Türü
Roman
Sayfa Sayısı
238
Baskı Tarihi
1995
Baskı Sayısı
14. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İletişim

Bilgi tehlike ile ölçülür

Padişah: Bilgelik dedin ha. Sen bilgin misin yoksa? Hangi bilginin peşindesin?”

Casus: Evet, çok şey bilirim. Limanlarınıza girip çıkan gemilerin ne yük taşıdığını, yaptığınız gizli anlaşmaları, idareniz altında olan milletlerin isyana eğilimlerini, depolarınızdaki barutun miktarını, toplarınızın sayısını, her şeyi, her şeyi bilirim.

Padişah: Bre melun, sen bana bilgin olduğunu söyledin. İnsan bu anlattıklarını bilmekle hiç bilgin olur mu?

Casus: Sizin bilginleriniz ne bilirler?

Padişah: Müneccimlerimiz ilanı harp ve sünnet için uygun zamanı bilirler. Şeyhler gayb âlemine mahsus sırları, medrese âlimlerimiz neyin günah neyin sevap olduğunu bilirler.

Casus: Yüce padişah, eğer bu saydığın bilginler sadece anlattığın şeyleri biliyorlarsa onların pek fazla bir şey bildikleri söylenemez. Çünkü bilgi tehlike ile ölçülür. Bilgi doğru olmak zorundadır. Bilgin, hata yapmaktan ölümden korkar gibi korkmalıdır, sizin bilginleriniz hata yapmaktan korkarlar mı?

Padişah: Doğrusu bundan pek emin değilim.

Casus: Müneccimleriniz ve hocalarınız bir hata yaptıklarında cezaya çarptırılırlar mı? Hata yapmaktan korkmuyorlarsa belki de hatanın cezasından korkuyorlardır.

Padişah: Hayır, onlar cezaya çarptırılmaz, onlara saygı duyarız.

Casus: Öyleyse onların doğru düşünmeleri için yeterli şart yok demektir. Çünkü onlar doğru düşünseler de düşünmeseler de nasıl olsa saygı göreceklerini, tehlikeye düşmeyeceklerini bildiklerinden hatadan korkmazlar. Ama mesela tüccarlar öyle mi? Tüccarlar doğru düşünmedikleri anda iflas ederler. Benim gibi casuslar da hata yaptığında yakalanıp asılırlar. İşte bu yüzden, hata yaptığı anda servetini ve canını kaybedebilecek olmayan insanların fikrine güvenilmez. Çünkü malı, canı, sevdikleri tehlikede olmayan biri doğru düşünemez. Bilgi tehlike ile ölçülür dediğimde kastettiklerim bunlardı.


Türü
Roman
Sayfa Sayısı
501
Baskı Tarihi
2004
Baskı Sayısı
1. Baskı

"Bir sabah uyanıyorsunuz ve yoksunuz. Aynaya bakıyorsunuz, yüzünüz aynı yüz, elleriniz aynı eller... Bedeninizi yokluyorsunuz, orada duruyor... Ama siz hükümsüzleştirilmişsiniz, yoksunuz... Tapındığınız Allah'ın kitabı da dahil olmak üzere her şey, herkes değişmiş, tanımıyorsunuz... Rusya'ya ve bana böyle oldu." 

Gogol'un İzinde dörtlüsünün Rus kahramanı, Prens Aleksi Kristovoviç Zelenski'nin dediği gibi: "Diriliş, ancak isteniyorsa gerçekleşebilir; ancak o zaman mümkündür."

Doğu, Reform, Hükümsüzleştirilmeyi Göze Almak

Bu gezegende Doğu'yu seçmek demek, bitmez tükenmez reformaların saldırısına maruz kalmak, hükümsüzleştirilmeyi göze almak demektir.


Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
326
Baskı Tarihi
2014
Yazılış Tarihi
2014
ISBN
978-605-9908-32-0
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Kırmızı Kedi Yayınevi
Editörü
Tunca Arslan
Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi eski Başkanı Sabri Uzun'dan, uzun süredir beklenen kitap... İN, Emniyet'te 40 yıl görev yapan bir İstihbaratçının, teşkilat içinde yuvalanan Cemaat'le yüzleşmesini, mücadelesini, kurulan tuzak ve komploları anlatan, Türkiye gündemini sarsacak bir çalışma...

