İsrailli Yazar ve Tarih Profesörü Yuval Noah Harari’nin kaleme aldığı Hayvanlardan Tanrılara Sapiens, son yılların en çok ses getiren kitapları arasında yer alıyor. Başlangıçtan bugüne insanın tarihsel yolculuğunu ele alan eser, bugünü meydana getiren tüm koşulları fenni ve sosyal bilimler ışığında detaylandırıyor.
Değişen dengeler
Piyasa insanların duygusal ve cinsel hayatlarını nasıl yaşayacağına bile giderek daha fazla karışıyor. Aile geleneksel olarak başlıca çöpçatanlık kurumuyken bugün duygusal ve cinsel tercihlerimizi belirleyen ve etkileyen, sonra da istediğimiz şeyi (yüklüce bir ücret karşılığında) bize sağlayan piyasadır. Eskiden gelin ve damat ailenin salonunda bir araya gelir ve para bir babadan öbürüne geçerdi. Bugünse flört kafelerde ve barlarda gerçekleşirken para da âşıklardan garsonlara geçiyor. Bundan çok daha büyük miktarda para ise kafeye girerken piyasanın ideal güzellik tanımına olabildiğince yakın olmamıza yardımcı olan moda tasarımcılarının, spor salonu yöneticilerinin, diyetisyenlerin, kozmetikçilerin ve plastik cerrahların banka hesaplarına akıyor.
İsrailli Yazar ve Tarih Profesörü Yuval Noah Harari’nin kaleme aldığı Hayvanlardan Tanrılara Sapiens, son yılların en çok ses getiren kitapları arasında yer alıyor. Başlangıçtan bugüne insanın tarihsel yolculuğunu ele alan eser, bugünü meydana getiren tüm koşulları fenni ve sosyal bilimler ışığında detaylandırıyor.
Devlet karşısında zayıflayan birey
Devlet ve piyasa, yabancılaşmış bireylerden oluşan bir topluma, güçlü aileler ve topluluklara göre çok daha kolay müdahale edebilir. Apartmandaki komşularıyla kapıcıya ne kadar ödemeleri gerektiği konusunda bile anlaşamayanlar devletlere nasıl direnebilirler?
Nasıl ki Honoré de Balzac’ın Zarif Bir Yaşam Üzerine adlı çalışması modernitenin önemli unsurlarından biri olan modayı mizahi bir dille ele alıyorsa, Çalışanın Fizyolojisi de modern şehir yaşamına dair aynı derecede önemli bir konuyu inceliyor: bürokrasi ve onun çarklarının işleyişi. Franz Kafka’nın ofis bürokrasisinin kâbus metafiziğini anlatmasından çok önce, Herman Melville’in Kâtip Bartleby’sinin yayımlanmasından evvel, Balzac, edebi dehası ve kurgu ustalığıyla bizi Paris’te bir ofis hayatına götürüyor.
Rothschild'in Yirmi Çalışanı
İnsan, ekonominin detaylarını Maliye Bakanı kadar iyi bilen ve onunki kadar sermayeyi hareket ettirebilen, yalnız Fransa'daki değil , İngiltere, İspanya, Belçika, Avusturya, Napoli, Papalık Devletleri ve ödemek zorunda olduğu borcun faizi Fransa'nınkine denk olan ve bütün Avrupa şehirleriyle ilişkileri olan Osmanlı Devleti'ndeki gelişmelerden haberdar olması gereken Rothschild Hanedanı yirmi katiple idare ederken, neden Fransız Maliye Bakanının bin çalışanı olduğunu merak ediyor.
Rothschild'in yirmi çalışanı, Hazinenin çalışanlarından on kat daha fazla çalışıyor; fakat onların aksine Rothschild çalışanlarının gerçekten bir geleceği mevcut; banker olmayı öğreniyorlar, nasıl milyoner olabilecklerini öğrenmek ve emeğinin karşılığını orantılı olarak almak istiyorlar. Öte yandan devlet memurlarının önündeyse perişan bir gelecek var; saygın kişiler olsalar da kariyerleri onlara pek saygı sunmuyor; dahası sadece harcamayı öğreniyorlar, kazanmayı öğrenmiyorlar.
