Kendi ismimize ancak ölümde kavuşabiliriz
Bir dakika önce Robert Paulson dünyadaki yaşamın etrafına doluştuğu, küçük, sıcak bir merkezdi . Bir dakika sonra, bir nesne oldu. Polislerin ateşinden sonra, ölümün inanılmaz mucizesi.
Bu gece bütün dövüş kulüplerinde, topluluktaki adamlar bodrumun orta yerindeki boşluğun ötesine, öbür uçta duran adamlara bakarken, her birim lideri karanlıkta, kalabalığın etrafında dolaşıyor ve liderin bağıran sesi duyuluyor:
"Adı Robert Paulson . "
Erkekler topluluğu bağırıyor: "Adı Robert Paulson."
Lider bağırıyor: "Yaşı kırk sekiz."
Erkekler topluluğu bağırıyor: "Yaşı kırk sekiz."
Yaşı kırk sekiz. Dövüş kulübü müdavimiydi .
Yaşı kırk sekiz. Kargaşa Projesi'nin bir neferiydi.
Kendi ismimize ancak ölümde kavuşabiliriz; çünkü ancak ölümde mücadelenin bir parçası olmaktan çıkarız.
Ölümde kahraman oluruz.
Ve topluluk bağırıyor: "Robert Paulson."
Ve topluluk bağırıyor: "Robert Paulson."
Ve topluluk bağırıyor: "Robert Paulson .
Kameralizm
Efdaliyet
Hz. Ali'nin hicri 41 yılında bir haricinin suikastine kurban gitmesiyle siyasi olarak çoktan hizipleşen şianın akidevi olarak da hizipleşmesinin nüveleri atılır. Artık dava sadece haklılığı savunmak değil ümmetin elinden kılıç zoruyla alınmış (gasbedilmiş) bir hakkı geri almaktır. Hz. Hüseyin'in şehadetinden sonra ortaya çıkacak olan geleneksel 'vasiyet ve 'imamet' inancının ferdi tezahürleri Hz. Hasan'a ulaştığında, o bu inancı reddeden tavırlar sergileyecektir. Bilindiği üzere daha önce de Hz. Ali'den, ölüm döşeğinde yerine Hasan'ı bırakması istendiğinde, bu teklifi reddedip ümmetin işini ümmete bıraktığını söylemiştir. Yani Şia'yı bildiğimiz anlamda şia yapan temel ilkeler ferdi düzlemden toplumsal düzleme geçmemiştir. Dahası, ancak İmam Ali'nin şehadetiyle "gaib imam" ve "ric'at" fikirleri Hz. Hasan gibi öncü isimlerin itirazına rağmen alt kesimde tartışılmaya başlandı. Hz. Ali'nin sağlığında tartışılan tek mesele vardı, o da "efdaliyet".
19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda modernleşme sürecini, siyasi, toplumsal ve kültürel değişiklikleri ele alan İlber Ortaylı'nın başyapıtı gözden geçirilmiş baskısıyla Timaş'ta. Sırpça, Yunanca ve Macarca'ya çevrilen, Ukraynaca çevirisi devam eden kitap son dönem Osmanlı modernleşme tarihini ele alıyor...
Modern askerlik ve fenden anlayan Müslüman
1826'da yeniçerilerin ortadan kaldırılması üzerine. kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediye’nin gerçekten modern bir ordu olduğunu söylemek güçtür. Bir kere. kapıkulu askerlerinden olan topçu ve cebeciler bırakılmıştı. Eski yeniçeri subayları şimdi yeni kurulan ordunun komuta kademelerindeydiler. Buna karşılık eski reform denemelerinden kalan askeri eğitim kurumları halen ayaktaydılar. III. Selim devrinde kurulan Kara harb okulu (Mühendishane-i Berri-i Humayun) Avusturya örneğine göre düzenlenmişti. Eğitim için bu nedenle Almanca, Fransızca gibi dillerin öğrenilmesi ve Avrupalı öğretmenlerin getirilmesi zorunluydu. İkinci Mahmud bu konuda isteksiz ve ürkekti ve müslüman öğretmen getirtmek için Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'ya başvurdu. Aldığı cevapta; «Müslümanların arasında henüz modern askerlik ve fenden anlayan olmadığı» bildiriliyordu. Sultan Mahmud'un istediği nitelikte hem müslüman hem de Avrupa savaş tekniğini bilen kadrolar ülkeye geldi, ama onun ölümünden on sene sonra...
