Şu cümle çok enteresan: "
Tasavvuf, din ve cinsi şehvet hakikaten kuvvetli bir tahassüs halinde birbirine mezcolurlar."

Din Aşk Tasavvuf ve Şehvet

Köyde tam seksen gün çile dolduran bir derviş hayatı sürdü; dünyadan tecerrüt etti. Durmamacasına ism-i celâl çekti, zikirlerin envaını, yani lisanî, cehrî, kalbi, sırrî, hali ve hafiy-yül hafi, her şekliyle yerine getirdi. İnanarak mı? Evet; zira Baki din ile şehvetin karışmasından hasıl olmuş acayip ve fasılalı bir iman ehlidir de! Von Krafft-Ebing'in anlattığı gibi din cezbesi aşk cezbesinin yakın akrabasıdır; mukabelesiz kalmış talihsiz aşklar çok defa tesellisini, tavizini dindarlıkta bulur. Yine bu zata göre sapıklarda din ve erotízma gayet karakteristik şekilde birbirlerine karışır, din gibi aşkın da bazı mistik hususiyetleri vardır. İşte mistik ve erotik iki cins heyecanın bir iman teşkil ederek birbirine karışmasının sebebi de budur. A, Forel de -Baki`nin ruh halini anlatmaya yarayan- şu mütalaadadır: "Hezeyanları dinî ve tasavvufi heyecanlarla birleşen ve bilhassa tasavvuf yoluyla etrafındaki normal insanlar üzerinde bile derin tesirler husule getiren sapıkları her ruh hekimi tanır. Bu hastaları o derece inandırıcı yapan şey bizzat kendi kendilerine inanmalarıdır." Diğer taraftan Katolik tarihi mesela “Aşkl Aşk! Artık tahammül edemiyoruml” diye bağıran, papazlara sarılan azizeler ve ihtirastan kuduracak hale gelmiş azizlerle doludur. Tasavvuf, din ve cinsi şehvet hakikaten kuvvetli bir tahassüs halinde birbirine mezcolurlar. Baki bütün bu tiplerin mükemmel bir halitası, bir “érotico-religieux” idi. Seksen gün dinî bir vecd halinde zikir ve ibadetle yaşadı. Fakat karar verdiği gibi bunu doksan dokuz güne çıkaramadı; sekseninci günü şehevî müthiş rüyalarla geçen bir gecenin sabahı, tıpkı azize Catherine'in feryadını hatırlatan coşkunlukla: “Artık tahammül edemiyorum! Neşide! Neşidel” diye hücresinden fırladı; başı açık, ayağı çıplak, sırtında entari çöl yolunu tutturdu. Şeyh'inin torunları arkasından yetiştiler, çevirdiler, akşamına kadınlı erkekli bir ayin tertip ettiler; ayin mehtaba karşı damda gün ağarıncaya kadar sürdü.

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
240
Baskı Tarihi
Ocak 2006
ISBN
975-352-015-8
Baskı Sayısı
8. Baskı
Yayın Evi
Pınar Yayınları
Mütercimi
Abdi Keskinsoy

Biricik Ana Mesaj

Şayet bu dava attığı ilk adımı kavmiyet yahut sosyalizm daveti veya sadece ahlâkî mesaj olarak atmış ya da biricik ana esası olan lâ ilahe illallah'a. bir başka ek daha yapmış olsaydı bu yöntem, yalnızca Allah için olma vasfını yitirirdi.

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
240
Baskı Tarihi
Ocak 2006
ISBN
975-352-015-8
Baskı Sayısı
8. Baskı
Yayın Evi
Pınar Yayınları
Mütercimi
Abdi Keskinsoy
Neden Altını Çizdim?
dinin, bizzat kendi elleri ile nüfuz kazanması da dahil...

Yegane Mükafat

Bu dini; devlet, düzen, hukuk ve yasalar sistemi olarak uygulama alanına koyanlar bütün bu muvaffakiyetlere, onu, bundan önce akîde, ahlâk, ibadet ve davranış olarak hem kalblerinde hem de yaşantılarında tatbik ettikleri için erişebilmişlerdir. Bu dini tesis etmeleri mukabilinde kendilerine yalnızca tek birşey vaad edilmişti. Bu dinin, bizzat kendi elleri ile nüfuz kazanması da dahil hiçbir üstünlük ve hükümranlık güvencesi tanımayan, dünyevî hiçbir şeye bağlanmayan bu yegane vaad cennetten ibarettir. Kesinti nedir bilmeyen cihada, zorlu manialara rağmen davette ısrar ile cahilî düzene karşı koymanın, hiçbir zaman ve mekanda hakim çevrelerin hoş karşılamadığı lâ ilahe illallah sancağını dalgalandırmanın mükafatı sadece bu vaad idi: Cennet...

