devlet

Osmanlı Emperyalizmi

Suriye,Filistin ve Hicaz'da : _Türk müsünüz ? Surusunun bir çok defalar cevabı: _Estağfurullah ! idi. Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık. Osmanlı İmparatorluğu buralarda , ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi. Eğer mederese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu yukarılarına kadar gireceğine şüphe yoktu. Bizim emperyalimz, Osmanlı emperyalizmi, şu ana fikir üzerine kurulmuş bir hayal idi: Türk milleti kendi başına devlet yapamaz!

Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
287
Baskı Tarihi
2007
ISBN
978-975-470-599-7
Baskı Sayısı
14. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İletişim
Editörü
Mahmut ali Meriç
Aydın mı dersiniz, entelektüel mi dersiniz? İki kavrama farklı anlamlar mı yüklersiniz? Aydınlardan/ entelektüellerden çok şeyler mi beklersiniz, hiçbir şey beklemez misiniz?.. Öyle ya da böyle, kültürle derinlemesine alışveriş kaygınız varsa, zaman eksenine düşünce mesaisi düşürebiliyorsanız, bu kavramlar üzerine kafa yorarsınız, bu sorulara cevap ararsınız, ufuk ararsınız. Cemil Meriç’in “hakikatte içi de, dışı da bir” mağarayı anlattığı kitap, Mağaradakiler, bir “geniş ufuk” kitabı.

Mağara İstiaresi

Bir mağara düşün dostum.. Girişi boydan boya gün ışığına açık bir yeraltı mağarası. İnsanlar düşün bu mağarada. Çocukluktan beri zincire vurulmuş hepsi; ne yerlerinden kıpırdamaları, ne başlarını çevirmeleri kabil, yalnız karşılarını görüyorlar. Arkalarından bir ışık geliyor., uzaktan, tepede yakılan bir ateşten. Ateşle aralarında bir yol var, yol boyunca alçak bir duvar. Gözbağcıları seyircilerden ayıran setleri bilirsin, üzerlerinde kuklalarını sergilerler, öyle bir duvar işte... Ve insanlar düşün, ellerinde eşyalar: Tahtadan, taştan insan veya hayvan heykelcikleri, boy boy, biçim biçim. Bu insanlar duvar boyunca yürümektedirler, kimi konuşarak, kimi susarak. Garip bir tablo diyeceksin, hele esirler daha da garip. Doğru.. O esirler ki ömür boyu başlarım çevire-meyecek, kendilerini de, arkadaşlarını da, arkalarından geçen nesneleri de duvara vuran gölgelerinden izleyecekler. Şimdi de mağarada seslerin yankılandığını düşün.. Dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi? Kısaca, onlar için tek gerçek var: Gölgeler. Tutalım ki zincirlerim çözdük esirlerin, onları vehimlerinden kurtardık. Ne olurdu dersin, anlatayım.. Ayağa kalkmağa, başını çevirmeğe, yürümeğe ve ışığa bakmağa zorlanan esir, bunları yaparken acı duyardı. Gözleri kamaşır, gölgelerini görmeğe alıştığı cisimleri tanıyamazdı. Biri, ona: "Ömür boyu gördüklerin hayaldi. Şimdi gerçekle karşı kar-şıyasın" diyecek olsa, sonra da eşyaları bir bir gösterse, "bunlar nedir" diye sorsa, şaşırıp kalır, mağarada gördüklerini, şimdi gösterilenlerden çok daha gerçek sanırdı. Bir de düşün ki tutsağı mağaradan çıkarıp dik bir patikadan güneşin aydınlattığı bölgelere sürükledik. Bağırdı, yanıp yakıldı, öfkelendi... Kulak asmadık. Gün ışığına yaklaştıkça gözleri daha çok kamaştı. Hiçbirini seçemez oldu gerçek nesnelerin. Sonra, yavaş yavaş alıştı aydınlığa. Önce gölgeleri farketti, arkasından insanların ve cisimlerin suya vuran akislerini. Akşam olunca göğe çevirdi bakışlarını, ayı gördü, yıldızları gördü. Zamanla güneşin sulardaki aksine bakabildi. Nihayet gökteki güneşe çevirdi gözlerini. Ve düşünmeğe başladı. Ona öyle geldi ki mevsimleri de, yılları da güneş yaratıyor, görünen dünyanın yöneticisi o. Esirlerin mağarada gördükleri ne varsa onun eseri. Ve eski günlerini hatırladı. Ne kadar yanlış anlamışlardı bilgeliği. Mutluydu şimdi, mağarada kalan arkadaşlarına acıyordu. Eski hayatına, eski vehimlerine dönmemek için her çileye katlanabilirdi. Adamın mağaraya döndüğünü tasavvur et. Karanlığa kolay kolay alışabilir mi? Dostlarına hakikati söylese dinlerler mi onu? Ağzını açar açmaz alay ederler: "Sen dışarıda gözlerini kaybetmişsin, arkadaş. Saçmalıyorsun. Biz yerimizden çok memnunuz. Bizi dışarı çıkmağa zorlayacakların vay haline.." işte böyle aziz dostum. Sana anlattığım hikâye kendi halimizin tasviridir. Yer altındaki mağara: Görünürler dünyası. Yücelere çıkan tutsak, meseller (idea'lar) âlemine yükselen ruh.. EFLATUN - Devlet