Herkesin İsteği Bir Şey Olmak
Neyzen İbrahim Dede gülümseyerek, "Kin şeytanın kahkahasıdır." dedi. "Bu duygu seni yoldan çıkarmış. Tekrar bize katılıp bu duygudan arınmaya ne dersin?"
Derviş, "Sevsinler!" dedi. "Yamak, aşçı olmak ister. Aşçı, aşçıbaşı olmak, şakirt de katip olmak, katip ise paşa olmak ister. Paşaların istediği de vezir olmaktır. Kısacası herkesin istediği, bir şey olmak, olabilmek! Sizler de güya pişmek ve olmak istiyorsunuz. Aslında kendinizden başkasını kurtarmak peşinde değilsiniz. Sadece kendi ruhunuzu temizleyecek kadar da bencilsiniz. Yazıklar olsun size! Ruhunuzu kirletmemek için taşın altına elinizi sokmayacak kadar da korkaksınız. ..."
Basitçi komplo teorileri
İki türlü mantık bir kafada bulunur mu
Hiçbir bağlanma bedava değildir
Şifa kabul etmez bir gayrimemnun
Kadehlerimiz ellerimizde gittik. Bu artık filânın veya falanın tasavvuru değildi. Tabiatı eşyanın ta kendisi idi. Caz alabildiğine bir zeybek tutturmuştu. Ve kızım biraz evvel baldızımın marifet gösterdiği yerde, yani salonun ortasında, karşısında Van Humbert, dünyanın en garip, en akıl almaz zeybeğini oynuyorlardı. Etraf sadece göz olmuş onlara bakıyordu. Biz de bir müddet Van Humbert’in havada acemi acemi sarkan kollarına, yere indikten sonra güçlükle kalkan dizlerine baktık. Halit Ayarcı yavaşça kulağıma:
- Burada ben de pes! derim, diye mırıldandı.
Dünyanın en harika ailesinin reisi idim. Ve bu haysiyetle deminden beri bana çapkınca dirseğini çarpan karıma aynı şekilde cevap verdim. Halit Bey ilâve etti:
- Nasıl, hoşunuza gitti değil mi? Babalık gururunuzu bir tarafa bırakın, sadece kadınlarımızın bu muvaffakiyeti muazzam iş değil mi? Böyle bir şeyle karşılaşacağınızı ümit eder miydiniz?
Ben bir gözüm kızımın Van Humbert’in hantal ve alabildiğine geniş vücuduna yaptırdığı acayip ve tehlikeli cambazlıklarda:
- İmkân mı var? dedim. Hayalime bile gelmezdi. Hele kızım Zehra’nın...
- Hakkınız var... Bu kadar süratli terakki, görülmemiş şey...
- Yalnız biraz da bilselerdi. Meselâ kızım hakikaten zeybek oyununu bilseydi, baldızım demin tepindiği zıkkımdan biraz anlasaydı. Büyüğü sandalye ile avize kırar gibi besteleri harap etmeseydi....
Halit Ayarcı çok terbiyeli bir şekilde esnedi:
- Yine aynı mesele... dedi. Daha doğrusu hep aynı mesele! Aziz dostum, siz şifa kabul etmez bir gayrimemnunsunuz... Bu işlerde bilmek ikinci derecede kalır. Yapmak vardır, sadece yapmak!.. Sonra kendi kendine konuşur gibi ilâve etti:
- Bilgi bizi geciktirir. Zaten ne sonu, ne de gayesi vardır. Mesele yapmak ve yaratmaktadır. Bilselerdi, bilselerdi... Fakat bilselerdi bunu yapamazlardı. Bu heyecana, bu icada, bu kendiliğinden bulmağa erişemezlerdi. Bilgileri buna mâni olurdu. Kızınız bu geceyi yarattı. Ne ile? Yaratma kabiliyetiyle... Çünkü yaratmak, yaşamanın ta kendisidir. Biz yaşayan, yaşamayı tercih eden insanlarız. Siz istediğiniz kadar somurtun!
- Ben somurtmuyorum, düşüncemi söylüyorum...
- Kendinize saklayın o düşünceyi de, şu karşınızdaki harikulâde manzaraya bakın!