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
419
Baskı Tarihi
2010
Yazılış Tarihi
1935
ISBN
978-975-07-0776-6
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Can
Orijinal Adı
The Clown and His Daughter
Sinekli Bakkal, Halide Edip Adıvar'ın ünlü romanıdır. İlk olarak İngilizce The Clown and His Daughter, (Soytarı ile Kızı) adıyla 1935 yılında Londra'da yayımlanmıştır. Türkçe olarak ilk defa 1935 yılında Haber gazetesinde tefrika edildi. Daha sonra 1936 yılında kitap olarak basılmıştır. 2006 itibariyle 37. basımı yapılmıştır. Birçok yabancı dile çevrilen roman, 1942'de CHP Roman Armağanı'nı kaz

Halkı düşünmeye alıştırmak için şeytana tapmayı öğretsek, nasıl olur, üstat?

Peregrini diyordu ki: — İnsanı ilk defa ilim ağacının yemişini yemeye sevk eden Şeytan değil mi? O olmasa, insan sadece yiyen, içen, iki ayak üstünde dolaşan bir mahluktan ibaret kalırdı. Tecessüs her bilginin anahtarı, bu anahtarın sahibi ve bize ilk bu anahtarı veren de Şeytan’dır. Piyanist, ellerini sallayarak konuşuyor, sesini , yükseltiyor, gözleri arayıcı birer ışık gibi Dede’nin yüzünde dolaşıyor. Halbuki Vehbi Dede onu, bir çocuk coşkunluğu seyreden olgun bir adamın sükunetiyle, belki müsamahasıyla dinliyordu. Piyanist devam etti: — Hiç olmazsa Şeytan’ın cesaretini tasdik et, Dede Efendi. Fikir cesaretinin piri odur. Halik’in gazabına ilk isyan eden, cennetin nimetlerinden, refahından atılmayı ilk göze alan hep odur. Yeryüzünde ilk ateşi, gökten çalıp getiren Promete’den tut da, bütün filozoflara, bütün büyük ihtilalcilere, hatta benim gibi kilisesine isyan eden adi bir adamın bile piri odur. Bak, Şeytan için ne güzel bir parça besteledim. Ellerini havaya kaldırdı, ve piyanoya indirmeden evvel, — Cennette namdar' bir melek olmayı, fikir hürriyeti namına feda edenin şerefine, dedikten sonra bir çılgın gibi parmakları piyanonun üstünde dolaşmaya başladı. Rabia’ya öyle geldi ki, çaldığı havada kâinatın bütün şeytanları, ifritleri başıboş, hürriyetle sarhoş bağırışıyor-çığrışıyorlar. Sarışın Galip, ellerini çırptı: — Bu memlekette halkı düşünmeye alıştırmak için şeytan’a tapmayı öğretsek, nasıl olur, üstat? Şevki homurdandı. O, daima Galip’in sözünü ağzına tıkardı: —Sakın üstadı taklit edeceğim diye, bizim halka şeytan’dan bahsetmeye kalkma; seni Zuhuri koluna çıkmış zannederler.

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
592
Baskı Tarihi
2009
Yazılış Tarihi
1951
ISBN
975-7663-95-6
Baskı Sayısı
6. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Kubbealtı Neşriyat
Editörü
Aysel Yüksel
Neden Altını Çizdim?
Tanıdk geliyor mu?

Bir hükümdarı al aşağı etmek endişesinin fersahlarca üstünde bir vazife!