Türü
Gazete
Sayfa Sayısı
0
Baskı Sayısı
0. Baskı
Neden Altını Çizdim?
Çok cesur bir yazı. İyi ki böyle aydınlarımız var...

Müjdeli Bir Değişim

Cumhuriyet tarihinin en ilginç dönemlerinden birini yaşıyoruz. Bütün hayatın “devlete ve devlet görevlilerine” göre tanzim edildiği “oligarşik” bir cumhuriyetten, her şeyin halka göre belirlendiği “demokratik bir cumhuriyete” geçme mücadelesi veriliyor. Cumhuriyetin yapısının değiştirilmesi için verilen mücadelenin tam göbeğinde “ordu” konusunun durması elbette bir tesadüf değil. Türkiye’yi halkın iradesinden bağımsız bir azınlığın yönetebilmesi ancak ordunun “silahlı bekçiliğiyle” mümkün. Biraraya geldiklerinde büyük çoğunluğu oluşturan dindarların, Kürtlerin, solcuların, Alevilerin “özgür ve eşit” yaşama talepleri hep “silahla” baskı altına alınmış. Bu kesimlerden “devlet görevine” seçilenler ise eski yeniçeriler gibi bir “devşirme” anlayışından geçirilmişler. Dindarlar dindarlıklarını, Kürtler Kürtlüklerini, Aleviler Aleviliklerini “devlet kapsında” bırakıp içeri öyle girebilmişler. Devletin içinde “asıl kimliklerinin” dışında “Atatürkçülük” diye tarif edilen yeni bir kimlik edinmişler. Bu “devşirme” yöneticiler, Sünni olacaklar ama Sünni yaşam tarzını ve ibadet etme biçimini terk edecekler, Kürt olacaklar ama “Kürtlüklerini” öne çıkartmayacaklar, Alevi olacaklar ama Aleviliklerini saklayacaklar, solcu olacaklar ama fikirlerini söylemeyecekler. İbadetinden, Aleviliğinden, Kürtlüğünden, solculuğundan vazgeçmeyen “halk” ise “hakkını” isteyemesin diye sürekli bir baskı altında tutulacak. Medyayla, edebiyatla, karikatürlerle beyinleri yıkanacak, dindarlar “yobaz”, Aleviler “mumsöndü yapan ahlaksız”, Kürtler “bölücü”, solcular “hain” gösterilecek. İnsanlar dinlerinden, dillerinden, fikirlerinden “utanır” hale getirilecek. Devlet ekonomide tek patron olacak. Cumhuriyet çok uzun zaman bunu başarıyla yürüttü. Dünyanın koşulları da buna izin verdi. Ama dünya da Türkiye de değişti. Türkiye, “küreselleşen, bütünleşen” dünyanın önemli bir parçası haline geldi. İnsanlar “hakları” olduğunu öğrendi. Üretim yapan “halk” yavaş yavaş zenginleşmeye, devletin boyunduruğundan çıkmaya başladı. Zenginleşen “dindar” kesim siyasete ağırlığını koydu. Kürtler, silahla “kimliklerini” kabul ettirme yolunu seçti. Aleviler örgütlendi. Devletle, halk “iktidar” için karşı karşıya geldi. Şimdi dünya koşulları “halktan” yana. Para, halkın elinde. Halkın Kürt kesiminde “silah” var. Ve, halk “yeter” diyor. Sadece bu ülkenin halkı değil, dünya da “yeter” diye bağırmakta. Bu ülkenin huzura kavuşabilmesi için halkın bu ülkenin “sahibi” olması gerekiyor. Bunun önündeki engel ordu. Gerek ordu, gerekse “ordu yanlısı medya” sürekli olarak aynı şeyi söylüyor: “Cumhuriyet tehlikede.” Söyledikleri doğru ama eksik. Bu “oligarşik cumhuriyet” tehlikede. Bu ülkede “azınlığın sultası” sona erecek. Halkın iradesine tabi “demokratik” bir cumhuriyet kurulacak. Ordu, “hukuk dışı” bir baskı kuramayacak halkının üzerinde. Kendi kimliğini unutmak zorunda kalan “devşirmeler” tarafından değil, gerçek kimliklerine sahip çıkan insanlar tarafından birlikte yönetilecek bu ülke. “Ben Kürdüm” diyen birini cumhurbaşkanı seçebileceğiz, “ben Aleviyim” diyen bir başbakanımız olabilecek, “Cuma namazlarını kaçırmayan” diyen bir genelkurmay başkanımız görev yapabilecek, “enternasyonalizme” inanan bir Marksist Meclis başkanlığını üstlenebilecek. Bu ülkenin her vatandaşı, inancı, dini, dili, fikri ne olursa olsun diğerleriyle “eşit” konuma gelecek. Bizim gerçek bir ülke, gerçek bir cumhuriyet, gerçek bir demokrasi olabilmemiz için önümüzdeki en büyük engel olan ordunun asli görevi olan askerliğe dönüp, elini siyasetten çekmesi bunun ilk adımı. Bu ilk adımın sancılarını çekiyoruz. Çok uzun sürmez bu. Hayatın bizzat kendisi “orduya” bunu emrediyor, buna direnmek mümkün değil. Ordu kışlasına çekilecektir. Kendi halkına karşı “oligarşik” bir cumhuriyetin “bekçiliğini” çok fazla yapamaz. Güneydoğu’daki savaş da barışla sonuçlanacaktır normalleşmeyle birlikte. Asıl zorluğu belki de biz “ezilenlerin” kendi aralarındaki sorunlarda yaşayacağız. “Devletin bölünmesinden” çok korkan bu cumhuriyet, kendi halkını insafsızca “böldü” çünkü. Eğitim sistemiyle, medyasıyla, ezilen insanları birbirine düşman haline getirdi. Yıllarca ezilen ve birbirine düşman olan bu insanları barıştırmak, birbirlerinden duydukları kuşkudan kurtarmak, onların arasında eşitlik oluşturmak için eğitim sisteminden, medyanın yapısına kadar çok önemli değişikliklerden geçmemiz gerekecek. Türkiye’de büyük değişim başladı bence. Bu değişimin en görünür ve en çarpıcı adımı ordunun konumu ama onu hallettikten sonra daha epeyce değişimden geçeceğiz. Her çocuğun kendine ait bir odasının olacağı, her gencin özgürlüğü alabildiğine yaşayacağı, yaşlıların “bakın nasıl bir ülke yarattık” diye gülümseyeceği bir geleceğe doğru gidiyoruz. Bu yolculuk biraz zor belki ama varılacak menzil çok huzurlu.