Böl ve Yönet
1800'lerden bugüne, özgün, karmaşık, tartışmalı hatta kavgalı bir süreç olarak yaşanan modernleşme tarihimiz üzerine derinlikli bir inceleme... Zürcher'in emeği, hem yeni bilgiler sunuyor okurlara hem de tutarlı bir yaklaşım. Üçüncü Selim'den, Zürcher'in tanımlamasıyla "Üçüncü Cumnuriyet"e, yani 1980 sonrasına.
(Tanıtım Bülteninden)
Osmanlı'da yasa önünde eşitlik kavramı yoktu
[Osmanlı'da] yasa önünde eşitlik kavramı yoktu. Yasa önünde eşitlik modern ulus devletlerde bile, bir gerçeklik değil, bir ülküdür, ama Osmanlı İmparatorluğu’nda bu bir ülkü dahi sayılmıyordu. Kentlerde oturanlara kırsal kesimdekilerden farklı, Hıristiyan ve Musevilere Müslümanlardan farklı, göçebelere yerleşik olanlardan farklı, kadınlara ise erkeklerden çok farklı muamele edilirdi. Kentler, loncalar, aşiretler ya da bireyler, yerleşik eski ayrıcalıkları inatla muhafaza ederdi.
1800'lerden bugüne, özgün, karmaşık, tartışmalı hatta kavgalı bir süreç olarak yaşanan modernleşme tarihimiz üzerine derinlikli bir inceleme... Zürcher'in emeği, hem yeni bilgiler sunuyor okurlara hem de tutarlı bir yaklaşım. Üçüncü Selim'den, Zürcher'in tanımlamasıyla "Üçüncü Cumnuriyet"e, yani 1980 sonrasına.
(Tanıtım Bülteninden)
Osmanlı ve Cemaatler
Küçük çaplı devlet örgütü, Osmanlı Devleti’nin, yurttaşlarıyla birçok şekilde doğrudan meşgul olan modern bir devletin tersine, çoğu zaman cemaat temsilcileriyle, yani mahalleyi temsil eden mahalle papazı ya da mahalle imamlarıyla, loncaları temsil eden lonca başkanlarıyla, ikamet eden yabancıları temsil eden konsoloslarla ve aşiretlerini temsil eden şeyhlerle ilgilenmesi anlamına geliyordu (ya da ilgilenmek zorunda kalması). Bunun esas nedeni kuşkusuz devletin her bir bireyle ilgilenme olanağından yoksun olmasıydı ama modern toplum öncesi çoğu toplumda olduğu gibi, Osmanlı Devleti’nde de bireyin, mensubu olduğu topluluk ya da çeşitli topluluklara çok fazla tâbi bulunduğu da bir gerçekti.
1800'lerden bugüne, özgün, karmaşık, tartışmalı hatta kavgalı bir süreç olarak yaşanan modernleşme tarihimiz üzerine derinlikli bir inceleme... Zürcher'in emeği, hem yeni bilgiler sunuyor okurlara hem de tutarlı bir yaklaşım. Üçüncü Selim'den, Zürcher'in tanımlamasıyla "Üçüncü Cumnuriyet"e, yani 1980 sonrasına.