Hırsızdan Gizli Örgüt Üyesi Olmaz

Hanefi Avcı, Fethullah Gülen Cemaati'ne bağlı polisle­rin ve onlarla işbirliği içinde bulunan savcıların, "düzmece" örgütler kurduklarım, Devrimci Karargâh Örgütü'nün de böyle bir örgüt olduğunu; Emniyet Genel Müdürleri Celal Uzunkaya ve Mustafa Gülcü ile Ankara İl Emniyet Müdürü Orhan Özdemir'e, Emniyet Genel Müdür Yardıması Emin Arslan'a da benzer şekilde hileli soruşturmalarla komplo kurulduğunu öne sürmüştü.

Bu değerlendirmesine gönülden katılıyorum. Bugüne kadar yaklaşık 4000 siyasi zanlının sorgusuna katıldım, izledim, operasyonlarına şahit oldum. Hiçbir sol örgüt (Marksist anlayışları gereği), mala karşı suç işleyen kişilerle, değil örgüt kurmak, herhangi bir ilişki bile kur­maz. Çünkü hırsızlar, dolandırıcılar, küçük bir menfaat karşılığında, gizli örgüt üyelerini de çabucak ele verirler.


Baskı Sayısı
1. Baskı

Şerif Mardin

İletişim Yayınları

Felsefesizliğinin Nedeni

Sanırım, verdiğim açıklamalardan Jön Türklerin yalınkatlığının kendi iradeleri dışında çalışan bazı tarihsel yapısal unsurların ürünü olduğu açıkça ortaya çıkmaya baş­lamıştır. Çok yaygın bir kanıya göre, Osmanlı İmparatorlu­ğunda felsefeyi ulema gemlemiştir. Fakat felsefesizlik, aslında, Osmanlı devlet yapısına ve işlevlerine, bürokratik dünya görüşüne, İngilizce deyimiyle, “bir eldiven gibi” uyan bir özellik değil miydi? Ortaya çıkan sorunları “devletin çıkarı” açısından değerlendirmek de, Ulema’nın baskısı kadar felsefeyi mahkûm eden bir unsur olmamış mıdır? Bu sorunun cevabının “Evet” olduğunda şüphe yoktur. Öyleyse, birden çok felsefesizlik kökeni olduğuna göre, felsefeyi boğan “ger­çek suçlu”yu aramak da anlamsız oluyor. Ne var ki Osmanlı toplumunun Batı’da belirli bir tarihte ortaya çıkan spekülatif tarzdaki düşünceye yer vermemekle birlikte, belki Batı’daki kadar etkin fakat konulara bambaşka bir açıdan bakan bir düşünce sistemine sahip olduğu da güvenle ileri sürülebilir.

Bu düşüncenin belirgin özelliklerinden biri, kısa vadeli, pratik, “devlet için geçerli” çözüm yolları aramasıdır. Bu özellik, etkinliğini bugün de devam ettirmektedir. Halkı­mız arasındaki mantık da bundan farklı değildir. “İşe yarayan adam”, pratik hal çareleri öneren kişidir. Böylece, Türkiye’de “felsefesizlik”, çağdaş zamanlarda yalınkat bir pragmatizm şeklinde gelişmiştir.


Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
523
Baskı Tarihi
2000
Yazılış Tarihi
1992
ISBN
975-470-514-3
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İletişim
Mütercimi
Yasemin Saner Gönen
Orijinal Adı
Turkey, A Modern History

1800'lerden bugüne, özgün, karmaşık, tartışmalı hatta kavgalı bir süreç olarak yaşanan modernleşme tarihimiz üzerine derinlikli bir inceleme... Zürcher'in emeği, hem yeni bilgiler sunuyor okurlara hem de tutarlı bir yaklaşım. Üçüncü Selim'den, Zürcher'in tanımlamasıyla "Üçüncü Cumnuriyet"e, yani 1980 sonrasına.
(Tanıtım Bülteninden)

Osmanlı şeriat devleti miydi?