Türü
Gazete
Sayfa Sayısı
0
Baskı Sayısı
0. Baskı

Korsan Partisi ve Türkiye

Bu devlet başından beri mi böyleydi yoksa yolun bir yerinde mi sapıttı tam bilmiyorum ama kadroları ve gittikçe sırıtan saçmalıklarıyla bu devlet topluma yük. Bir devletin en yüce mahkemesi olan Yargıtay’ın başsavcısının konuşmasını geçen gün dinledik. Başsavcı öyle bir konuşma yaptı ki mantığın, aklın, zekânın bizim devlet görevlileri için hiçbir önemi olmadığını gösterdi. “Laiklik konusunu gündemden düşürmek için ekonomik kalkınma öne çıkartılıyormuş,” söylediği bu. Ne laikliği biliyor, ne muhafazakârlığı biliyor, ne ekonomiyi biliyor, ne de hukuku biliyor. Zaten bildiğini iddia eden, bu sözleri savunan kimse de çıkmadı. İyi de, bu adam Yargıtay Başsavcısı. İnsanların hatta ülkenin kaderi hakkında kararlar veriyor. Parti kapatma davaları açıyor. Böyle biri o makama nasıl geldi? Nasıl bir devlet yapısı, nasıl bir devlet mekanizması bu düzeydeki birini o mevkilere çıkartır? Bu devlet, bu toplumun çok gerisinde. Ayağımıza takılı bir pranga gibi. Devletin gücünü, kendi mantıksızlığına alet eden bu görevliler yüzünden Türkiye her attığı adımda çelmeleniyor. Gelişmişlikle Türkiye arasında bu insanlar duruyor. Ve, biz hayatımızı anlamsız tartışmalarla geçiriyoruz. Bu devletle hiçbir şey yapamayız. Devlet görevlilerinin düzeyini yükseltmek, bilgiyi, mantığı, zekâyı devlet için de önemli hale getirmeliyiz. Devlet görevlilerinin “saçmalama” özgürlüğünü bu insanların elinden almalıyız. Devlet darmadağınık bizde. Genelkurmay Başkanı da, Poyrazköy’de bulunan silahların “orduya ait” olmadığını söylemişti. Dün Star gazetesi, bu silahların çoğunun orduya ait olduğunu belgeledi. Elindeki silahların envanterini bilmeyen, hangi silahların kaybolduğunu takip edemeyen bir ordu. Bu ordunun başındaki general de bize “terörle yaşamaya” alışmamız gerektiğini söyleyerek Kürt sorununun çözüm ihtimalinin olmadığını vurguluyor. Devletin zirvelerinde, sorunların çözümünü değil aksine iyice çoğalmasını isteyen insanlar dolaşıyor. Gelişmek, kalkınmak, toplumun mutluluğu, barış, zenginlik umurlarında değil. Halkı “köleleri” gibi görüyorlar ve bizim bu kanlı çıkmazın içinde debelenmemizi istiyorlar. Ya gerçeklerden ve hayattan tümüyle kopuklar... Ya da bu ülkeye tümden düşmanlar. Bilinçli bir “düşmanlık” beslediklerini sanmam, galiba hayatı hiç anlamıyorlar, çağı kavramıyorlar, gerçekleri görmüyorlar. Ülkeyi de gerçeklerden kopartmaya uğraşıyorlar. Onların yüzünden biz de “hayatın” ne