Genç müdür (Kenan Rıfai)'nin başında çeşitli gaileler de vardır. Bir kere mektebi (Numune-i Terakki - İstanbul Lisesi), memleketin seçilmiş ailelerinin çoğu şımartılmış çocuklarıyla doludur. İçlerinde rütbe ve nişan sahibi olmuş ve günlük hayatlarım, tahsilden gayri en uygunsuz yollarda kullanmak isteyen talebe ile karşı karşıyadır. Fakat işin asıl müşkül tarafı bu değildir. Selefi olan Ali Nadir Bey, devlet merkezinde gizlice faaliyete geçmiş olan Terakki ve İttihat teşkilatıyla iş birliğini kabul edip, sonra da bir sarhoşluk gecesinde Sultan Hamid'e karşı tertiplenen hareketi ağzından kaçırdığı için büyük çapta tevkiflere sebep olup kendi de sürülen bir kimsedir. Bu yüzden bir kere padişahça adı kirlenen Numune-i Terakki, Saray'ın endişe mevzûu olmuştur. Öyle ya ... eski müdür siyasi emellere sahip bir adam olduktan sonra, yenisi neden olmasın? İşte bu sebeple de mektep devamlı surette sivil polis teşkilatının göz hapsindedir. Zavallılar nasıl bilebilirler ki, mektebinin etrafını sardıkları genç müdürün, bu gökkubbe altında üstüne aldığı vazife, bir hükümdarı al aşağı etmek endişesinin fersahlarca üstündedir. Hem o çok iyi bilir ki, bir devlet mekanizması, daima cemiyet bünyesine uygun formlara girer. Eğer milletlerin moral ve sosyal seviyeleri olgunluk semtine doğru yol alırsa, devletin de bu ahenge muvazi adımlar atacağı tabiidir. Esaseri bir toplumun politik nizamını düzenlemek keyfiyeti, bu işe liyakatli bir zümrenin vazifesidir. "Zulüm, bir şeyi kendi mevziine koymamaktır," diyerek her işi ehline ve liyakatlisine bırakmaktan son derece haz duyan bu büyük insan, memleketin siyasi bünyesine çeki düzen verme davasına el sürmeyecek biri varsa, onun da kendisi olduğunu pek iyi bilmekte idi. Ve siyasi görüşü her çağında çok keskin olmakla beraber, sonuna kadar, hamiyetli bir vatandaştan ileri politik hayatı asla düşünmemiştir.

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
220
Baskı Tarihi
1998
Yazılış Tarihi
1982
ISBN
975-437-042-7
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Ötüken
Hicret'in 15. asrına girdiğimiz şu yıllarda 'İslam bir inanç sistemi ve hayat nizamı olarak bütün dünyanın ilgisini çekmektedir. ''İslamın Bugünkü Meseleleri'' adıyla neşrettiğimiz eserde yazar, bu meseleyi sosyal ilimci gözüyle incelemişti. Bu kitapta ise, aynı metodla tasavvuf meselelerini ele almaktadır. Günümüzde tasavvuf Türk aydınının zihnini ne bakımlardan meşgul etmektedir? Çağımızın tarih, felsefe, sosyoloji-psikoloji bilgileri hesaba katıldığında, tasavvuf üzerinde nasıl bir değerlendirme yapılabilir? Tasavvufi düşüncenin geleceği ne olabilir? Tasavvufun İslam'daki yeri nedir?
Neden Altını Çizdim?
İlk baskısı 1982 yılında eserde geçen bu sözler adeta bir kehanet gibi. Adım adım gerçekleştiğini bizzat müşahade ettiğimiz bir kehanet...

Bu mesele henüz halledilmiş değildir!..