Osmanlı İmparatorluğu’nun din ve devlet arasında hiçbir fark gözetmediği fikri eskiden kabul görürken, modern araştırmalar, Osmanlıların din ve siyaseti, en azından uygulamada, belli ölçülerde ayırdıklarını belirtme eğilimindedir. Şeriat kuramsal olarak, İmparatorlukta en yüksek seviyede hüküm sürmesine karşın, 18. yüzyıla gelindiğinde, uygulamada, aile hukuku ve mülkiyet meselelerinin sınırları içerisine hapsolmuş durumdaydı. Kamu hukuku, özellikle de ceza hukuku, Sultanlar’ın örf ya da kanun denilen laik fermanlarına dayandırılmıştı.


Türü
Roman
Sayfa Sayısı
238
Baskı Tarihi
1995
Baskı Sayısı
14. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İletişim

Yaratılmamış Olan

Yaratılmamış olanı anlaman için önce 'yaratılmış olan' ile kastedilen şeyi bilmen yerinde olur. Bir dokumacı için 'yaratılmış olan' kumaş iken, 'yara­tılmamış olan' ipliktir. Çünkü onun yarattığı şey iplik değil, kumaştır. Ama bu kez iplikçi için durum farklı görünüyor. Çünkü o, yünü eğirip ipliği bükerken, yüne 'yaratılmamış olan', ipliğe de 'yaratılmış olan' diye bakar. Oysa ipliğe do­kumacı 'yaratılmamış olan' diyordu. Şu halde, üzerindeki elbisenin kumaşı, onu diken terzi için yaratılmamış olan­dır'. Elkimyacı için de durum buna benzer görünüyor. Çünkü kumaş nasıl ki iplikten meydana geliyorsa, aynı şe­kilde zaç yağı da kibritten meydana gelir ve ipliğin yünden meydana gelmesi gibi, kibrit de lap taşından oluşur. Doku­macının kumaşı iplikten yarattığını biliyoruz. Peki sence Tanrı dünyayı hangi şeyden yarattı?


Türü
Roman
ISBN
978-975-05-0139-4
Baskı Sayısı
1. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İletişim
Editörü
Orhan Pamuk
Mütercimi
Leyla Soykut

Özgür İrade Mümkün müdür?

Tarih yalnızca gözlenebilen olaylarla meşgul olsaydı bu basit ve apaçık kanunu belirtmek yeterli olurdu; biz de sözümüzü bitirirdik. Ama tarihin yasası insanı ilgilendirir. Maddenin bir bölümü çekme ve itme ihtiyacını hiç de duymadığını, bunun doğru olmadığını bize söyleyemez; tarihin konusu olan insan ise açıktan açığa, ben özgürüm, bu nedenle yasalara tabi değilim, der. İnsanın özgür iradesi sorunu, ifade edilmemiş de olsa tarihin her adımında hissedilmektedir. Bütün ciddi tarihçiler ister istemez bu sorunu hissetmiştir. Tarihin çelişkileri, belirsizlikleri üzerinde yürüdüğü yanlış yol, sırf bu sorunun çözülmemiş olmasından ileri geliyor.

Eğer her insanın iradesi özgürse, yani herkes canı istediği gibi hareket edebiliyorsa, bu, bütün tarihin bir sıra rastlantıdan ibaret olduğu anlamına gelir. Eğer milyonlarca insandan bir teki bile bin yıllık bir dönem içinde serbestçe, yani canı istediği gibi hareket etmek imkânını elde edebilmişse, açık ki bu adamın yasaya aykırı tek bir hareketi bütün insanlık için her türlü yasanın varlığı imkânını ortadan kaldırır. Eğer insanların hareketlerini düzenleyen bir tek yasa dahi varsa özgür irade olamaz, çünkü o zaman insanların iradesi bu yasaya tabi olacaktır.

