Ansızın bir yıldırım düşer |
Ama bazen hayat içerisinde bir mucizenin baş gösterdiği de olur. |
305 |
|
Sürgün... |
Ey benim büyük yakınım, ey yüzünde gurbet korkusunun, sözlerinde ızdırap dolu titreyişinde bir kaçış özleminin görüldüğü kişi...Ben senin bakışlarında, bu yeryüzünün sürgünü, bu zamanın masum kurbanı olduğunu gördüm.
|
313 |
|
Vatandaşlık.. |
Ben, senin arbedeci gözlerinin derinliklerinden, bana kendi içimin derinliklerinde gizlenmiş olan beni haber veren ve onun kulağına aşina hikayeler anlatan gizemli ve belirsiz bakışlarının keskinliğinde "öz yurdunda bir yabancı" olan senin de benim vatandaşım olduğunu, bizim başka bir alemin sakinleri olduğumuzu, buraya boşuna geldiğimizi, güçsüz kuşlar gibi, yokluğun kasırgalarının seni de nakışlarla dolu süslü ve yalın yabancı çatının altına attığını okudum. Senin tanıdık çehreni, insanların rahat ve ızdırapsız kılıklarının kalabalığı içinde yeniden tanıdım.
|
314 |
|
Ve işte bu benim hayatım! |
Göğsümün üstüne düşen bu ağır ve acımasız "yaşamak" kayasının altında dayanıklılığım, başımın üstünde duran bu kısa ve dertsiz çatının altında senin de var olduğunun bilincine varmamla birlikte güç buldu. Senin de bu gurbette oluşunu düşünerek rahatladım. Nefes almayı, var olmayı, kendi bulunuşumu, gurbeti, kalabalıklar arasındaki acıklı yalnızlığı, gürültü patırtı ortasındaki ağrı verici suskunluğu, kalabalığın içindeki korkunç kimsesizliği, başkalarında tutsak olmayı, kendinde gizlenmeyi, söyleyememelerin bunalımını, yazamamalarının düğümünü, seslerin iğrenç örtülerinin ardında meçhul kalmayı, sonuçsuz bekleyişlerin yakıcı ateşini, evet bunların tümünü senin uyanık gözlerin bende görmüş ve ilhamının dili beni bütün bunların bilincine vardırmıştır. Bunların hepsini "senin var olduğunu biliyor oluşumun" kutsal ve mucizevi tesellisiyle içimde tutuyor ve böylelikle bu gam enkazının altında ayakta duruyor, yürüyor, soluk alıp veriyor ve yaşıyordum. Şimdi sen ölümle birlikte gittin ve ben burada, sadece her nefeste sana bir adım daha yaklaşıyorum umuduyla soluk alıp veriyorum.
Ve işte bu benim hayatım!
|
314 |
|
İnsan karaltısı |
Gölgeyi takip ettim. Kalbim, beni her an patlayıverecekmiş hissine kaptıran bir korku ve ateşle göğüs kafesimde çarparken bir ayak sesi duydum. Nereden? Dağdan! |
322 |
|
"Meçhul kalmak" insan ruhunun en büyük acısıdır. |
Meçhul kalmak insan ruhunun en büyük acısıdır. Bir ruh ne kadar güzel, ne kadar zenginse, o ölçüde bir "tanıdık"a muhtaçtır. Ariflerimizin "Aşk ve güzellik ezelde birbirleriyle sözleşmişlerdir." demeleri işte bu yüzdendir. Bu, Doğulu yaratılış felsefesidir. Tanrı bile bilinmek ister, tanınmak ister. Meçhul kalmak istemez. Yalnızlık duygusunu, yabancılık ve gurbet acısını meydana çıkaran meçhul kalmaktır. Her insan, okuyucusunu dört gözle bekleyen bir kitaptır. İslâm, yaratılış felsefesinde, Doğu tasavvufunun sözünü ettiği "aşk"ın yerine "marifet"i ne de güzel yerleştirmiştir. Aşk ne denli güçlü ve güzel bir aşk olursa olsun, içgüdüsel bir ihtiyaçtır. Tabiatın aldatmasıdır, ruh perdesi altında bedenin memurudur. Oysa tanışıklık, insani bir ihtiyaçtır, ruhun işidir. Birisi, insanı idrak eder de bizim o "samimi, saf ve gizli benimizi" anlayacak olursa, içimizde, gizlenmesi mümkün olmayan tarifsiz yakınlık ve tanışıklık duygusu yaratmış olur. Bir ruh, sadece bu durumda iken, bu dünyada iki kişi, birçok kişi olduğunu, yalnız olmadığını görür. Bu ise, Rabbimizi bile sevindiren bir başarıdır. Her halükârda, bir insan, bir kitap değilse de bir kelimedir ve ister istemez, bu sözün anlamını bilen birisine karşı gaybi bir bağlılık duyar. Elbette o kelimenin, herkesin anladığı klişe, bayağı bir anlam taşıyan, pek çok eşanlamlıları olan sözlük anlamı değil, onun sadece bir şairin hissedebileceği, anlaşılır ama nitelenemez ruhunu, ayrımını ve inceliklerini taşıyan özel anlamını...