(Tanıtım Bülteninden)
Osmanlının yönetim mekanizması çok küçüktü
Osmanlının yönetim mekanizması çok küçüktü. Bu, kesinlikle doğruydu: İstanbul’daki merkezî yönetim örgütlenmesi (Babıâli) 1000 ila 1500 arasında memur istihdam etmekteydi. Devlet örgütünün küçüklüğü, göreceli olarak da doğruydu: Bu dönemde ulusal hasılanın, merkezî yönetime vergi şeklinde giden kısmı tam, hatta yaklaşık olarak bile bilinmiyor, ama büyük bir olasılıkla %3’ü aşmıyordu. Bu, halkın, özellikle kırsal nüfusun üzerine binen vergi yükünün hafif olduğu anlamına gelmemektedir; durum tamamen aksiydi. Öte yandan, bu, devletin yıllık gelirinin merkez hazineye ulaşmıyor olması anlamına geliyordu, çünkü devletin yıllık gelirinin olağanüstü bir miktarını aracılar aşırıyordu. Bazı tahmini hesaplamalara göre, yılda vergi olarak toplanan 20 milyon pound sterlinden devlete ulaşan sadece 2,25 ila 4 milyondu. Bu doğruysa, Osmanlı hazinesi, Fransız hazinesinin onda biri ila altıda biri kadarını kazanıyor demekti. Bunun kısmen açıklaması, imparatorluğun bu sırada büyük ölçüde adem-i merkeziyetçi bir yapıya sahip olması ve eyalet hazinelerinin, vergi gelirinin büyük bir kısmını eyalet yönetiminin masraflarını karşılamada kullanılmasıydı.
Devlet tarafından icra edilen ve ondan beklenen görevler, modern ölçütlere göre, en düşük seviyedeydi. Devlet, ülkenin, (ceza hukuku dâhil) kamu düzeninin korunması ile meşgul olur, pazarları, ağırlık ve ölçüleri denetler; madeni para basar; büyük kentlerin, özellikle de İstanbul’un gıdasını tedarik eder, büyük bayındırlık işlerini yapar ve bunları muhafaza ederdi. Bu görevleri icra edebilmek için, olabildiğince vergilerin tahsil edilmesini zorlardı. Bugün bir devletin normal görevlerinden sayılan eğitim, sağlık, sosyal yardım ve barındırma türünden şeyler, Osmanlı İmparatorluk yönetimini çok az ilgilendiriyordu.
1800'lerden bugüne, özgün, karmaşık, tartışmalı hatta kavgalı bir süreç olarak yaşanan modernleşme tarihimiz üzerine derinlikli bir inceleme... Zürcher'in emeği, hem yeni bilgiler sunuyor okurlara hem de tutarlı bir yaklaşım. Üçüncü Selim'den, Zürcher'in tanımlamasıyla "Üçüncü Cumnuriyet"e, yani 1980 sonrasına.
(Tanıtım Bülteninden)
Sadık, Alaylı ve Liyakatsiz
Abdülhamit gençlik yıllarında (tahta çıktığında 34 yaşındaydı), ihtiyatlı, çalışkan ve zeki bir kişiydi. Ancak, sarayda dönen çıkar mücadelelerindeki deneyimi ve bilhassa 1876’da kendisini tahta çıkartan olaylar hizmetindekilere karşı güvensizlik ve kuşku duygusu yaratmıştı. Abdülaziz’i ve Murat’ı tahttan indirebilenler niye kendisini de indirmesinlerdi? Bu kuşku ve bağımsızca işini yönetme arzusu, yıllar içinde tuhaflık boyutlarında bir korkuya dönüşmüştü. Sonuçta, kendi kurduğu ve her kademeden insanın birbirlerinin faaliyetlerini haber vermeye teşvik edildiği ülke içi bir hafiyelik ağına git gide daha fazla bel bağlar hale geldi. Abdülhamit’in Yıldız Sarayı arşivlerinde on binlerce jurnal birikti.