Eski zamanlardan beri insanlığın en değerli zekâlarını meşgul eden ve en eski zamanlardan beri bütün görkemiyle ortaya konan özgür irade sorunu bu çelişkide kendini göstermektedir. Mesele şu: Dinî, tarihî, ahlâki, felsefi, hangi bakımdan olursa olsun bir gözlem konusu olarak ele alınca, bütün varlıklar gibi insanın da tabi olacağı zorunlu yasalarla karşılaşırız. Ve buna bilinçle bakınca kendimizi özgür hissederiz. Bu bilinç akla bağlı olmayan, apayrı bir kendini bilme kaynağıdır. İnsan akılla kendi kendini gözlemler ama kendini ancak bilinciyle bilir. Bilinçsiz aklın hiçbir herhangi bir gözlemi düşünülemez. Anlamak, gözlemek, yargıda bulunmak için insan önce kendisinin yaşayan bir varlık olduğunu bilmelidir. İnsan kendini ancak isteyen bir kimse olarak yaşayan bir varlık bilir, yani kendi iradesini idrak eder. Hayatının özünü teşkil eden iradesini ise insan ancak özgür bir irade olarak idrak edebilir. İnsan kendini gözlem altına aldığı zaman (gıda almak zorunluluğunu, zihinsel faaliyetini, neyi gözlerse gözlesin) iradesinin hep aynı yasaya göre hareket ettiğini görürse, bu sürekli davranışını yönlendiren iradenin sınırlandığını kavrayacaktır. Bir şey özgür olmasa, sınırlanmış olamazdı. İnsanın iradesi, ancak özgürce algılanabildiği için sınırlanmış gibi gelir kendisine. Ben özgür değilim, diyorsunuz. Oysa ben elimi kaldırıyor ve indiriyorum. Bu mantıksız yanıtın özgürlüğün çürütülmez bir delili olduğunu herhalde herkes görebilir. Bu yanıt bilincin akla tabi olmayan ifadesidir. Özgürlüğün algılanması akıldan ayrı, bağımsız bir kendini bilme kaynağı olmasaydı yargıya ve deneyime muhtaç olurdu, gerçekteyse böyle bir muhtaçlık söz konusu değildir. Deneyimler insana, bir gözlem konusu olarak belli bazı yasalara tabi olduğunu gösterir; insan bu yasalara boyun eğer ve onlarla savaşmaz. Ama aynı deneyim ve yargılar kendinde bulduğu tam özgürlüğün imkânsız bir şey olduğunu, her hareketin kendi bünyesine, karakterine ve özüne etki eden faktörlere bağlı olduğunu gösterir ona ama insan hiçbir zaman bu deneyim ve yargıların sonuçlarına boyun eğmez. İnsan taşın düştüğünü deneyim ve gözlemle öğrenince buna mutlak surette inanır ve öğrendiği bu yasanın her olayda uygulanmasını bekler. Ama iradesinin yasalara tabi olduğunu da aynı şekilde mutlak surette öğrense buna inanmaz, inanamaz. Deneyim ve muhakeme insana, aynı şartlar içinde, aynı karakterle daha önce yaptığının aynısını yapacağını kaç kez gösterirse göstersin, aynı şartlar içinde, aynı karakterle her zaman aynı şekilde sonuçlanan bir işe bininci kez girişirken, istediği gibi hareket edebileceği konusunda kendini yine eskisi gibi özgür zanneder. İlkel ya da gelişkin her insan, deneyimleri kendisine aynı şartlar içinde iki ayrı hareket düşünülemeyeceğini ne kadar reddedilmez bir şekilde kanıtlarsa kanıtlasın (özgürlüğün anlamını oluşturan) bu saçma algı olmaksızın hayatı düşünemeyeceğini hisseder. İmkânsız da olsa böyledir; zira özgürlüğün bu yorumu olmasa o hayatı anlayamayacağı gibi bir an bile yaşamazdı. Yaşayamazdı, çünkü insanın tüm eğilimi özgürlüğün çoğalması amacını güder. Zenginlik ve yoksulluk, ün ve bilinmezlik, yönetme ve yönetilme güçlülük ve zayıflık, sağlık ve hastalık, bilgi ve cehalet, çalışma ve aylaklık, tokluk ve açlık, erdem ve erdemsizlik, bütün bunlar özgürlüğün az veya çok derecelerde olması şartlarından başka bir şey