|
334 |
|
Ruh tıpkı onun gözlerinin rengindedir. |
Yüzü hatırımda değil,görmedim; bir yıldan fazla zamandır buna fırsat olmadı.
Bulut rengi gözleri vardı; hayır, melekut rengindeydi, şeffaflık aleminin renginde,ezelin kurşuni sabahının, sessizliğin, h |
348 |
|
Mihrap, minare ve pencere... |
Her yeri insanoğluyla kirlenmiş bu yeryüzündeki biricik temiz köşe olan mihrabı severim, yeryüzünde hayatın gündelik işlerinin ve pisliklerinin yol bulamadığı tek yeri. |
354 |
|
Pencerenin yanı başında yoklama... |
Var olmak, dar ve karanlık bir hücredir; kapısı ölüm, penceresi hayattır. Pencerelerini bulamamış veya sadece "var olmak"la yetinecek kadar "az" olanlar, bu "azıcık oluş"ları birazcık fazlalaştırdığında, intihar kurtarıcısının yardımıyla, kapıyı açar ve kurtuluşa doğru kaçarlar.
Ama ben, tam on beş yıldır, Rüstem'in çocukluğu gibi, her gün bir yıl miktarı büyüyorum. Her gece miraç zirvelerine çıkıyorum. Her yıl içimde bir çöl susuzluğu ihtiyacı doğuyor. Pencerenin yanı başında yoklama oluyorum. Bir başka dünyanın genişliğinde bir hücre, ayrılık içinde bir ölümün ve vuslatın dinginliği ve sonsuzluğunda bir hayat, gurbette bir vatan, yalnızlıkta bir kalabalık içinde... Yalnızlıkta ne kalabalıklar, sessizlikte ne gürültüler, Viraf gibi, beni her yolculuğumun başında, İmşaspendlerin, izedlerin, meleklerin ve Fraveherlerin dünyasına götüren, ne nimetler, ne servetler, cennet bahçeleri, baharlar, güneşler, seherler, denizler, ırmaklar, pınarlar, manzaralar, posta güvercinleri, sufi çiçekleri, insanı tefekküre daldıran şarap sarhoşlukları ve ne hikayeler, hikayeler vardır! Her biri, rivayetlerin bittiği, en temiz ilahi kelimelere bile yol verilmeyen uzak ülkelere seferlerin başladığı yerden başlar... Nasıl desem? Kime desem?