Önümüzdeki günlerde yeni bir şeriat-tarikat münakaşasının bütün harareti ile ortaya çıkması ve İslami uyanışın iki değişik yönde çekişme konusu olması beklenebilir. Türkiye'nin geleneğinde din hayatının bu iki biçimi çoğunlukla te'lif edilmiş ve bir arada gitmiştir. Buna rağmen aradaki uzlaşmanın özellikle bugünkü nesiller bakımından organik bir anlam taşımadığını unutmamalıyız. Başka ifade ile, bu mesele henüz halledilmiş değildir. Tasavvufun İslam'daki yeri nedir? Bu soru ilk bakışta ilmi bir mesele olarak görünmektedir ki buna din açısından verilecek cevap din alimlerinin işidir. Diğer taraftan İslam tasavvufu İslam medeniyeti ve kültürünün özel bir yanı olmak itibariyle incelenmeye değer olmalıdır. Tasavvufun dini ve felsefi düşünce tarihindeki kaynakları nelerdir? Gelişmesi ve teşkilatlanması nasıl olmuştur? İslam dünyasındaki fonksiyonu hakkında neler söylenebilir? Bunlar ve benzeri sosyolojik soruların yanında bir de felsefi ve psikolojik sorular var: Mistik yaşantının mahiyeti ve kıymeti nedir? Mistik iddialar ne türlü kriterlerIe tahkik edilebilir? Mistik bilgi ile ilmi bilgi arasındaki fark nedir? İlh. Memleketimizde tasavvuf konusunda bugüne kadar çıkan kitap ve makalelerin bu sorulardan ziyade hep dinin nasları ile ilgili tarafı üzerinde toplandığını görüyoruz. Bir tarafta klasik tasavvuf kitapları veya bunlar istikametinde çoğu eskilerin tamamıyle tekrarından ibaret eserler, diğer tarafta din veya ilim açısından bunları tenkid eden ve -maalesef- birincilere göre seviye ve kalitesi hayli düşük olan yayınlarla karşılaşıyoruz. Tasavvufun aleyhinde bulunanların hücumlarının pek büyük bir kısmı klasik metinlerin kabataslak yorumlanmasından, yani bilgisizlik ve düşünce kısırlığından ileri gelmektedir. Fakat bunların karşısında tasavvufu savunanların da yine klasik metinlerin gölgesine sığınmaktan başka herhangi bir düşünce canlılığı gösterdiklerine şahit olmuş değiliz. Eski müelliflerin eserlerini tercüme ve şerh eden birkaç kıymetli araştırıcımızın metod kusurları onların çalışmalarının değerini önemli ölçüde azaltmaktadır. Bu çağdaş yazarlar metin açıklamalarında bile eski şerh metodunu tıpatıp uyquluyorlar, yani müelliflerin fikirlerini yine onların bakış açılarından genişletmekten ve misallendirmekten başka bir şey yapmıyorlar. O kadar ki, bu kitaplarda müellif ile yorumcuyu birbirinden ayırmak imkansızdır; bugün yapılan bir şerhin bundan beş-altı yüz yıl önce yapılmış olanlardan sadece tarih farkı vardır.

Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
592
Baskı Tarihi
2009
Yazılış Tarihi
1951
ISBN
975-7663-95-6
Baskı Sayısı
6. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Kubbealtı Neşriyat
Editörü
Aysel Yüksel
Neden Altını Çizdim?
"Hayat muammasının kabuğuna tırnak sürmek" ifadesi hoş bir ifade olmuş.

Hayat muammasının kabuğuna tırnak sürmek

.. materyalist felsefeye kur yapan ondokuzuncu asır ilim adamının îmâna dudak büken alaylı edası genç doktorda bariz olarak sezilmektedir. Onun için de hayat muammasının kabuğuna hiç tırnak sürmemiş, hiç kazıyıp derinlere gitmeye lüzum görmemiş olan, zamanının münevver bir tipidir.

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
419
Baskı Tarihi
2010
Yazılış Tarihi
1935
ISBN
978-975-07-0776-6
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Can
Orijinal Adı
The Clown and His Daughter
Sinekli Bakkal, Halide Edip Adıvar'ın ünlü romanıdır. İlk olarak İngilizce The Clown and His Daughter, (Soytarı ile Kızı) adıyla 1935 yılında Londra'da yayımlanmıştır. Türkçe olarak ilk defa 1935 yılında Haber gazetesinde tefrika edildi. Daha sonra 1936 yılında kitap olarak basılmıştır. 2006 itibariyle 37. basımı yapılmıştır. Birçok yabancı dile çevrilen roman, 1942'de CHP Roman Armağanı'nı kaz