değillerdir. Özgür olmayan insan ancak hayattan mahrum bir insan olarak düşünülebilir. Özgürlük kavramı bir yandan aklın tutarlılığı, bir yandan da nedensiz eylem gibi çelişkili yorumlara yol açıyorsa bu, ancak bilincin akla tabi olmadığını kanıtlar. İşte, herkes tarafından kabul edilen, hissedilen bu sarsılmaz, çürütülmez, deneyime ve yargıya tabi olmayan özgürlük bilinci (insanın, varlığı dışında hakkında hiçbir şey bilmediği şey) sorunun bir başka yanını oluşturur. İnsan, her şeyi bilen Tanrı'nın yarattığı bir varlıktır. İnsanın özgür bilincinden doğan "günah" nedir? İşte tanrıbilimin meselesi. İnsanın eylemi, istatistiğin belirleyebildiği genel, değişmez yasalara tabidir. Toplum karşısında insanın bu özgürlük bilincinden doğan sorumluluğu nedir? İşte hukukun meselesi. İnsanın eylemi, yaradılışından ve ona etki eden faktörlerden doğar. Vicdan ve özgürlük bilincinden doğan iyi ya da kötü davranışlar nedir? İşte ahlâkın meselesi. Ortak yaşama bağlı insan, bu yaşamı düzenleyen yasalara tabidir. Ama aynı insan, bu yaşamın yanında bir de özgürdür. Ulusların ve insanlığın geçmiş hayatına nasıl bakmalı? İnsanların özgür ya da kısıtlı eylemlerinin bir sonucu gibi mi? İşte tarihin meselesi. Ancak en güçlü cehalet aracının, yani basımın yayılması sayesinde bilginin herkes için anlaşılacak bir şekle sokulduğu kendini beğenmiş çağımızda özgür irade sorunu öyle bir şekle sokulmuş bulunuyor ki kendisi bir mesele olmaktan çıkıyor. Zamanımızda çağdaş denen insanların çoğu, yani bir cahiller güruhu, bütün meseleyi çözmek için onun bir yanıyla ilgilenen doğacıların işlerini ele aldılar. Ruh da, özgürlük de yoktur, çünkü insanın hayatı kaslarına bağlıdır, kaslarsa sinirlere; ruh da, özgürlük de yoktur, çünkü biz bilinmeyen bir devirde maymundan çıktık, diyerek fizyoloji ve karşılaştırmalı zooloji ile gayretle kanıtlamaya çalıştıkları yasanın binlerce yıl önce tüm dinler, tüm görüşler tarafından kabul edilmiş olduğunu, hatta hiçbir zaman inkâr edilmediğini asla akıllarına getirmeden söylüyor, yazıyor ve basıyorlar. Doğal bilimlerin bu konudaki rolünün yalnızca onun bir yanını aydınlatmaya hizmet etmekten ibaret olduğunu görmüyorlar. Çünkü gözlem bakımından akıl ve iradenin ancak zihnin salgısı (secretion) olması ve insanın, genel yasaya uyarak, ilkel hayvanlardan çıkarak gelişebilmesi, binlerce yıl önce bütün dinler ve felsefi tezler tarafından kabul edilen, insanın doğa yasalarına tabi olduğu gerçeğinin yeni bir yanını açıklar; ancak özgürlük bilincine dayanan soruna kıl kadar katkısı olmaz. Eğer insanlar bilinmeyen bir devirde maymundan çıktılarsa, bu, onların bilinmeyen bir zamanda bir avuç topraktan yaratılmaları kadar anlaşılır bir şeydir (birinci halde x zaman, ikinci halde soyun türeme şeklidir) insanın özgürlük bilincinin, onun tabi olduğu özgürlük yasasıyla ne şekilde birleştiği sorusu karşılaştırmalı fizyoloji ve zooloji ile halledilemez, çünkü kurbağada, tavşanda, maymunda biz ancak kas ve sinirleri gözleyebiliriz, insandaysa hem kas ve sinir, hem de bilinç vardır. Doğabilimciler ve onların bu sorunu çözmeyi düşünen takipçileri kilise duvarının bir tarafını boyamaya memur edilen ve şefinin yokluğundan yararlanarak aşırı bir gayretle pencereleri, kutsal resimleri, ahşap kısımları, henüz berkitilmemiş bölmeleri de sıvayan ve kendilerine göre her şeyin iyi gittiğine sevinen sıvacılara benzerler.


Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
187
Baskı Tarihi
1997
ISBN
975-7032-18-2
Baskı Sayısı
3. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
Dergah

Hakikat aşkına sahip insanlar, cemiyetin içinde çoğalmadıkça, hakikat aşkı cemiyet içinde en yüksek ve muhterem yeri tutmadıkça ve hakikatin ihtirası cemaat içerisinde bir umumi cereyan, büyük bir hareket haline gelmedikçe, milli mektep gerçekten var olmayacaktır.

Yeni nesil bu iskeletten hayat alamazdı

İstiklal Savaşı’ndan sonra cesur ve taşkın, yeni ümitlerle canlanmış bir gençliğin doğuşunu karşıladık. Lâkin yeni doğuş, imanın değil, sadece kaba kuvvetin canlanması oldu. İman, üçyüz yıldan beri kuvvetini kaybetmişti. Din, cemiyet için kuvvet kaynağı olmaktan çıkmış, yerine hurafelerden ibaret bir iskelet bırakmıştı. Yeni nesil bu iskeletten hayat alamazdı. Ve böyle olduğu için, sade kendi zaferine inandıran kuvvetin arkasından koştu. Lâkin kudret iradesi İlâhî, hatta sadece ruhî bir kuvvete bağlanmadığından az zamanda kendi kendisini kutsallaştıran hoyratlığa büründü. Kendi kuvvetine bağlanan gururu ile iddialı nesil, bütün değer hükümlerini çiğnedikten sonra, sanki bir putperestin sarhoşluğu ile ruhları ve değerler dünyasını altüst etmeğe başladı. Kardeşlerini ‘‘ezecek, çiğneyecek, leşlerini yere sereceklerini” ilân edenler, işte bu ikinci yıkılışın kurbanlarıdır.


Türü
Araştırma
Sayfa Sayısı
523
Baskı Tarihi
2000
Yazılış Tarihi
1992
ISBN
975-470-514-3
Baskı Sayısı
7. Baskı
Basım Yeri
İstanbul
Yayın Evi
İletişim
Mütercimi
Yasemin Saner Gönen
Orijinal Adı
Turkey, A Modern History

1800'lerden bugüne, özgün, karmaşık, tartışmalı hatta kavgalı bir süreç olarak yaşanan modernleşme tarihimiz üzerine derinlikli bir inceleme... Zürcher'in emeği, hem yeni bilgiler sunuyor okurlara hem de tutarlı bir yaklaşım. Üçüncü Selim'den, Zürcher'in tanımlamasıyla "Üçüncü Cumnuriyet"e, yani 1980 sonrasına.
(Tanıtım Bülteninden)

Osmanlı yönetim sistemi

Osmanlı ideolojisine göre İmparatorluktaki toplum, vergi ödemeyen, silah taşıma hakkına sahip olan yönetici seçkinler sınıfı ile bunun tam tersi durumdaki halk kitlesi (Osmanlı diliyle reaya “sürü”) arasındaki –kuramsal olarak çok katı olan– bir ayrım etrafında biçimlenmişti. Yönetici seçkinler, iki kategoriden oluşuyordu: Sultan’ın iktidarının temsilcileri ve ahlaki düzenin bekçileri. “Askerî” diye adlandırılan yönetici seçkinler, Sultan’ın bütün hizmetkârlarından oluşmaktaydı: ordu, kalem çalışanları ve saray halkı. Bu yönetici seçkinler sınıfına, ahlaki düzenin devamından ve dolayısıyla da resmî eğitim ve adli işlerin çoğundan sorumlu olan “ulema” da mensuptu. Sultanın kulları, halk kitlesiyle karşılaştırıldığında son derece ayrıcalıklı olmalarına rağmen, sonraki yüzyılda olacakları, az çok özerk bürokrat/asker seçkinler sınıfını henüz oluşturmamıştı; onlar, imparatorluk erkinin, Sultan’ın isteği üzerine yerleri değiştirilecek, azledilecek ya da idam edilecek araçlarıydılar. Bu durum, makamca hepsinin en üstünde olan, Sultan’a en yakın kişi sayılan ve makamını elinde tuttuğu sürece hükümdarın bütün yetkilerini paylaşan, ama tamamıyla Sultan’ın değişken isteklerine bağımlı kalan “sadrazam” için de geçerliydi.