1800'lerden bugüne, özgün, karmaşık, tartışmalı hatta kavgalı bir süreç olarak yaşanan modernleşme tarihimiz üzerine derinlikli bir inceleme... Zürcher'in emeği, hem yeni bilgiler sunuyor okurlara hem de tutarlı bir yaklaşım. Üçüncü Selim'den, Zürcher'in tanımlamasıyla "Üçüncü Cumnuriyet"e, yani 1980 sonrasına.
(Tanıtım Bülteninden)
İNGİLİZCE BİRİNCİ BASKIYA ÖNSÖZ
Sadık, Alaylı ve Liyakatsiz
Abdülhamit gençlik yıllarında (tahta çıktığında 34 yaşındaydı), ihtiyatlı, çalışkan ve zeki bir kişiydi. Ancak, sarayda dönen çıkar mücadelelerindeki deneyimi ve bilhassa 1876’da kendisini tahta çıkartan olaylar hizmetindekilere karşı güvensizlik ve kuşku duygusu yaratmıştı. Abdülaziz’i ve Murat’ı tahttan indirebilenler niye kendisini de indirmesinlerdi? Bu kuşku ve bağımsızca işini yönetme arzusu, yıllar içinde tuhaflık boyutlarında bir korkuya dönüşmüştü. Sonuçta, kendi kurduğu ve her kademeden insanın birbirlerinin faaliyetlerini haber vermeye teşvik edildiği ülke içi bir hafiyelik ağına git gide daha fazla bel bağlar hale geldi. Abdülhamit’in Yıldız Sarayı arşivlerinde on binlerce jurnal birikti.
Sultan için kendi şahsına sadakatın öncelikli bir endişe haline gelmesiyle rüşvet ve adam kayırmacılık ayyuka çıkmıştı; haddinden fazla eleman istihdamıyla muazzam şekilde şişirilmiş devlet daireleri buna fazlasıyla olanak veriyordu. Daireler işlevlerini akla uygun ve verimli şekilde yerine getiremiyordu; örneğin, toplarını saraya yöneltebileceği korkusu yüzünden, askerî donanmanın Haliç’teki iskelesini terk etmesine izin verilmiyordu; ordu atış talimini kurşun kullanmadan yapmak zorundaydı. Sultan büyük askerî yüksek okullardan mezun olanların birçoğunun liberal eğilimlerinden haberdardı. Bu nedenle de alaydan yetişmiş ve modern askerlik bilimine dair en ufak bir bilgisi olmayan (kimi de okuma yazma bilmeyen) subaylara güvenmeye –ve onları terfi ettirmeye– yöneldi. Ordu içinde “mektepli” ve “alaylı” subaylar arasında bariz bir bölünme oluştu. Ordu ve bürokrasideki, özellikle bunların genç mensupları arasındaki moral bozukluğu gittikçe ciddi bir sorun haline geldi. Abdülhamit dönemi bu bakımdan, Tanzimat’ın sadece bir devamı değil aynı zamanda bir karikatürüydü de.
"Bu çıkmazı aşmak için, bir zihin devrimine gerek vardır. Türkiye'de çağdaş ve özgürlükçü düşünce, kendisini yetmiş veya seksen yıldan beri cenderesine alan ipoteği atmalı, Türk modernleşmesinin tarihi eleştirel bir gözle yeniden değerlendirilmelidir."
Ancak bu kambur atıldıktan sonradır ki, Kemal Atatürk adındaki parıltılı ve trajik insan, gerçek boyutlarında ele alınabilir; Türkiye gibi toplumlarda yüzyılda bir yetişen bu büyük kabiliyet, olağanüstü ihtirasları ve olağanüstü hatalarıyla, tarihte ait olduğu yere konabilir."
İktidar ve Din
Tarihin çeşitli dönemlerinde dinin, istibdat rejimleriyle uzlaşmış, ve hatta istibdat rejimlerine ideolojik meşruiyet sağlamış olduğunu inkâr edemeyiz. İslam dininin özellikle sünni kanadının, siyasi iktidarla uzlaşma konusunda son derece güçlü birtakım eğilimlere sahip olduğu da kabul edilmelidir. Bundan, dinin, istibdada karşı yetersiz bir dayanak olduğu sonucunu çıkarmak mümkün olabilir.
Ancak bu gözlem, tek tanrılı dinlerin tarih boyunca oynamış oldukları çok daha derin ve kalıcı bir başka rolü gözden kaçırmamıza neden olmamalıdır. Tek tanrılı dinlerin – devleti ilahlaştıran eski Mısır, Roma ve Çin dinlerinden farklı olarak – temel özelliği, devletten bağımsız ve devletten üstün bir otorite kaynağı kabul etmeleridir. Böyle bir otoritenin mevcudiyetinden doğan başlıca objektif sonuç ise, devleti yönetenlerin özgürlüğünün kısıtlanmasıdır. Hükümdardan ayrı bir Tanrı'nın hüküm sürdüğü yerde, hükümdarın gücü hiçbir zaman mutlak olamaz.
Bundan ötürü, tarihte devlet gücüyle mutlak hakimiyet kurmayı tasarlayan zorbaların tümü, ya
a) dini siyasi iktidarın kontrolüne sokmaya gayret etmişler, ya da
b) dinin örgütlü gücünü ve etkisini yoketmeyi denemişlerdir.
Roma imparatoru Konstantin, İngiliz kralı VIII Henry, Fransa kralı XIV Louis, Rus çarı Büyük Petro, Osmanlı padişahı II. Mahmud, İtalya diktatörü Mussolini birinci yaklaşıma; Robespierre, Lenin, Hitler ve Mao ise ikinci yaklaşıma örnektir.
Akif söylüyorsa doğrudur!
Yalnız efendim Akif, Sultan Abdülhamit Han için iyi şeyler söylemiyor. O büyük devlet adamı için istibdattan bahsediyor, bu olmamalıydı, Akif'ten bu hatayı beklemezdik diyen Akif dostlarına, hoca (Nureddin Topçu) kısa bir cümleyle kesin cevabını veriyordu:
-Akif söylüyorsa doğrudur!
Hürriyet
Vaktâ ki hürriyet divanelikle yâd olunurdu; zayıf istibdat tımarhaneyi bana mektep eyledi. Vaktâ ki i'tidal, istikamet irtica ile iltibas olundu; Meşrutiyette şiddetli istibdat, hapishâneyi mekteb yaptı.