Sultan için kendi şahsına sadakatın öncelikli bir endişe haline gelmesiyle rüşvet ve adam kayırmacılık ayyuka çıkmıştı; haddinden fazla eleman istihdamıyla muazzam şekilde şişirilmiş devlet daireleri buna fazlasıyla olanak veriyordu. Daireler işlevlerini akla uygun ve verimli şekilde yerine getiremiyordu; örneğin, toplarını saraya yöneltebileceği korkusu yüzünden, askerî donanmanın Haliç’teki iskelesini terk etmesine izin verilmiyordu; ordu atış talimini kurşun kullanmadan yapmak zorundaydı. Sultan büyük askerî yüksek okullardan mezun olanların birçoğunun liberal eğilimlerinden haberdardı. Bu nedenle de alaydan yetişmiş ve modern askerlik bilimine dair en ufak bir bilgisi olmayan (kimi de okuma yazma bilmeyen) subaylara güvenmeye –ve onları terfi ettirmeye– yöneldi. Ordu içinde “mektepli” ve “alaylı” subaylar arasında bariz bir bölünme oluştu. Ordu ve bürokrasideki, özellikle bunların genç mensupları arasındaki moral bozukluğu gittikçe ciddi bir sorun haline geldi. Abdülhamit dönemi bu bakımdan, Tanzimat’ın sadece bir devamı değil aynı zamanda bir karikatürüydü de.
1800'lerden bugüne, özgün, karmaşık, tartışmalı hatta kavgalı bir süreç olarak yaşanan modernleşme tarihimiz üzerine derinlikli bir inceleme... Zürcher'in emeği, hem yeni bilgiler sunuyor okurlara hem de tutarlı bir yaklaşım. Üçüncü Selim'den, Zürcher'in tanımlamasıyla "Üçüncü Cumnuriyet"e, yani 1980 sonrasına.
(Tanıtım Bülteninden)
Osmanlı yönetim sistemi
Osmanlı ideolojisine göre İmparatorluktaki toplum, vergi ödemeyen, silah taşıma hakkına sahip olan yönetici seçkinler sınıfı ile bunun tam tersi durumdaki halk kitlesi (Osmanlı diliyle reaya “sürü”) arasındaki –kuramsal olarak çok katı olan– bir ayrım etrafında biçimlenmişti. Yönetici seçkinler, iki kategoriden oluşuyordu: Sultan’ın iktidarının temsilcileri ve ahlaki düzenin bekçileri. “Askerî” diye adlandırılan yönetici seçkinler, Sultan’ın bütün hizmetkârlarından oluşmaktaydı: ordu, kalem çalışanları ve saray halkı. Bu yönetici seçkinler sınıfına, ahlaki düzenin devamından ve dolayısıyla da resmî eğitim ve adli işlerin çoğundan sorumlu olan “ulema” da mensuptu. Sultanın kulları, halk kitlesiyle karşılaştırıldığında son derece ayrıcalıklı olmalarına rağmen, sonraki yüzyılda olacakları, az çok özerk bürokrat/asker seçkinler sınıfını henüz oluşturmamıştı; onlar, imparatorluk erkinin, Sultan’ın isteği üzerine yerleri değiştirilecek, azledilecek ya da idam edilecek araçlarıydılar. Bu durum, makamca hepsinin en üstünde olan, Sultan’a en yakın kişi sayılan ve makamını elinde tuttuğu sürece hükümdarın bütün yetkilerini paylaşan, ama tamamıyla Sultan’ın değişken isteklerine bağımlı kalan “sadrazam” için de geçerliydi.
1800'lerden bugüne, özgün, karmaşık, tartışmalı hatta kavgalı bir süreç olarak yaşanan modernleşme tarihimiz üzerine derinlikli bir inceleme... Zürcher'in emeği, hem yeni bilgiler sunuyor okurlara hem de tutarlı bir yaklaşım. Üçüncü Selim'den, Zürcher'in tanımlamasıyla "Üçüncü Cumnuriyet"e, yani 1980 sonrasına.
(Tanıtım Bülteninden)
Bürokrasinin Geri Dönüşü
1991’den itibaren 1980 öncesinin siyaset kalıpları kendilerini yeniden kabul ettirmiş ve Uluslararası açıdan ise Türkiye, Amerika Birleşik Devletleri’ne daha da sıkıca bağlanmıştı.