Modern Japon romanının en önemli temsilcilerinden Natsume Sōseki’nin ince mizah ve sonsuz masumiyetle örülü bu romanı, 23 yaşındaki Sanşiro’nun yaşadığı küçük yerden ayrılıp üniversite için Tokyo’ya gitmesiyle başlıyor. Şehrin kalabalığı, yeni insanlar, akademik çevreler ve hepsinden önemlisi kadınlar arasında Sanşiro, yaşamını zenginleştirmenin yollarını arıyor.
Sanşiro, ilk aşk, gelenekler, modernleşme ve yaşlılığın alaycılığına karşı gençliğin idealizmini anlatırken, arka planda da dönemin sosyal ve kültürel yapısına getirdiği eleştirileri okuruna sunuyor.
Güzellik anlayışı
"Eğer benim neden Bayan Satomi'nin gözlerini seçtiğimi sorarsan... Eh, onu da anlatacağım, dinle bak. Batılı resimlerdeki kadın yüzlerine baktığında, güzel kadını her kim resmetmiş olursa olsun, mutlaka gözleri büyüktür. Hepsi yadırgayacağın kadar büyük gözlüdür. Lakin Japonya’da Kannon hazretleri başta olmak üzere Otafuku’da, Noh Tiyatrosu’nun maskelerinde, bilhassa da Ukiyo resimlerinde görülen güzel kadınlar hep ince gözlüdür. O gözlerin alayı fil gözüne benzer. Neden Doğu’nun ve Batı’nın güzellik anlayışı bu kadar farklı acaba, bir düşünsene tuhaf şey değil mi? Ama aslında cevabı çok basit. Batı âleminde her yerde iri gözlü insanlar olduğu için, estetik seçilimler büyük gözlü insanlar arasından gerçekleşmiş. Japonya’nın tüm gözleri balina neslinden gelmiş gibi… Pierre Loti diye bir adam var, Japonların gözleriyle, nasıl oluyor da açabiliyorlar acaba diye alay etmişti. Ulusal özelliklerimiz böyleyken, nadir görülen büyük gözlere karşı estetik duygu geliştirmek kabil olmuyor.Bu noktada, seçilecek nice türleri olan ince gözler arasından birini, ideal göz yapıvermişler; onu ressam Utamaro’nun tarzında ,ressam Sukenobu’nun tarzında resmedip yüceltmişler. Fakat istediğin kadar Japonya’ya uydurmaya çalış, Batı tarzı resimde öyle ince gözler porteyi kör birini çizmişsin gibi gösterir, çirkin görünür. Öte yandan Raafael’in Madonna’sınınki gibi gözler de bu ülkede yoktur, varsa da herkes o gözlerin sahibesinin Japon olmadığını sanıyordur.”
Suç ve Ceza,(Rusçası: Преступление и наказание) Dostoyevski'nin romanlarından biridir. Orijinal ismi Prestupleniye i Nakazaniye dir. Roman ilk olarak 1866'da Rus Habercisi adlı edebiyat dergisinde yayınlandıktan sonra cilt haline getirilmiştir. Dostoyevski'nin Sibirya'da cezaevinden döndükten sonra yazdığı roman, yazarın en uzun ikinci romanı olma özelliği taşır. Bununla birlikte yazarın olgunluk döneminin ilk büyük romanıdır.
Yalan
"Siz ne sanıyorsunuz? Onlara palavra savurdukları için mi kızıyorum sanıyorsunuz? Saçma! Ben yalan dinlemesini severim! Yalan, insanların bütün öteki yaratıklara karşı üstünlüğünü sağlar. Yalanla gerçeğe ulaşılır. Ben yalan söylediğim için insanım. Hiç olmazsa önceden on dört sefer, hatta belki de yüz on dört sefer yalan söylemeden hiçbir gerçeğe ulaşılmamıştır. Ve bu kendine göre bir şereftir. Oysa biz kendi aklımızla yalan söylemesini bile beceremiyoruz. Bana kendi uydurduğun bir yalan söyle, seni alnından öpeyim! Kendi uydurman olan bir yalan söylemek başka bir ağzıdan işitilip tekrarlanmış bir gerçeği söylemekten hemen hemen, daha iyidir. Birinci ihtimalde sen bir insansın, ikincisinde ise papağandan hiç bir farkın yoktur. Sanki biz neyiz şimdi? Biz şimdi, ayrıcasız hepimiz, bilgide, ilerlemede, düşüncede, buluşta, ülküde, istekte, liberalizmde, akılda, tecrübede, her şeyde, her şeyde, her şeyde henüz daha jimnazyum hazırlık sınıfındayız! Başkalarının aklı ile yetinmek hoşlarına gidiyor! Fena alışmışlar!"
Nasıl ki Honoré de Balzac’ın Zarif Bir Yaşam Üzerine adlı çalışması modernitenin önemli unsurlarından biri olan modayı mizahi bir dille ele alıyorsa, Çalışanın Fizyolojisi de modern şehir yaşamına dair aynı derecede önemli bir konuyu inceliyor: bürokrasi ve onun çarklarının işleyişi. Franz Kafka’nın ofis bürokrasisinin kâbus metafiziğini anlatmasından çok önce, Herman Melville’in Kâtip Bartleby’sinin yayımlanmasından evvel, Balzac, edebi dehası ve kurgu ustalığıyla bizi Paris’te bir ofis hayatına götürüyor.