İnanç

Penbe, Rabia ile beraber mutfağın üstündeki odada yatardı. Yükten yatağını çıkarır, kızın yatağının yanma serer, köşedeki mum iskemlesinin üstüne zeytinyağ kandilini yakar, yatağa girerdi. Fakat Rabia yatmadan uyumazdı. Kızın yatsıyı kılışını seyreder, ve her akşam bu uzun zahmetli işi düşünmeden yapışına şaşardı. Kendisi ömründe namaz kılmış değildi. Bu dinsizliğinden değil, belki tembelliğinden ileri geliyordu. Hem o kadar büyük ve yükseklerdeki Allah zavallı bir Çingene'nin namazını ne yapsın! Eğer insanın Allah'tan bir dileği olursa, evliyalar ne güne duruyor? Türbelere kandiller yakmıyor mu? Pencerelerine bez parçaları bağlamıyor mu? Namaz kılmak, dua etmek Allah'tan bir şey istemek değil mi? Evliyalar dirilerin dileklerini Allah'a anlatmakla mükelleftirler. Buna mukabil diriler onlara kurban kesiyor, karanlık türbelerin ışığım temin ediyor. Penbe'nin bir isteği olunca bir taraftan da bakıcılar, büyücüler vasıtasıyla perilere, cinlere başvururdu. Onlara ne kadar horoz götürmüş, ne kadar kırmızı krepte bağlı lohusa şekerleri taşımıştı. Penbe'ye göre, cinler, periler, dirilerle daha sıkı münasebette her dakika her evin içinde, her işle alâkadardırlar. Onların gönlünü etmek biraz daha kolaydı. Çünkü göze görünmeseler de yaşıyor, dolaşıyorlar halbuki evliyalar türbelerinden hiç çıkmıyor. Garip olarak Çingene Penbe, perilere karşı biraz daha hürmetkar, onlardan daha çok çekinirdi. Her lâkırdıda yakasına tükürür. "İyi saatte olsunlar" derdi. Fakat adak adayıp da bir şey istediği bir evliya işini çabuk görmezse homurdanır dururdu. Tezveren Dede'ye son gittiğim zaman fikrini çok açık söylemişti. — Güya adın Tezveren, hani ya? Cinler, periler daha çabuk iş görüyorlar. Tevfik beni alsın diye sana ne kadar mum adadım. Herifi bir de sürgüne yollattm. Bari herifi çabuk getir. Ben Çingeneyim diye yapmıyorsan Rabia'yı düşün. Beş vakit namazında bir hafız. Penbe'ye göre, Rabia'nın tuttuğu yol bambaşka. O ne türbeye gidiyor, ne de bakıcıya. Doğrudan doğruya kendisi dua ediyor. İşte gene seccadesini yayıyor. O, Rabia'nın herekâtını hep duvardaki uzun, ince gölgesinde seyreder. İşte namazda. Uzun, siyah gölge eğiliyor, diz çöküyor, başını yere koyuyor, kalkıyor. Beyaz badana üstünde bitmeyen, tükenmeyen siyah gölge oyunu! Nihayet dua ediyor. Rabia, dizlerinin üstünde, elleri açık, yüzü yandan, bıçak gibi keskin çizgileri ile nasıl bir dilek ateşi ile yanıyor? Nasıl "İşte vazifemi yaptım, sen de istediğimi ver" der gibi uzun uzun dua ediyor. Avuçları hep açık, gökten inecek inayeti kapmak için.

Türü
Roman
Sayfa Sayısı
419
Baskı Tarihi
2010
Yazılış Tarihi
1935
ISBN
978-975-07-0776-6
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Can
Orijinal Adı
The Clown and His Daughter
Sinekli Bakkal, Halide Edip Adıvar'ın ünlü romanıdır. İlk olarak İngilizce The Clown and His Daughter, (Soytarı ile Kızı) adıyla 1935 yılında Londra'da yayımlanmıştır. Türkçe olarak ilk defa 1935 yılında Haber gazetesinde tefrika edildi. Daha sonra 1936 yılında kitap olarak basılmıştır. 2006 itibariyle 37. basımı yapılmıştır. Birçok yabancı dile çevrilen roman, 1942'de CHP Roman Armağanı'nı kaz