Bazen "O"na söylerdim. Gözleri vahiy renginde olan ona, sessizliğinde yüzlerce söz mesnevisi saklı olan ona; bu yalnızlık seyrü sülûklerimde, bu hülyalı yolculuklarımda, bu kendi içimde çıktığım seferlerde, ara sıra adım adım benimle omuz omuza yoldaş olduğunu, konakları benimle birlikte aştığını gördüğüm ona... Bu anlarda, onun suskun bir masala benzeyen yüzüne "Senden başka bir muhatabın olmadığını biliyor olsam da, aferin sana, onca söylenmemiş sözün muhatabı" dercesine nasıl bir gözle bakardım. Onca sözün olmasına ve onların benden başka muhatabı olmadığını bilmene rağmen söylemediğin için aferin sana. Gözlerimin önünde bir melekût zenginliğine ve kutsallığına sahip konuşmaların sabırsızlığın sükûtunu bozamadığı nasıl bir ihtişama eriştiğini; kalbimde, güzel ve anlamlar bulucu gönlünün, aynı yüreğe sahip iki yabacı olan bizim aramızdaki sessizliğin hürmetini koruduğunu bildiğimden ne kadar yüceldiğini bilemezsin.
Birbirimizi sonsuza dek terk ettiğimiz o halde, onca susuz ve yakın bir tanışıklığın alevli ve sabırsızlıkla dolu kavgası içinde birbirimizle tanışmadan geçip gitmemiz ne büyük bir sabırdı. Her biri bir ateş mermisi gibi, çılgınca patlayışı içinde barındıran o kelimelerin hücum yağmuru altında, suskun kalıp birbirimizden vazgeçmemiz ne biçim bir sabırdı.
Sahip olduğun sessizliğin yüceliğinin saygısına, böyle takat yetmez bir ihtiyacın saldırısına bir peygamber sabrıyla karşı koymana duyduğum saygıyla, üç yıldır rüyalarımda her an bir peri kızı olarak tecelli ediyor, hayat penceremin önünde, hayalimde yükselen göğün orta yerinde, mor ufuklarımın uzaklarında, sevginin yükseklerdeki güneşinin eteğinde, her Aryaî bir ihtişama, Ahuraî bir doğuşa erişiyorsun.
|
355 |
|
Bilinç Güneşi |
Bir konuyu anlamak, bilmek, haberdar olmak, farkına varmak böyle sürekli bir eylem olamaz. "Ben bunu, örneğin dört gün önce, iki yıl önce, bir araştırma, bir keşif, bir yolculuk, bir görüşme, bir ders sırasında anladım." dememiz doğru olur. İlmi anlamalar ve felsefi bilmeler böyledir. Akıl böyle anlar. Aklın aracı mantıktır; mantıksa iki halden ötesini bilmez: "Anlıyorum" ve "anlamıyorum"; hepsi bu! Bundan fazlasına ihtiyacı da yoktur. Onun anlaması gereken tabiatın ve dünyanın sırlarıdır. Bunların hepsi tek boyutludur. Bunların birden fazla anlamı yoktur. Ama ruhun durumu böyle değildir. Akılla anlamak, bir odada elektrik lambasının açılması veya havada bir şimşeğin çakması gibi bir anda gerçekleşir. Oda bir an karanlık, bir an aydınlıktır. Bu ikisinin arasında üçüncü bir durum yoktur. Oysa ruhla anlamak, güneşin doğu ufkundan doğmasına benzer. Anlayış güneşi, uzak ve belirsiz bir ufuktan ruha doğar. Böylece bir marifet sabahının beyaz ırmağı, bir tür hikmet ve irfan güneşinin doğuşu, bir dağın zirvesinin ardından algılayıp görme şeklinde sonsuz ve gizemli can vilayeti çölünde akar. Bir güneş gibi, bilinçsizlik, donukluk ve sessizlik buzullarının ve kar yığınlarının üstüne vurarak onları eritir, damlalar yavaş yavaş dere, dereler azar azar ırmak, ırmaklar da gitgide deniz olur ve insanı içten içe boğarlar. Bilinç güneşi; aşinalığın aydın sıcaklığı, bu gecenin içine ağır ağır, sürekli olarak giren bir "yarın" gibi, mart-nisan aylarında burunlara yayılan baharın gizli ve mütemadi kokusu gibi, cehaletin siyah yığınlarını, kışın buz tutmuş eteklerini ruh ülkesine süren ve eriten bu mevsim değişikliğinin başlangıcı var ama sonu yoktur. Bu dünyada, güneş daima doğuş halindedir; ilkbahar daima geçiş, gönül de daima anlayış halindedir...
|
374 |
|