Rothschild'in Yirmi Çalışanı
İnsan, ekonominin detaylarını Maliye Bakanı kadar iyi bilen ve onunki kadar sermayeyi hareket ettirebilen, yalnız Fransa'daki değil , İngiltere, İspanya, Belçika, Avusturya, Napoli, Papalık Devletleri ve ödemek zorunda olduğu borcun faizi Fransa'nınkine denk olan ve bütün Avrupa şehirleriyle ilişkileri olan Osmanlı Devleti'ndeki gelişmelerden haberdar olması gereken Rothschild Hanedanı yirmi katiple idare ederken, neden Fransız Maliye Bakanının bin çalışanı olduğunu merak ediyor.
Rothschild'in yirmi çalışanı, Hazinenin çalışanlarından on kat daha fazla çalışıyor; fakat onların aksine Rothschild çalışanlarının gerçekten bir geleceği mevcut; banker olmayı öğreniyorlar, nasıl milyoner olabilecklerini öğrenmek ve emeğinin karşılığını orantılı olarak almak istiyorlar. Öte yandan devlet memurlarının önündeyse perişan bir gelecek var; saygın kişiler olsalar da kariyerleri onlara pek saygı sunmuyor; dahası sadece harcamayı öğreniyorlar, kazanmayı öğrenmiyorlar.
Nasıl ki Honoré de Balzac’ın Zarif Bir Yaşam Üzerine adlı çalışması modernitenin önemli unsurlarından biri olan modayı mizahi bir dille ele alıyorsa, Çalışanın Fizyolojisi de modern şehir yaşamına dair aynı derecede önemli bir konuyu inceliyor: bürokrasi ve onun çarklarının işleyişi. Franz Kafka’nın ofis bürokrasisinin kâbus metafiziğini anlatmasından çok önce, Herman Melville’in Kâtip Bartleby’sinin yayımlanmasından evvel, Balzac, edebi dehası ve kurgu ustalığıyla bizi Paris’te bir ofis hayatına götürüyor.
Emekli
Bir kişi, Kamu İdaresinin herhangi bir şubesinde çalıştığı sürece, şu kelimelerle özetlenebilecek tek bir haykırış, tek bir hayal duyulur: "Ah! Benim zamanım ne vakit dolacak? Ne zaman ayrılacağım? Ne zaman emekli olabileceğim?Otuz yılımı doldurmaya daha ne çok senem var! Sayfiyeye gidip orada yaşayacağım!"
Emekliliğe yalnızca beşi dör ve hatta iki senesi kalanlar herkesin üstünde mutlu bir intiba bırakır herkes de onlara gülümser: "Devirleri kapanacak ve yerlerini gençlere bırakacaklar!"
Özlemi çekilen an geldiğinde Matmazel Mars ve diğer bütün oyuncuların başına gelen şey memurun da başına gelir: bir daha hiçbir prosedürle uğraşmak zorunda kalmayacakları için kendilerini genç ve yaşam dolu hissetmeye başlarlar aniden. Fakat akılsızlık yapıp huzursuzlanmaya başlar ve yakın zaman da emekli olacaklarını hatırlarlarsa eğer, inleyip şe eski ağıtı yakarlar: "Bu ne adaletsizliktir! Nihayet iki yakayı bir araya getirmiş, kızımı yeni büyütmüşken bunca yıllık deneyimim varken, devlet bu bilgi birikimimden istifade edebilecekken, tam da bir şeylerde daha yeni yeni yararlı olmaya başlamışken seni eve gönderirler. Bir kalem darbesiyle ederini yarıya indirirler. Ne yapayım yani, ellisinden sonra yeni bir işe mi başlayayım?"
Gençlerin önünü kapattıkları için kendi devrindeki ihtiyar eski kafalılara ve moruklara yönelttiği ithamları unutan memururmuz böyle söyler. Bakan ve personel müdürüyle tartışmaya başlarlar: Onlar için üzgündür. Darağacının gölgesindeki mahkumun yük arabasına yapışması gibi yapışır koltuğuna sonunda. Nihayet emekliliğe ayrılmıştır, aynı anda hem nefret ettiği hemde hürmet gösterdiği bütün o dosyaları, ortamı ve evrak işlerini terk etmek zorundadır.
"Peki bana ne olacak, bütün gün bu adamla aynı eve mi tıkılıp kalacağım? " diye sorar karısı. "Elindeki bunca zamanla ne yapacak ki? Pek müşkülperesttir, elinden her iş gelir, pek titiz, pek antikadır!" "Aman siz onun nasıl olduğunu bilmezsiniz" der arkadaşlarına.