Hafız Kız ve Şeytan

Üç gencin gözleri çocuğun sesinin üstada yapacağı tesiri kaçırmamak için Peregrini'nin yüzüne, Fakat Peregrini'nin gözleri kız hafıza daldı, kaldı. Belki bir uzun dakika kızın vücudu donmuş gibi hareketsiz bekledi. Sonra içine gizli bir hayat suyu akıyormuş gibi evvelâ başı ve omuzları belli belirsiz, sonra bütün ince vücudu dalgalanmaya, dudaklarından yarım ve çeyrek seslerden yaratılan ağır ve garip bir ahenk akmaya başladı. Besmele ile başlarken bu hareket ve ses hafif ve pes fakat gittikçe kuvvetlendi, hummalı bir damar gibi atışı kudretlendi ve en nihayet "Sadakallâhülâzim'de yavaşladı ve birdenbire kesildi. Şimdi küçük hafız donmuş gibi, okurken vücudunu kavrayan kudret akmış, tükenmiş gibi cansız duruyordu. Üç çift göz, kendilerine pek alelâde gelen bu manzaranın Peregrini'ye tesirine biraz şaştı. Onu bir filozof, her filozof gibi dinsiz her halde dinsizliği bir softa taassubu kadar kuvvetli sanırlardı. O, şimdi başı önünde, yüzü huşû içinde, günahlarına tövbe eden bir rahibe benzemişti. Başını kaldırdığı vakit, tavrındaki acele ve mübalâğadan eser yoktu. Müteheyyiç bir sesle çocuğa: — Okuduğunun manasını bana söyler misin? dedi. Rabia omuzlarını silkti. Henüz bunu anlayacak kadar Arabî derslerinde ileri gitmemişti. Hilmi gene koştu. Paşa'nın kütüphanesinden, yaprakları sararmış bir tefsir kitabı getirdi. Rabia'nın okumuş olduğu âyetlerin Türkçe'sini söylerken, piyanist onları, cebinden defterini çıkarmış kaydediyordu: — "Rab, meleklere: "biz dünyaya hâkim olacak birini (Adem) göndereceğiz", dediği zajnan onlar: "biz senin kudsiyetini ilâ, sana hamdüsena ile meşgulken, sen oraya fitne ika edecek kan dökecek bir kimse mi gönderiyorsun", dediler. Piyanist defterini cebine koydu. ../.. Hilmi ve arkadaşları sustular. Onu, yeni ve bambaşka bir cephesinden görüyorlardı. Onun felsefî ve tarihî malûmatından Şark ilimlerindeki vukufundan ziyade Garp'ta fikir cereyanlarını dikkatle takip edişi, genç talebesinin zihninde kuvvetli tesirler yapmıştı. Fakat en ziyade onu dinsizliği için, yani kilisesini, tarikatini terkettiği için severler. Türk diyarında her değişikliğe, her ileri atılışa dindarları mâni gördükleri için kendilerini dinden âzâde farzediyorlardı.Bundan dolayı sabık rahip Peregrini ile aralarında bir fikir dostluğu, kanaat birliği olduğuna inanmışlardı. Rabia'mn Kuran okumasıyla, sanatkârın gösterdiği hassasiyet onları biraz şaşırttı. Hilmi sordu: — Bu sesi terbiye etmek istemez misiniz, cher maitre? Rabia'nın gözleri isyanla tutuştu, fakat Peregrini kızı teskin eden bir samimiyetle dedi ki: — Hayır, Sezar'ın malını Sezar'a, Allah'a ait olanı Allah'a vermek gerek... Ben Sezar'ın, ben Şeytan'in zümresindenim. Çocuk Allah'ın, bırakın olduğu yerde kalsın.

Türü
Diğer
Sayfa Sayısı
527
Baskı Tarihi
Eylül 2010
ISBN
978-605-5482-00-8
Baskı Sayısı
0. Baskı
Basım Yeri
Ankara 2010
Yayın Evi
FECR YAYINEVİ
Mütercimi
Prof.Dr.Hicabi Kırlangıç - Prof.Dr.Derya Örs
Orijinal Adı
Hubut der Kevir
Birden elindeki elmayı uzattı ve gözleriyle benden onu dişlememi istedi. Fakat ben dudaklarımı daha sıkı kapattım. Yüreğimdeki dilsiz bir duygu diyordu ki an, büyük bir inkılâp anıdır. Bütün varlık olduğu yerde durmuş heyecanla bekliyordu. O, bir isyan alevi gibi karşımda dalgalanıyor ve sabırsız yakıyordu beni. Bense kalbinde korkunç bir volkanın patlamak için sabırsızlandığı dağ zirvesinin sakinliğine sahiptim. O her an daha kararlı ve saldırgan, ben her an daha tereddütlü ve ezgin. Günah duygusu.
Neden Altını Çizdim?
"İşte o bilgin din adamı, babamın büyük babasıydı." diyerek üstad, sevinçle en yakın "akraba"larından birinden bahseder.