olduğunu göremez hale geldik. Halbuki yeryüzünün başka yerlerinde “başka” bir hayat yaşanıyor. İsveç’te yeni bir parti kuruldu. Korsan Partisi. Ve, bu parti Avrupa Parlamentosu’na üye soktu seçimlerde. Partinin programı ve amacı ne biliyor musunuz? İnternet özgürlüğünü ve internetteki bilgilerin, müziklerin, görüntülerin serbest paylaşımını sağlamak. Artık dünya siyasetinin konuları değişiyor. İnternet amaçlı partiler kuruluyor, bu partiler taraftar buluyor, seçimlere katılıyor, kazanıyor. Başka bir hayatın partileri bunlar. Biz ise hâlâ “laikliği”, Kürt sorununu, ekonomik kalkınmanın tehlikelerini, topraktan çıkan silahların sahibini tartışıyoruz. Ormanda unutulmuş “kurt çocuk” gibiyiz. Birtakım tuhaf sesler çıkartıyoruz. Ne söylediğimizi, ne dediğimizi, ne istediğimizi kimse anlamıyor. Böyle bir devletle ve böyle devlet görevlileriyle bizi anlamaları da mümkün değil. Hapishanede işkenceyle adam öldürüp sonra diğer mahkûmlara “sizin de sonunuz onlar gibi olur” diyen müdürler de, insanları enselerinden vuran subaylar da, daha sonra avukatlığa geçen ve “Kürtlerin ölmesini istemek fikir özgürlüğüdür” diyen eski yargıçlar da, ekonomik kalkınmayı laikliğin düşmanı sanan başsavcılar da, kendi silahlarının envanterini bilmeyen generaller de bu devletin içinde. Bu kadrolarla bu devlet çağa nasıl ayak uyduracak, değişimi nasıl algılayacak, Bilgi Çağı’nın ne anlama geldiğini, evrensel hukukun önemini, özgürlüğü nasıl anlayacak? Kendileri anlamadıkları gibi “anlayanları” da hain sanıyorlar. Bu devlet kendi kendini değiştiremez. Onu biz değiştireceğiz. Bunun ilk adımı da devlet görevlilerinin tuhaflığını görmemiz ve göstermemiz. Bıkmadan, usanmadan, buna karşı çıkmanın bile saçmalığın bir parçası olmak anlamına geldiğini bilmenin sıkıntısına kapılmadan, gerçekleri söyleyerek yapacağız bunu. Başka da bir çaresi yok gibi gözüküyor. 09.06.2009

Türü
Deneme
Sayfa Sayısı
144
Baskı Tarihi
1986
Baskı Sayısı
1. Baskı
Yayın Evi
İklim

Sistemler İçinde Erimek

Her toplum sisteminin –ister krallık, ister imparatorlu, isterse modern bir devlet sistemi olsun- kendine özgü bir yönetimi, inanışı ve siyasi bir düzeni vardır. Bu sistemler, ellerindeki güce dayanarak insanları mutlaka belli kurallara itaate zorlarlar ve bu işi kendilerine görev addederler. S.117 Müslümanlar içlerinde yaşadıkları toplumları ele aldıklarında, eğer rahatsız oldukları yanlarla köklü bir biçimde karşılaşıyorlarsa, kendi inanç birimlerinin özü bünyelerinde hala yaşıyor demektir. S.119