“Merak uyandıran, huzursuz eden, duygu yüklü bir metin; yazar için yeni bir sanatsal başarı.” – Stein Roll, Adresseavisen
“Loe’nun Naif. Süper’den bu yana yazdığı en iyi kitap.” -Sindre Hovdenak, VG
“Uzun zamandır yayımlanan en komik kitap.” -Michael Nilsen, Politiken
Babam öldü.
Dün bir geyik avladım.
Ne diyebilirim.
Ya o ya ben, birimiz canından olacaktı.
Üniversite yılları nasıl değerlendirilmeli?
Nasıl çılgın parti olur, bir düşün... Evde tek başınasınfalan. Bütün okulu davet edebilirsin. Kudurun. Millet sigara içsin, kırıp döksün, dans etsin, mutlu olsun. İnsan gençken böyle partiler yapmalı. hayatının geri kalanında, kişinin dağarcığında onun kim olduğunu tanımlayan partiler olmalı. Bir gün gelecek, geri dönüp baktığında, o kapsamlı ödevden aldığın nottan çok bu çılgın partileri düşünmek seni tatmin edecek.
Eric Hoffer, Amerikalı bir toplum filozofuydu. 1902 yılında doğan Eric Hoffer, dokuz kitap yazdıktan ve Başkanlık Özgürlük Madalyasını aldıktan sonra 1983 yılında öldü. İlk eseri olan Kesin İnançlılar ile üne kavuşan Hoffer, başarılı bir yazar olarak hayatını sürdürdü.
Yedi yaşında bilinmeyen nedenlerle kör olan Hoffer'ın gözleri onbeş yaşında açıldı. Tekrar kör olma korkusuyla mümkün olduğu kadar kitap okumaya çalışan Hoffer, görme yetisini bir daha yitirmediği gibi, edindiği oburca okuma alışkanlığını sürdürdü ve kendi kendini eğitti.
Geri Kalmışların Gururu
Çin'de, Hindistan'da, Endonezya'da ve diğer yerlerdeki kötü beslenen, kötü giyinen ve kötü meskenlerde oturan yığınların bu kadar umutsuz bir şekilde arzuladıkları şey nedir?
Ekonomik kuramın verebileceği cevap, yavan ve inandırıcılıktan uzak bir cevap olacaktır. İnsanın aklına haber programlarında ve fotoğraflarda gördüğü ağzı alabildiğine açık, asık suratlı, hırslı insanlardan oluşan kalabalıkların yürüyüşleri ve haykırışiarı geliyor.
Bu yüz ifadelerinin gerisinde neyin olduğunu ve bu alabildiğine açık ağızların neleri haykırdığını merak ediyor insan. Ekmek, giysi ve ev için mi haykırıyorlar? Bu patırtıyı gündelik ihtiyaçlar için mi çıkarıyorlar? Özgürlük ve adalet mi istiyorlar? Hayır. Doğunun tamamını kuşatmış olan bu patırtı, bir gurur arayışının ifadesidir. Asya'daki yığınlar, gurura duydukları açlığı yatıştırmak için her türlü ekonomik çıkarı ve hatta hayatlarını feda etmeye hazırlar. Bu ağzı alabildiğine açık insanlar denizi, ekonomik sıkıntılar ve beklentiler için değil, meydan okumak için kükrüyor.
Yıllardır modern sanayi uygarlığını tartışıyoruz. İlk günahı kimin işlediğini, insanın bir zamanlar doğayla barışık bir halde yaşadığı o güzel günlere kimin son verdiğini, bizi fırtınaların orta yerinde kimin çırılçıplak bıraktığını bulmak için daha çok tartışacağız. Çünkü “Tanrı(nın) öldü”ğünü bilmek, geleneğin zincirlerini parçalamak yetmedi; bu kez özgürlük ciğerlerimizi yakmaya başladı. Özgürlük kendinin, ayrıca ötekinin sorumluluğunu üstlenmek, belirsizliklerle, çözülmez çelişkilerle sarmaş dolaş yaşamak, yani, modern bireyler olmak demekti.Ama ağır geldi özgürlük. Taşıyamadık.
Özgürlük ve Ahlâksızlık
Akıllı insan her şeyden evvel ıstıraptan ve tacizden azâde olmak için çabalayacak, sessizliği ve boş vakti, dolayısıyla mümkün olan en az sayıda beklenmedik ve tehlikeli karşılaşma ile birlikte sakin, mütevazı bir hayatı arayacaktır; ve böylelikle sözüm ona hemcinsleriyle çok az bir ortak tecrübeyi paylaştıktan sonra, münzeviyane bir hayatı tercih edecektir, hatta eğer büyük bir ruha sahipse büsbütün yalnızlığı seçecektir.
Boş zaman
Bildiğimiz Dünyanın Sonu
Marx’ın ve Engels'in Manifesto'yu yazmalarından bu yana geçen yüz elliyi aşkın yılda, Marksistlerin "kapitalizm krizi" ile ilişkileri, "Kurt var!" diye bağıran çobanın hikâyesine benzedi. O dev, sarsıcı ve yok edici kriz bir türlü gelmek bilmiyor. Marksistler de her geçici, kısmi krizi beklenen nihai kriz sanmaktan vazgeçmiyorlar.