Ne aldatılmak ne de çamurlara bulanmak

Mezinan'dan söz ediyorduk. Bundan yaklaşık seksen yıl önce, büyük İslam bilgeleri halkasının son filozofu olan merhum Hacı Molla Hâdî Esrâr, ders havzalarında yüksek bir makama ve seçkin bir şahsiyete sahip olan bu büyük filozof ve fıkıhçı ömrünü yalnız başına geçirmek ve çölün susuz dudağı üzerinde unutulmuş bir sessizlik içinde ölmek üzere bu köye gelir. Büyük bilge merhum Sebzîvari'nin deyişiyle o, Esrâr'ın huzurunda bir öğrenci gibi değil, tıpkı bir arkadaş gibi diz dize otururdu. O hikmeti bundan önce kelam, hikmet ve fıkıh üstadı olan hikmet konusunda Hakim Esrâr'a karşı çıkan ve kimi otoritelere göre ondan üstün sayılan dayısı Allâme Behmenâbâdî'nin yanında okumuştu. Mezinan yakınlarında sapa bir köy olan Behmenâbâd'da inzivaya çekildiği halde, şöhreti Tahran, Meşhet, Isfahan, Buhara ve Necef gibi ilim havzalarında dillerde dolaşıyordu. O günlerde çeşitli toplulukları, dergileri, kalemleri ve sıkı bağlantıları olan sözde allameler, ilmi ve fazileti ay ışığının görülmediği gecelerin sessizliğinde boğamıyorlardı. (..) Allâmenin dehasının ve hikmetinin şöhreti Tahran'da yayıldı. Kaçar şahı onu başkente çağırdı. Sipehsâlâr Medresesi'nde felsefe dersi verip Nâsıruddin Şah'tan yılda kırk tümen maaş alıyordu. Ancak atalarımın kanında var olan bu yalnızlık duygusu, toplumdan kaçma ve uzlet etme sevdası onu da bu kargaşanın içinden Behmenâbâd'daki inzivaya sürükledi. Kendi kabuğunda yaşamaya, o en üstün bilginin içi boş ve kirli kavgasından kaçıp, bu köyün dışındaki eski harabelerde kalmaya çekti. Çünkü dertli ve kararsız bir ruha sahipti. Sessiz gecelerde bu viranelerin arasında dolaşıp inlerdi, bir duvarın gölgesinde oturur, kendi esrarlı cezbelerine dalar, kendi kendine ve Tanrı'sı ile konuşurdu, bütün hayatı buydu. (...) Öğrenmek, bilgi edinmek için gençliğini Buhara, Meşhed ve Sebzivâr'in eski medreselerinin rutubetli ve dar dersliklerinde kitaplar üzerinde, o zamanların büyük bilginlerinin ve üstadlarının önünde diz çökerek geçiren öğrencisi tam da kemale erdiği, ruhani bir mevki ve makama, yüksek dereceli ilmi bir mesnede, halka liderlik etme aşamasına geldiği dönemde, bir otorite, nüfuz, düzen, şan, şöhret sahibi olması gerekirken herşeyi bıraktı. Hakîm Esrâr'dan sonra, hikmet havzasını canlandırması, bilim, felsefe ve kelam ışığını, ona layık bir halef olarak yakması için bütün gözler üzerine çevrilmişti. Ama o, uğrunda gençliğini harcadığı ağacın meyve vermesine pek az kala, bilimsel ve sosyal hayatının baharının gelip çattığı çağda birdenbire değişiverdi. Felsefe ve din onu bu noktaya getirdi. Felsefe onu, hayat kavgasının, çabasının ve aldanışının tümüyle boş, anlamsız, yalan ve kandırmaca olduğunu öğretmişti. Din ona dünyanın ve içindeki herşeyin tümüyle pislikten ibaret olduğunu temiz kalpleri ve yüce ruhları aldatamadığını, bu bataklıkta pis sularla kendinden geçip sevinen kurtçuklardan başka bir şey olmadığını öğretmişti. Böylece ne aldatılmak ne de çamurlara bulanmak istemeyen o, şehri ve şehrin gürültü patırtısını terk etti. Gözleri intizarda bırakıp, onun gibisinin gelişini asla beklemeyen bir köye geldi.